27.06.2022 - 08:42 | Son Güncellenme:
Ömer Selçuk Baz / Mimar
Bir çalışanım, tek bir cümleyle anlamamı sağlamıştı: “Mimarlık ofisleri, yöneticilerinin özetidir...” Üstelik sadece yapıları değil, tasarım süreçlerini ve hatta ofisin işletme, düşünme biçimi, ekonomi yönetimi, her tür üretme ve tüketme alışkanlıklarını da kapsayan bir tarifti bu. Bunda ne var diyebilirsiniz, ancak bazen gözünüzün önünde dönüp duran bir gerçeği kısacık bir cümleyle duyana kadar görmeyebiliyorsunuz. 2003 yılında henüz taze mezun mimarken bir mimarlık gezisinde Mehmet (Kütükçüoğlu) ile tanışmış, biraz zaman geçirmiştik. Biraz mesafeli halinin arkasında paylaşmayı seven başka türlü bir iddia belli belirsiz görünüyordu. Bana “banal olanın” gücü hakkında kısa, öz ve yine de çeşitlilikler içeren fikirlerini aktarırken herhangi şeylerin büyüleyici etkileri üzerine düşünme fırsatı bulmuştum. Mehmet basit gibi görünen, önümüzde durup hiç fark etmediğimiz ya da bilerek görmezden geldiğimiz, ilk sırada elediğimiz “banal”in gücünden bahsediyordu. Bu herhangi şeyler üzerine ürettiği, basit gibi görünen argümanların ötesinde, sofistike ve katmanlı bir zihin yapısıyla düşündüğünü sonraki yıllarda görebildim. Ertuğ (Uçar) ile ne zaman tanıştığımı anımsamıyorum. Ama Ertuğ ile konuşurken hala düşüncelerinin ağzında büyüyüp, yuvarlanıp, ağırlaştığını hissine kapılıyorum. Sanki içerde bir şey beyninden geçen cümleleri o söylemeden azaltıyor, ağırlaştırıyor. Belirli bir yoğunluğa geldiğinde de söyleyiveriyor. O’nun bu hali sanki “Ormanda Kaybolmak” adlı müthiş kitabında daha da açığa çıkıyor. Son derece rafine çizimler, müthiş esprili, kısalı uzunlu metinler, tanımlar, kitapta sizi oradan buraya sürüklüyor. Bildiğimiz geleneksel mimar kadar aynı zamanda bir yazar. Bu da toplamda haliyle başka bir mimar ediyor. Teğet Mimarlık bana göre Türkiye’deki en orijinal mimarlık ofislerinden bir tanesi. Ve bu özgün hallerini yazının başında da belirttiğim, kısaca tarif etmeye çalıştığım, tuhaf kurucularına borçlular. Öncelikle pratiklerini “bir çeşit araştırma odaklı okul” olarak tarif ediyorlar. Teğet’in belki en belirgin özelliği, işlerinin nerdeyse hiçbir takip edilebilir izleğe oturmuyor oluşu. Çoğu zaman Mehmet’in bahsini açtığı herhangilikler üzerinden, kimi zaman Ertuğ’un rafinasyon filtrelerinden, son derece spesifik olabilecek araştırma konularından, yeniden icat edilen problem ya da bağlamlardan kaynaklı, belirsiz, bulutsu, tarifi zor bir dil var sürdürdükleri. Ama aslında onlar yok dese de var o dil... Tüm projelerinde sürükledikleri, sadece akılcı gibi görünen aksanın arkasında karmaşık, yoğun örüntüler var. Bazen koyu bağlamsal bir tavır, bazen eğreti denebilecek bir alaladelik başlangıç noktası olabiliyor projeler için. Her ne olursa olsun, bulundukları yer ile tartışmalı, çelişkili bile olsa çok katmanlı bir ilişki kurmaya yoğun ilgi duyuyorlar. Yaptıkları tüm yapıların bu büyük, neredeyse üstesinden gelinemez iddianın altından kalktığını söylemek kolay değil. Bunun sebebi bazen iddiaların büyüklüğü, ölçeğin açmazları olabilir. Teğet ile ilgili yazarken web sitelerinde yapıların kime ait olduğuna dair şu ilgi çekici metine rastladım: Bina Kime Aittir? Parasını verip yaptırana mı? Kullanana mı? Mimarına mı? Onu hayatın öteki kanallarına bağlayan kente mi? Geçerken bakana mı? Mimarlık tarihine mi? Bugün kimler tarafından hangi şart ve niyet ile yapıldığına bakılmaksızın geleceğe mi? Malzemesini ödünç veren doğaya mı? Hepsine deyip geçivermek kolaycılık olur. İyi bir mimar, tüm bu aidiyetler arasında kariyerine ışık tutan hassas ve özgün bir denge kurar. Burada da kalmaz. Önündeki her problemde dengenin hiyerarşik yapısını defalarca ayarlar. Bu dinamik yapıdan bir çizgi, üslup çıkarmak zor ve özveri isteyen bir iştir. Güçlü bir sezgi ve sağlam bir duruş ister. Çelişkileri bir arada barındırabilme yetisi ister. Kolay bir barış değildir bu. Dolayısıyla iyi bir bina, bu dünya üzerinde kimseye ait değilmiş gibi hafif eğreti durur. Mimarlığın ve mekan kurmanın son derece karmaşık alengirli sürecini, sert ve doğrudan bir dille kendince anlatıyor bu kısa metin. Teğet’in konuşulabilecek pek çok yapısı var... Beşiktaş Deniz Müzesi 2005 yılında açılmış bir ulusal yarışma. Teğet’in önerisi mevcut bağlama ve eski Deniz Müzesi yapısına sığışan ve içindeki tarihi kadırgalara teknelere göre biçimlenen, dilimlenerek Boğaz ile ilişkilenmiş, tekrara ve bozulmaya dayalı bir örüntü kurmak. Önünde kurulan boşluk, giriş ilişkileri ve mevcut yapı ile kurduğu ilişkiler üzerinden hafif bile olsa eğreti durmadığını söylemek lazım. Çok tartışılabilecek düşey kesiklerden oluşan Boğaz cephesi, içeriden dışarı doğru geliştirilen modernist tavrın sonucu. Yapı üretim kalitesi, içerdeki hareket düzeni, rampa tartışmalı olsa da, yapının Yapı Kredi Kültür Merkezi gibi kent içinde çokça geçtiğimiz bir boşluğa yerleştiğini ve kent hayatını biçimlendirdiğini söylemek gerek. Yapı Kredi Kültür Merkezi ise bir çeşit “koruma” projesi. Yerinde bulunan dönem yapısının geometrisi ve karakteri tutularak iç işleyişi yeniden ele alınıyor. Bu tavır Beyoğlu’nda ve restorasyon işlerinde sıkça gördüğümüz kabuğun sahte bir tavırla tutularak içinin boşaltılması yönünde gelişmiyor. Yapı gerçekten, İstiklal Caddesi satıhlarını tutarak neredeyse eski geometrisinde yeniden inşa ediliyor. Ancak büyük bir farkla; kuzeye ve İstiklal Caddesi’ne, önündeki meydana bakan cephesi bir çeşit sokak galerisine dönüştürülüyor. Bu sıkışan rampa merdiven girişinin niteliği ve Akdeniz heykelinin yapıdaki pozisyonu yapı için konuşulabilecek kritik konular. Ancak Deniz Müzesi’ndeki tuhaf rampa gibi Yapı Kredi Kültür Merkezi’ndeki rampa merdivenlerde beni tasarımcıların metinlerde bahsettiği, birbiriyle çelişen durumların enerjisine dair henüz konuşmaya hazır olmadığım yerlere götürüyor. “Banalite” kadar “çelişki”nin de yaşadığımız coğrafya mekanına ait bir olgu oluşu, onu yaptığımız mimarlıklara taşıyabileceğimiz anlamına gelir mi sorusu kafamda yankılanıyor. 35. Sokak, Yapı Kredi Akademisi ve pek çok Akdenizli ev projesi Teğet’in, Mehmet ve Ertuğ’un üzerine uzun uzun konuşulabilecek diğer işleri. Ölçeğinden ve konusundan bağımsız bu işlerin kendine özgü problem tanımları var. Çoğu kez tasarımdan ve hatta işveren beklentilerinden önce bu problemler yeniden tarif edilmeye çalışılıyor. Ve esasen üretimlerin esas çıkış noktası, tasarımın kendisinden çok bu problem tarifi. Yoğun bir konut dokusunun bir sokak sarmalı etrafından bir tipoloji zinciri kuracak biçimde çözümlenmesi, mevcut gridal bir ofis yerleşimine eklemlenirken kendi dil ve dokusunu oluşturma ya da pek çok alakasız konut projesi arasında tipolojik ilişkiler kurma çabası bu tanımlardan sadece bazıları. Darzana, Venedik Bienali için yaptıkları “enstalatif tekne” küçük bir iş, ancak ekibin tüm yapma ve düşünme biçimlerini çok iyi özetliyor. Problemi baştan kendilerine göre tarif ediyor, yapacakları malzemeyi ve bağlamı icat ediyor, tavizsiz bir biçimde ve çok özgün bir yapma biçimiyle düşüncelerini maddeleştiriyorlar. Zamanında kamusal alan ve şeffaflık üzerinden çok tartışıldı bu iş. Doğrusu ben de eleştirel yaklaşan taraftayım ancak yine de tartışmaların yapılabilmesi için çok güçlü bir zemin sunduğunu düşünüyorum. Sona gelirken, Teğet Mimarlık’ın, entelektüel ve hatta akademik seviyede yaptığı üretimin ülke mimarlığı içinde, kolaylıkla ayırt edilebilecek nitelikte olduğu açık. Bu metinler ve düşüncelerle desteklenen mimarlık yapma biçimi bir çeşit teorik altlık ile kuruluyor. Önceki jenerasyonlar için zikredilen sadece “yapan mimar” tarifi, düşünen, yazan mimar ile değişmekteyken buna düşünerek, kurcalayarak, çatışarak, çelişerek, araştırarak yapan katmanı eklenmiş oldu. Pek çok spekülasyon taşısa da teori ve pratik arasında güçlü köprüler kurarak mimarlık yapmanın ne kadar zor olduğunu tekrar anımsayarak bu işlere bakmanın çok önemli ve öğretici olduğunu düşünüyorum.