03.10.2018 - 11:45 | Son Güncellenme:
UĞUR UGAN
Dağın yamaçlarına yaslanmış onlarca göz ve bu gözlerin ovaya dikilmiş bakışlarıyla karşılaşıyorsunuz cepheden Kayaköy’ü izleyince. Terkedilmiş evlerin pencereleri evvel zamanlardan kalma bir nazarla yukarıdan bakıyor. Bir zamanlar bu evlere ışığını verenlerin ruhları halen oralarda geziyor sanki. İçi boşaltılmış yapıların arasına girip çıkıyor. Rüzgar değdikçe geride kalanların seslerini duyuyor gibi çıkıyorsunuz bugün patikaya dönmüş sokakları. Işığı birbirini kesmeyen evlerin arasında Ege'nin gümrah ağaçlarının rayihalarını duyarak. Her bir hane; terk edeninin arkasından bir ağıt misali metruk duruyor. Uzun süre dikkat kesilince birbirine benzer yapılar hipnotize ediyor. Burası Likyalıların Karmylassos, Rumların Levissi, bugün Türklerin ise Kayaköy dedikleri 5 bin yıllık geçmişini hala sırtında taşıyan kent.
Bugün yalnızca nekropolünden kalıntıların bulunduğu Karmylassos MÖ.3000’lere dayanan bir tarihe sahip. 'Güneş Ülkesi' Likya'nın cazibe merkezi olan yer bugün sanki bütünden bütüne bir nekropol gibi. Ölümle her daim yakın olmuş bu coğrafyada bir cenaze töreni gibi duruyor kentin kendisi. Tarih boyunca ölüler için yapılan ayinler ve mezarlık kültürü bu bölgede de oldukça dikkat çekici. Bugün girişinde ‘Turabi mezarlığı’ yazısı ile karşılaştığınız alan bu durumu kanıtlarcasına yerli yerinde duruyor. Levissi’nin ölü gömme törenleri burada yapılırmış. Birbirinden farklı inançlara ev sahipliği yapmış kentin ibadet ve cenaze gelenekleri de zamanla iç içe geçmiş. Pagan inanışındaki ritüeller Levissili Rumlarda da görülebiliyor. Likya’dan devralınan gelenek törensel ayinde kendini gösteriyor. Birkaç çukurdan oluşan mezarlığa dörtgen bir kapıdan giriliyor. Yanında ise bir şapel var. Ölüler şapelde okunan dualarla buradaki çukurlara gömülüyor. Gelenek gereği 7-8 ay sonra ise kemikleri buradan alınıp Meryem Ana ile Panayia Pirgiotissa Kilisesi’nde kemiklik denilen bölgelere konuluyor. Zaman içerisinde ise bütün köyün kemikleri burada birbirine karışıyor. Yeniden topluca dua ediliyor. Friglerden öğrenildiği sanılan bu adet uzun yıllar sürüyor. Yaşamda yan yana olan Levissililer ölümde de birbirlerine karışıyorlar. Tıpkı bugün kente izlerini bırakan tüm ruhların karıştığı gibi.
Karmylassos'un kalıntıları üzerine 14. yüzyılda inşa ediliyor Levissi. Konya'nın Sille kasabasından gelen Rumların buraya yerleştiği biliniyor. Bugün de adı göçle anılan bu kenti o dönemde de göç edenler kuruyor. Anadolu Rumları'nın geleneği üzere ekilen araziye değil kayalık alanlara ev yapma fikri burada da kendini göstermiş. Sille'den gelenler beraberlerinde mimari bir geleneği de getiriyorlar. Evlerin dizaynında kullanılan yapılaşmaya göre hiçbir ev bir diğerinin ışığını kesmiyor. Işığın ülkesinde ışığın kullanımını bile bölüşüyor Levissi halkı. Güneşten aldığını kendi arasında pay ediyor. Bu şahane yapılaşma bugün Kayaköy’ü nadide kılan ve o dönemin ruhuna saygı uyandıran en önemli özelliklerden. Günümüze kadar ulaşan yapıların 19.yüzyılda inşa edildiği biliniyor. Evlerin bir çoğunda şaraplık ve kuyu bulunuyor. Bizans mimarisinin özelliklerini taşıyan evlerin cephelerinde kiremit ön planda. Her bir evin içine girdiğinizde ise bugün solgunlaşmış mavinin tonları karşılıyor sizi. Kayaköy evlerinin nerdeyse hemen hepsinde bu durum hakim. Fosforu kaçmış bu soluk mavi Kayaköy'ün simgeleşmiş rengi gibi. Yer mozaiğinin oldukça şık durduğu zemin ise üzerinde yürümeyi ayrıca güzel kılıyor.
Levissi 19. yüzyılda dönemin en önemli merkezlerinden. Tarımla uğraşan Türkler ve Yörükler ovada yaşarken Levissililer yamaçlarda yaşıyor. Yıllarca eczanesi, hastanesi, hekimleri, okulları, postanesi ve zanaat atölyeleri ile yörenin en büyük sosyal ve ticaret alanı. Sakinleri; marangozluk, ev inşa etme ustalığı, nalbantlık, demircilik, terzilik gibi mesleklerde ustalaşmışlar.
“Kasabamız sanki at arabasının icadından önce tasarlanmış gibiydi. Ne vakit olduğunu kim bilir! Her halükarda yol alabilmek için başlarının üstündeki testilerde su taşıyan kadınların yanından, bütün o gürültünün içinde arsızca uyuyan köpeklerin yanından, seyyar satıcıların, tüccarların, dilencilerin ve zanaatkarların yanından ve hayattaki tek işlevleri, aylaklıklarını sürdürebilsinler diye verdiğimiz sadakalarla hayatta kalmalarını sağlayan bizlerin ruhunu parıldatmak olan dilencilerin bacakları üstünden geçerken yolumu açmak için onları itip kakmam gerekmişti. Hepimiz için bu tür hediyelerin anonim olması daha hayırlı olduğundan dilenciler avuçlarını iyice açarken gözlerini yere indirirlerdi…”
Böyle anlatıyor Louis de Bernieres, Kayaköy’de geçen “Kanatsız Kuşlar” adlı enfes romanında. Yazarın da bahsettiği kasabanın her bir figürü şu an açık hava müzesi gibi gezdiğimiz sokakları renklendirmişler yıllar yılı. Fakat günün birinde bu kasabaya ruhunu verenler geri dönerim umuduyla tek bavulla gitmişler buradan. Arkalarında büyük bir kültürün mirasını bırakarak. 1923 yılında Lozan Barış Antlaşması'ndan sonra gerçekleştirilen mübadele ile buradaki Rumlar 6 hafta içinde terkediyorlar Kayaköy'ü. 12 bin Rum bir daha geri dönememecesine ayrılıyorlar anavatanlarından. Bugün Kayaköy'ün her köşesinde gidenlerin ellerinden kalma bir nakış, bir dokunuş, bir hatıra hissediliyor.
Bir terk edilmişlik müzesi gibi gezdiğimiz Kayaköy’ün başlangıcında Hacı Teodara Çeşmesi gelenleri bir 'hoşgeldin' seremonisi gibi girişte karşılıyor. Çeşmenin hemen üzerindeki yükseltide ise o dönemin kız okulu halen ayakta. Yalnızca ilköğretim hizmeti sunan okullarda sadece Rumca eğitim veriliyormuş. Buradan aldıkları eğitimi devam ettirmek isteyenlerin adresi ise yıllar yılı Rodos, Atina ve İstanbul olmuş.
Çeşmeden yukarıya doğru çıktığınız yokuş ise sizi Kayaköy'le tanıştırıyor. Cepheden gördüğünüz onlarca yıkık dökük harabenin olduğu kentle göz göze geliyorsunuz. Taş basamakların arasından çıkan otlar sokak aralarını patikaya çevirmiş neredeyse. Her bir yapıya dikkat kesilerek ağır ağır yürüyorsunuz.
Kayaköy’de yaklaşık 500 hane bulunuyor. Evlerin her birinin 50 metrekare büyüklüğünde olması ise bir başka dikkat çekici unsur. Buradaki yaşamı; küçücük evlere sıkıştırdığı anlaşılıyor kasaba sakinlerinin. Ev içlerinde ocak ve nişlerin izleri var. Her evin o günkü sıcaklığını gözünüzde canlandırmaya çalışıyorsunuz. O gün orada yaşananlar, o evlere girip çıkanlar gözünüzün önünde ete kemiğe bürünüyor. Bir zamanlar içinde bir yaşamın olduğu her hanenin kendince bir şirinliği, sempatikliği var. Su kullanımı için ise Bizans döneminde İstanbul'da da uygulanan çatılardaki yağmur suları biriktirilme yöntemi burada da uygulanmış.
2 tane büyük Ortodoks Kilisesi var kasabanın . Meryem Ana ve Panayia Pirgiotissa kiliseleri. Büyük törenler ve ayinler burada düzenleniyor. Kiliseler taban mozaiği ile göz alıyor. Gündelik hayatta dinin etkisi yoğun yaşanmış olacak ki ev aralarında bir çok şapel var. Kayaköy'de 35'e yakın şapel bulunuyor.
Birbirine yakın mesafedeki bu yapılardan sıyrıldığınızda ise o dönemin çarşısı ve geniş meydanı ile karşılaşıyorsunuz.
Tepedeki yolculuğunuzu sonlandırıp dik yamaçtan bugünkü merkeze indiğinizde ise soluk almak için 1000 yıllık Kayaköy kahvesi duruyor. Bu kahve o dönem Türklerle Rumların buluşma mekanı. Halen Kayaköy meydanında yeni konuklarını bekliyor.
Bugünün Kayaköy’ünde ise yeni bir popülasyon var. Büyük metropollerden kaçmak isteyen orta sınıfın yeni yerleşim yeri olmuş Kayaköy. Beyaz yakalı kentliler, kentten getirdiklerini bu hem doğal hem uygar köye de adapte etmişler. Bölgenin aynı zamanda Likya Yolu üzerinde olması da beldeyi yürüyüşçülerin uğrak mekanı haline getiriyor. Terkedilmişliğin, göçün, göçüp gidenlerin, son sözü yarım kalanların, alıp başını bir daha dönemeyenlerin, hayatın tüm unutuşlarına rağmen mekanın kalıcılığının bir kanıtı gibi Kayaköy. Zamanın ellerini üzerinde taşıyor, terk-i diyar eylemenin yıkıntıları arasında sizi gezdiriyor ve harabelerin arasından sızan ışığını paylaşıyor. Sadece varlığıyla kendi kendini anlatmaya yeten bu köy tarihe odaklanıyor ve evvel zaman içinde kaybolan insanları yeniden hatırlamamızı sağlıyor. Epeyce yorgun ama yılların kadim olgunluğu var üzerinde, darmadağın ama estetik. Yaslandığı yamaçtan yıkık dökük bakıyor bugüne.