Boğaziçi Üniversitesi’nde son yaşanan gelişmeler çerçevesinde bir kez daha gördük ki rektörlerin nasıl seçileceğine yönelik tartışmalar hiç bitmeyecek!
Dünden bugüne hep tartışmalıydı. Görünen o ki daha uzun süre tartışılacak.
Peki, nasıl bir sitem gelirse bu tartışmalar sona erer?
Daha da önemlisi yeni kurulan bir üniversite ile yüzlerce yıllık geleneği olan üniversitelere aynı yöntemle rektör atamak ne kadar doğru?..
Bir ara, Dünya Bankası projesi çerçevesinde 20 ülke gezmiş, üniversitelerin idari ve mali yapılanmalarını incelemiştik.
İsrail’den Amerika’ya, Avrupa’dan Uzak Doğu’ya çok farklı ülkeler gezdik. Sonraki yıllarda da hangi ülkeye gitsek, üniversitelerin nasıl yönetildiğini, mali olarak ayakta nasıl durduklarını araştırdık.
Neredeyse tüm ülkelerde, rektörün kim olacağı, siyasetin hiç umurunda değildi.
Evet, karara imza atanlar ülkeyi yönetenlerdi ama rektörü seçen üniversitelerin bizzat kendileriydi.
Kriterler?..
Köklü üniversitelerin, yüzyıllara dayanan misyonları çerçevesinde, kendilerine yönelik kriterleri vardı ve o kriterleri yerine getiremeyenler, bırakın rektör olmayı, aday dahi olamıyorlardı.
İlle de bir şey tartışılacaksa o da rektörü kimin atayacağı değil, kriterlere ekleme ya da çıkarma yapılıp yapılmamasıydı ama bu konuda çok uzun yıllardır hiçbir değişiklik olmamış!
Rektörler, üniversitenin kendi gelenekleri çerçevesinde, kendi mensupları arasından seçilsin diyenler de vardı, özellikle dışarıdan gelsin diye ısrar edenler de!
Hemen her yerde önemli olan liyakat, vizyon ve tecrübeydi.
Her biri için ayrı ayrı kriterler vardı ama en önemlisi de üniversiteye ne katacağı ve bunu nasıl başaracağıydı!
İşte bu noktada da söze değil, geçmişteki icraatlarına bakıyorlardı!..
Seçim?
Seçim, seçim dedik ama en çok oy alanların atanmadığına her dönemde şahit olduk.
Liyakat dedik hayatında hiç yöneticilik yapmayan isimleri, hayatlarında görmedikleri kentlere rektör olarak gönderdik.
Atadığımız isimlerin arkasındayız deyip, üç, beş ay sonra görevden aldığımız çok oldu.
Siyaset bulaşmasın dedik ama bu değirmene sürekli su taşıdık.
Üniversitenin tüm paydaşları söz sahibi olsun dedik, oy hakkını sadece küçük bir azınlığa verdik, öğrencileri ve diğer paydaşları hep unuttuk.
Bazı ülkelerde ise akademik rektör ile mali işlere bakan isimler çok farklıydı.
Öğrencilerin çok güçlü olduğu ülkeler ve üniversiteler de vardı, hiç esamesi okunmayanlar da.
Keşke bizde de yönetim kadrolarının nasıl seçileceğine ve özellikle de seçilme kriterlerine üniversitelerin kendileri karar verse, örneğin kriterlere uyan adayları önce üniversite belirlese sonra da seçilen aday, üst makamların onayına sunulsa, şu anda vakıf üniversitelerinde olduğu gibi!..
Mali kaynaklar?
Bu noktada en çok dikkat çeken ayrıntı şu:
Parayı kim veriyorsa, kuralı da o koyuyor!
Ciddi üniversitelerin mali yapıları üçlü bir sacayağı üzerinde duruyor.
Devlet ya da vakıf, öğrenci harçları ve bağışlar ile üniversitelerin yarattığı kendi kaynaklar onlara mali özerklik ve güç sağlıyor.
Biz de ise üniversiteler genelde tek ayaklı ve parayı da ya devlet veriyor ya da birkaç vakıf üniversitesi dışında öğrenciler finanse ediyor.
Yani bir anlamda, mali özerklik sağlanmadan idari özerklik söz konusu olmuyor. Parayı kim veriyorsa, söz sahibi de o olmak istiyor!
Devletse devlet, vakıfsa vakıf, üreten bir üniversite ise kendisi patron oluyor!..
Prestij
40 yıllık meslek hayatımızda, hak etmedikleri bir şekilde o makama oturup da odasından hiç dışarı çıkmayan, üniversite üzerinde zerre kadar kontrol sağlayamayan, üniversitenin prestijini artırmak yerine daha da azaltan çok rektöre şahit olduk.
Bu yüzden her üniversite senatosunun kendi misyon, vizyon ve hedefleri doğrultusunda rektörlük, dekanlık, bölüm başkanlığı kriterlerini belirleyip, başvuruların o çerçevede yapılmasını sağlamak en doğru olanıdır.
Nasıl ki yeni kurulan bir üniversiteyi, köklü üniversiteler ile akademik anlamda kıyaslamak yanlışsa, aynı kriterlere göre rektör atamak da hataların en büyüğü olur.
Biri günlerini yeni kampüs kurmak için şantiyede geçirirken, diğeri uluslararası projeler peşinde koşar.
Yine aynı şekilde meslek adamı yetiştiren ve 50 binden fazla öğrencisi olan üniversite ile 3-5 bin öğrencisi bulunan ve neredeyse aynı bütçeye sahip olan üniversitelerden aynı başarıyı göstermelerini beklemek abesle iştigal olur.
Hep ilk 10, ilk 50, ilk 100 üniversite olalım diyoruz ama onların bütçelerine hiç bakmıyoruz.
Üniversiteleri konuşmaya keşke oradan başlasak ve yüz binlerce kontenjanın neden boş kaldığını, mezunlardan ne kadarının iş bulduğunu sorgulasak biraz da!
Rektörün nasıl seçileceği elbette önemli ama çok daha önemlisi üniversiteyi hangi kaynakla, nasıl yöneteceği?..
Bırakın patenti ve ürüne dönüşmüş projesi olanı, uluslararası tek yayını olmayan çok rektör gördük. Böyleleri dün de vardı, bugün de var. Yani akademik dünyada değişen çok da fazla bir şey yok!..
Özetin özeti: Bir yerlerde bir hata yapıyoruz ama nerede? Hâlâ kuralları değil, isimleri tartışıyoruz...