Ali Değermenci

Ali Değermenci

ali.degermenci@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu, Atatürk’ün 1920 ve 30’lu yıllarda kapsamlı ve sistemli okumalar gerçekleştirdiğini belirterek “Geliştireceği siyaset ve tezlerin düşünsel altyapısını oluşturacak malzemeye ulaşım amacıyla okumalar yapmıştır” diyor. Hanioğlu, Atatürk’ün kurucu lider olarak tarihselleştirebilmesi için önce “tarihî Atatürk”ün ortaya çıkarılması, daha sonra da onun ve fikirlerinin oluştukları bağlamlarda değerlendirilmesi gerektiğini vurguluyor.

Türkiye’nin dünya çapında çok önemli tarihçilerinde Princeton Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu, “Atatürk  Entelektüel Biyografi” isimli çok geniş araştırma ve dönem okuması ile bir kitap yazdı. Kitapta Atatürk’ün çocukluğundan gençliğine, subaylıktan Cumhuriyet Dönemi’ne kadar uyguladığı politikaları, siyasal fikirlerini, okuduğu siyasal kitapları zamana, döneme, dünya şartlarına göre analiz ederek bin sayfalık büyük bir kaynak eser ortaya çıkardı.

Haberin Devamı

Eser, Atatürk’ün yaşadığı bütün dönemlerin ve fikir akımlarının incelemesi ile elde edildi. Atatürk’ün kült bir isim oluşu, insanüstü varlığa dönüştürülmesi ve bunun bugün hâlâ devam ediyor olmasına eleştiriler getiriyor, Atatürk’le ilgili belgelerin hâlâ açıklanmamasını Hanioğlu; kutsallığına zarar vereceği endişesinin olduğu inancını eleştiriyor. Atatürk’ün bu toplumun her kesiminin saygı duyduğu, kutsal bir ikondan ziyade “Tarihi Atatürk”, “Kurucu Liderimiz” şeklinde algılanması ve anlatılması gerektiğini ifade ediyor.

Kitabı yazarken belgelere ulaşma konusunda sorunlar yaşadığınızı dile getiriyorsunuz, neden hâlâ Atatürk’le ilgili belgeler açılmıyor?

Söz konusu sorun, Çankaya’da muhafaza olunan belgelerde yaşanıyor. Ancak, bu arşiv temel belgeleri içerdiği için “tarihî Atatürk” portresinin çizilmesini fazlasıyla zorlaştırıyor. Bu arşivin neden araştırmacılara açılmadığını anlayabilmek kolay değil çünkü diğer arşivlerde örneğin Osmanlı ve Cumhuriyet arşivlerinde, Atatürk ile ilgili belgeler kullanıma sunulmuş bulunuyor. Herhalde “kutsal”ı koruma içgüdüsü ve resmî görüşe aykırı görüşü engelleme amacıyla hareket ediliyor. Bu da vefatının üzerinden 85 yıl geçen bir devlet kurucusunun tarihselleştirilememesine neden oluyor. Bunun bilebildiğim kadarıyla dünya üzerinde başka bir örneği yok.

Haberin Devamı

Mustafa Kemal’in siyasal fikirlerinin oluşmasında Selanik kentinin çok etkili olduğunu söylüyorsunuz, onun milliyetçi olmasına mı neden oldu? Bu milliyetçilik tepkisellikten mi doğdu?

Selânik’te geçen çocukluk ve gençlik yılları gerçekten de Mustafa Kemal’in değişik alanlardaki yaklaşımını derinden etkilemiştir. Şehir bir yandan Tanzimat sonrasının temel çatışma ekseni olan eski-yeni mücadelesinin en çarpıcı biçimde gözlemlenebildiği merkezlerden biri olurken öte yandan da Makedonya Sorunu olarak adlandırılan ve Avrupa diplomasisinin en önemli meselesi haline gelen mücadelenin odak noktaları arasında yer almıştır. Birinci özellik, kurucu liderin modernlik ve eski-yeni ilişkisi alanındaki görüşlerini şekillendirirken, ikincisi Türkçülük ve tedricen Türk milliyetçiliğine yöneliminde ciddî rol oynamıştır. Bu, onun gibi Rumeli’de yetişen subaylarda daha derinlikli tesirler yaratmakla birlikte bölgede vazife yapan Osmanlı zabitânının önemli bir bölümünün Türkçülüğe yöneliminde fazlasıyla etkili olmuştur. Makedonya’da başlayarak, Vırhovist, VMORO, Rum, Sırp, Ulah, Arnavut çetelerinin taraf olduğu mücadele ve Mürzsteg Programı çerçevesinde oluşturulan Büyük Devletler kontrolü, bu subayların milliyetçilikle mücadele ederken onu takdir etmesine, yabancı müdahalesini ise onur kırıcı bulmasına neden olmuştur.

Haberin Devamı

Sekülerizm ve Türklük

Mustafa Kemal Atatürk, eski Türklere vurgu yapıyor, Moğolları dile geritiriyor, İslam öncesi Türk kadınlarının durumunu araştırdığını da biliyoruz. İnanç-kadın ilişkisi hakkındaki görüşleri nasıldı? Hazreti Peygamber’i bir deha olarak görmesinin nedeni neydi?

Seküler Türkçülük, asır sonunda ciddî bir ivme kazanmış, 1903 yılında Mısır’da neşrolunmaya başlanan Türk dergisi kısa bir ara dışında bu akımın entelektüel zeminini hazırlamaya çalışmıştır. Yusuf Akçura’nın “ırk esası”na dayalı milliyetçiliği, İttihad-ı İslâm ve Osmanlılık siyasetlerinden daha elverişli bir siyaset olarak sunan “Üç Tarz-ı Siyaset” çalışmasını bu dergide yayımlaması tesadüf eseri değildir. Dolayısıyla, Mustafa Kemal Harbiye talebesi, erkân-ı harp namzedi ve genç bir subay iken seküler Türkçülük üzerine çalışmalar yaparak bu akıma yönelmemiştir. O, var olan, ana akım milliyetçilik içinde arka planda kalmasına karşılık, kapsamlı bir tartışmaya neden olan bir akımdan etkilenen eğitimli Osmanlı bireylerinden birisidir.

İkinci sorunuza gelince, Bu, bilhassa İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde bilimci çevrelerde yaygınlık kazanan bir yaklaşımdır. Örneğin, Celâl Nuri, “Muhammedü’l-Emîn gibi şehsuvârân-ı meydân-ı icrâ’ât”ın “dehâ”sını överken, dinî bir yorum yapmamış; Abdullah Cevdet, değişik ehâdis ve âyâtın, bilimcilik merkezli ve yeni bir felsefe yaratılmasında kullanımının yararlı olacağını ileri sürerken, bunların ilâhî değerlerine işaret etmemiştir. Bu alanda daha radikal yaklaşımları benimseyen Kılıçzâde Hakkı dahi belirli hadislerin Türkçe tercümelerinin, halkı çalışmaya teşvik ve sermaye birikimi yaratma benzeri alanlarda kullanılabileceğinin altını çizmiştir. Bu örneklerin de ortaya koyduğu gibi, İslâm felsefî bir içeriğe sahip, Hz. Muhammed bir “dehâ” ve Carlyle’ın tanımı anlamında “kahraman” olabilmektedir; ancak bu, dini, bir kült olarak, modern çağda takip edilmesi gereken bir rehber haline getirmemektedir. İnanç sistemlerinin metafiziğe dayalı iddiaları bilim ile bağdaştırılamayacağından, onların yalnızca olumlu felsefî içeriklerinden yararlanılabilecektir. Mustafa Kemal de Hz. Muhammed’in büyük bir “dâhi ve siyasî” olduğunu savunurken, dine bir yol gösterici olarak yaklaşmamıştır.

Goltz Paşa’nın fikirlerinden çok etkilendiğini söylüyorsunuz. Goltz Paşa’nın bir devletin savunmasını anlatırken, toplumun tamamını kapsayan bir tanımlaması var. Atatürk Cumhuriyet’in ilanından sonra askeri devletin en başına koyarak, hem değişimi hem de reformları onun kudreti ile yapması ondan mıdır? Sonrasında CHP’nin asker ile birlikte hareket ediyor olması Goltz Paşa tanımlamasının etkisi var mıdır?

Goltz’un temel tezi olan, modern toplumların “millet-i müsellâha” şeklinde örgütlenmesinin gerekliliği düşüncesi, onun gerçekleştirdiği Harbiye reformu sonrasında kurumda eğitim gören tüm subayları derinden etkilemiştir. Ancak, Mustafa Kemal bu tasavvuru aslen İstiklâl Harbi’nde hayata geçirmeye çalıştırmıştır. Sonrasında askerî geçmişi olanların devlet kuruluşunda ön plana çıkması, bir askerî rejim kurma arzusundan kaynaklanmamış, mevcut kadrolaşmanın neticesi olmuştur.

Erken Cumhuriyet döneminde, cihet-i askeriyenin Mareşal Fevzi Çakmak’ın açtığı yarı özerk bir alana sahip olmasına, Mustafa Kemal dâhil yönetimde üst kademeleri işgal edenlerin askerî kadrolarını da 1927 yılına kadar muhafaza etmelerine karşılık, kurulan devlet askerî bir rejim tasavvuru üzerinde yükselmemiştir.

Kurucu Atatürk

Atatürk, Çankaya Köşkü’ndeki çalışma odasında kitap okurken.

Kurucu Atatürk

‘Devletçiliğe gençliğinden beri eğilim gösteriyor’

Mustafa Kemal çok kitap okuyup notlar aldı. Madde ve Kuvvet kitabından çok etkileniyor ve sekülerizmi sıkı sıkıya sahipleniyor. Özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarından sonra kitap okuyabildi mi? Dünyadaki siyasal tartışmalardan etkilenmedi mi? Mesela liberalizm konusunda fikri değişmedi mi?

Madde ve Kuvvet dönem maddeciliğinin kutsal eseri olarak görülmüştür; dolayısıyla, pek çok nesildaşı gibi Mustafa Kemal’in de bu kitabın temel tezlerini benimsemesi şaşırtıcı değildir. Ancak, burada “bir kitap okudu hayatı değişti” benzeri bir gelişmeden ziyade, popüler materyalizm egemenliğindeki entelektüel ortamdan etkilenme ve bununla uyumlu dünya görüşü geliştirme söz konusudur. Atatürk’ün kapsamlı ve sistemli okumaları 1920 ve 30’lu yıllarda gerçekleşmiştir. Kuvvetler birliği esasına dayalı siyasî sistem tesisi, saltanat ve hilâfetin kaldırılması, inkılâplar, Türk tarih ve dil tezleri geliştirilmesi, onu bu konular üzerine yoğun okumalar yapan ve yaptırtan bir lider haline getirmiştir. Ancak, okumalar ile fikirlerin oluşum/değişimi arasında genellikle var olanın tersine bir ilişki mevcuttur. Atatürk geliştireceği siyaset ve tezleri destekleyecek, onların düşünsel altyapısını oluşturacak malzemeye ulaşım amacıyla okumalar yapmıştır. Diğer bir ifadeyle, okuma yaparak siyaset ve tezler geliştirmemiş, geliştirmiş olduğu siyaset ve tezleri bilimsel çerçevelere oturtma amacıyla okumalar yapmıştır. İlginç şekilde, o, milliyetçilik, din-bilim çatışması, devletin ekonomideki belirleyiciliği benzeri alanlardaki görüşleri evrilen ama büyük dönüşümler geçirmeyen bir liderdir. Liberalizm hakkındaki yaklaşımları da buna dâhildir. İzmir İktisad Kongresi sonrasında konjonktür gereği aldığı pozisyondan vazgeçerek devletçilik ve devlet sosyalizmine yönelmesi sadece dünyadaki gelişmelerle açıklanamaz. Bunlar onun gençliğinden beri eğilim taşıdığı yaklaşımlardır.

Kurucu Atatürk

Hanioğlu, Mustafa Kemal’in Harbiye talebeliğinden itibaren seküler Türkçülük üzerine çalışmalar yaparak bu akıma yöneldiğini belirtiyor. (Mustafa Kemal, Mekteb-i Harbiye 2. sınıf öğrencisi)

Mustafa Kemal, bilhassa da Takrir-i Sükûn sonrasında tüm sistemi mutlak kontrolü altında tutmuştur; buna askerî yapılanma da dâhildir. Ancak, onun konumu, “askere dayanarak reform yapan” bir lider olmanın oldukça üzerinde olmuştur. Demokratikleşme ve çoğulculuk taleplerine karşı şekillenen, “karşı devrimi önleme” temelli CHP-Ordu-Bürokratik Seçkinler ittifakı 1950 sonrası gelişmelerin ürünü olup, “silahlı millet” tasavvuru ile bağlantısı bulunmamaktadır.

Batılılaşma ve emperyalizm ikilemi

Mustafa Kemal Batılılaşma konusunda hiç şüphe duymuyor, sert bir sekülerlikten yana tıpkı Avrupa’da olduğu gibi. Ama bir taraftan da emperyalizm konusu var, ikilem yaşadı mı?

Bu, İkinci Meşrutiyet Dönemi Garbcı hareketinin temel ikilemlerinden birini oluşturmuş ve Balkan Harpleri (1912-13) sonrasında bu düşünce akımının mensupları arasında Tam-Kısmî Batılılaşma olarak adlandırılan bir bölünmeyi de tetiklemiştir. Mustafa Kemal bir yandan Avrupa’da Türklere yönelik “kin ve husumet”e dikkat çekerek, “Batı”nın “harâbiyetimizi” hızlandırmak için “ne yapmak lâzımsa yaptığı”nı vurgulayacak ve bu zihniyetle “mücadele” ettiğini dile getirecek, öte yandan da Gökalp’in geliştirdiği kavramsallaştırmalar olan “medeni” ve “siyasî” “Garb”ı ayırarak olumsuz yönlerinden soyutlanan ve uygarlığı temsil ettiğini düşündüğü “Garp medeniyeti”ni aktarma temelli bir tasavvur geliştirecektir.

‘Tanzimat modernleşmesinin yetersiz olduğunu düşündü’

İttihatçılar II. Abdülhamid’i çok sert eleştirdi, sonrasında devirdiler fakat hem kendi dönemlerinde hem de Cumhuriyet döneminde sert bir otoriter rejim kurdular. Bu çelişkiyi Mustafa Kemal nasıl yorumluyordu? Abdülhamid zamanında da modernleşme hareketleri oldu, hatta ciddi bir Batıcılık gelişti, bu konularda Mustafa Kemal’in tasvip ettiği bir taraf olmamış mı?

Mustafa Kemal, bir ikinci kuşak Jön Türk ve İttihadcı olarak, bu aidiyetlere sahip nesildaşları gibi II. Abdülhamid dönemi yeni patrimonyalizminden nefret eden bir birey olmuştur. Ancak devr-i Hamidî sonrasında geliştirilen rejimler de belirttiğiniz şekilde benzer karakter taşımışlardır. Bu çerçevede bakıldığında yeni patrimonyalizm, kişilerden bağımsız olarak uzun bir dönemde egemen yönetim biçimi olmuştur. Zikrettiğiniz dönemlerde ve onların öncesinde var olan yönetimler kişi ve kurum kültlerine dayanma açısından farklılaşmışlardır. Buna karşılık patrimonyal karakter bundan etkilenmeyen bir sürekliliğe sahip olmuştur. II. Abdülhamid dönemi, Batı dışı bir modernliğin önemli örneklerinden birini ortaya koymuştur. Ancak, Mustafa Kemal, eski ve yeninin bir arada yaşamasına izin veren Tanzimat modernleşmesi gibi, bağdaştırma temelli bu modernliğin de yetersiz olduğunu düşünmüştür. O, böylesi yaklaşımlar yerine, tekil olduğunu varsaydığı medeniyeti nakil ve benimsemenin zorunlu olduğunu varsaymıştır.

150 yıldır bitmeyen tartışma

“Eski-yeni” neredeyse 150 yıldan beri toplumumuzun meselesi. Türkiye Cumhuriyeti 100 yıllık bir dönemi geride bıraktı, dünya değişti, hayat değişti ama bu konunun hala bugünün meselesi olmasının nedeni nedir? Hala din-devlet ilişkisi, Batı-Doğu ikilemi sonuçlanamamış olması… Bu konu nasıl müzakere edilir, nasıl bir çözüm bulunur?

Burada temel sorun, tekil bir modernlik olduğunun varsayılması ve bunun büyük çapta hayat tarzı üzerinden tanımlanmasıdır. Tekil bir modernlik değil “modernlikler”in var olduğu, “karma” ve “küresel” modernliklerden bahsetmenin daha işlevsel analiz çerçeveleri oluşturacağı göz önüne alınırsa bu alandaki kutuplaşma ve çatışmanın önü alınabilir.

Sizin de vurguladığınız gibi Atatürk ve yakın çalışma arkadaşları bir asır önce “tekil” bir medeniyet ve onun aktarılması üzerine bina edilen bir uygarlaşma tasavvuru geliştirmişler, yaşam tarzı, kültür araçları ve biçimlerini değiştirerek toplumsal dönüşüm yaratabileceklerini düşünmüşlerdir. Bu, söz konusu dönem için doğal bulunabilecek bir tasavvurdur; ama post-modern gerçeklikte böylesi bir modernlik yaklaşımı ile mesafe alınması oldukça zordur. Benzer bir durum, “din-bilim” ilişkisi için de geçerlidir. Asır sonu gerçekliğinde, dinlerin yakın gelecekte antik çağ hurafelerine indirgeneceği, geleceğin toplumlarının deneysel bilimin açtığı ufuk çerçevesinde şekilleneceği düşünülmüştür. Erken Cumhuriyet toplum tasavvuru da bu bilimci öngörü çerçevesinde inşa olunmuştur. Buna karşılık, gelişmeler bu beklentilerin fazla gerçekçi olmadığını ortaya koymuştur.

Kurucu lider

Bugün Atatürk’ü tanrısallaştıranlar, insanüstü varlık görenler (sevenler) ve sert eleştirenler var. Atatürk konusu Türkiye için nasıl bir pozisyonda olmalı, onu gelecek nesillere nasıl anlatmamız gerekiyor? Tarihsel, kurucu lider, tarihteki Atatürk... Bunu neden yapamıyoruz?

Sorun, sorunuzdaki “nasıl anlatmamız gerekiyor” ifadesinde mevcut bulunmaktadır. Bir kurucu liderin “belirli bir biçimde” anlatılması, bu alanda bir “siyaset” geliştirilmesi olgunlaşamamış ve çoğulculuğu yeterince içselleştirememiş bir toplumda söz konusu olabilir. Kurucu liderin saygı görmesi, katkılarının yâd olunması ile onun belirli şekilde anlatılması ve bu alanda tartışılamaz, “ortodoks bir yorum” geliştirilmesi birbirinden farklıdır. Birincisi ne kadar doğalsa, ikincisi o kadar sorunludur. Örneğin, Washington veya Charles de Gaulle üzerine kaleme alınan eserler bu liderlerin farklı portrelerini çizebilmektedir. Bu çerçevede, Fransa’da “Gelecek nesillere Charles de Gaulle’u nasıl anlatmalıyız” yahut ABD’de “toplum Washington’a nasıl yaklaşmalı” türünden soruların gündeme gelmesi düşünülemez. Tarihselleştirmeyi yapabilmek için önce “tarihî Atatürk”ün ortaya çıkarılması, daha sonra da onun ve fikirlerinin oluştukları bağlamlarda değerlendirilmesi gereklidir. Ancak, Atatürk etrafında inşa olunarak, onu insanüstülük mertebesinde siyasetlerini ise yanılmazlık ve mucize temelinde değerlendiren kültün mevcudiyeti bunu zorlaştırmaktadır.

Özgürce tartışan iki Türkiye

Cumhuriyet’in 100. yılındayız ve yeni yüzyıla giriyoruz. Eski-yeni, Cumhuriyet, laiklik, Atatürk, çağdaşlaşma gibi kavramlar konusunda hâlâ toplumsal bir uzlaşı, en azından kutuplaşmanın olmaması ciddi bir sorun. Bunu siz nasıl yorumluyorsunuz?

Diğer toplumlarda da benzer konularda kutuplaşmalar yaşanmıştır ve yaşanabilmektedir. Sıklıkla kullanılan bir örneği verirsek, “İki Fransa” benzer bir kutuplaşma etrafında bir buçuk asır kıyasıya çatışmışlardır. Günümüzde de çoğulcu bir toplumun üyelerinin; laiklik, çağdaşlaşma, cumhuriyet-demokrasi ilişkisi konularında tekdüze görüşleri benimsemesi mümkün değildir. Bizdeki sorun farklı görüşlerin var olmasından değil, tartışmanın taraflarının karşıt fikir sahiplerini dönüştürerek kendilerine benzetmek, kendi yaklaşımlarının tekelini sağlamayı arzulamasından kaynaklanmaktadır. Günümüzde, verdiğimiz “İki Fransa” örneğini andıran bir “İki Türkiye” oluşmuştur. Bunun tarafları, bunun önüne geçmenin karşıtlarını dönüştürerek değil, onların da yaklaşımlarını özgürce sahiplenebildiği ve dillendirebildiği bir çoğulculuk yaratılmasıyla mümkün olabileceğini anlayabildiklerinde, farklılaşan ama değişik ortak paydalarda beraber olabilen bir toplum haline gelmemiz gerçekleşecektir.