Çalgı Çengi filmi ilk çıktığı zamanlarda çok başka bir zekanın ürünü olduğunu düşünmüş, Selçuk Aydemir’in yaptığı her işi hayranlıkla takip etmeye başlamıştım. İnce mizahı, sahnelerinde zekice detaylar barındırması, kendine özgü çekim teknikleri ile sıra dışı bir yeteneğin temsilcilerindendi. Tam bir Aykırı Zihin olan ve çok az röportaj kabul eden Selçuk Aydemir ile çocukluğundan, düşünce sisteminin temellerinden, setteki ortamdan, insan ilişkilerinden, yetenekleri nasıl keşfettiğinden, varoluştan, bilinçten, vicdandan kısacası hiçbir yerde okuyamayacağınız çok özel konulardan oluşan uzunca bir sohbet gerçekleştirdik. Yeni jenerasyonun deyimiyle röportajın bir noktasından sonra tam bir ‘uçuşa geçiş’ yaşadığımız, beyin fırtınasına dönen bu keyifli sohbet çok özeldi.
Kendinizi birkaç kişilik özelliğinizle tanımlamanızı istesem ne söylerdiniz?
Şüpheci… Ama her şeyden, her kuramdan, kuraldan, her şeyden şüphe eden biriyim. Klasik algısını ve düz yolu sevmeyen biriyim. “Bu böyle yapılır, bunun kuralı budur” denmesinden nefret eden, aşırı hayalperest biriyim. Ama aşırı, normal değil, rüya gördüğümde mesela çok kurmaca dediğim olur. Rüya görmeyi çok severim ama çok az rüya görürüm. Böyle bir şey oldu, soğuttum kendimi rüyadan. Sıklıkla rüyada olduğumu anlarım. Sonra da rüyayı yönlendirmeye başlarım. Ve “Artık uyanayım” dediğimde de, uyanırım. Rüyanın içerisinde “Yok bu gerçek değil” algısına girebiliyorum. İnatçı mıyım? İnatçıydım, ben çok inanmam insanların karakterlerinin değiştiğine ama inatçıydım. Sonra bir şeyler keşfetmeye başladım. İnatçılığın zararlı olduğunu anlamaya başladım yeteneğimle ve işimle alakalı. X kişisi oturuyor, onunla işimle alakalı bir şey konuşuyorum. O kadar garip şeyler yaşadım ki; dünyanın en boş insanında, o en boş cümlesini söylerken, bir senedir cevabını aradığım sorunun yanıtını bulduğum oldu. Bu bir olur, iki olur, sonra dedim ki, “Galiba benim burada anlamam gereken bir şey var, işimle alakalı konularda inatçılık yapmamam lazım”. İşimin dışındaki konularda inanılmaz inatçıyımdır, öyle böyle değil. Mesela sizinle şu an röportajı konuşurken de beynim hep benim işimdedir, projemdedir. Sizi hep inceliyorum mesela, “Bu konuda şöyle, kızı öyle, eşi böyle, tamam bir sürü bilgisi var, o zaman karakterlerimle ilgili bir sürü bilgi alabilirim” gibi. Ve bütün algılarım açılır. Ne varsa almaya çalışırım. Ondan sonra beynim onları işler zaten. Beynim daha sonra bu bilgileri çok garip bir anda çıkartır. “Bak Hoca böyle demişti hatırlıyor musun? Bunu gel şu kitapla kombinleyelim” gibi bir anlaşmam var benim beynimle. O yüzden inatçılığımı işle alakalı kırdım. Ama sosyal hayatımda inatçıyımdır, izoleyimdir. Sosyal olsam da, izoleyimdir. Bugün diyelim ki; 15 kişiyle görüşeceğim, dün sabah 10.00’da başladı akşam 11.00’da bitti toplantılarım. 13 saat toplantı yapıyorum. Yaklaşık 20 kişi, biri gidiyor, biri geliyor. İşimle alakalı olduğu için ne olduğu hiç umrumda değil, 13 saat nasıl geçti hiç bilmiyorum. Onun yorgunluğu nasıl bir şey hiç bilmiyorum. Ama mesela bana şunu yaptırtamazlar: “13 saat boyunca gel, bir yere gidelim, kahvaltıyı orada yapalım, oradan çıkacağız arkadaşlarla bilmem ne kampına gideceğiz, oradan bilmem ne yapacağız”. Öldürseler beni oraya sokamazlar. Daha izole, bir şekilde kendi oyun alanıma çekebileceğim sosyallikleri severim.
Bunları organize ederken bir sıkıntı yaşıyor musunuz? Sonuçlar kafanızda uçuyor mu? Yoksa klasifiye oluyor mu dosyalar?
Klasifiye ediyor tabii canım! İşle ilgili öyle bir şey mümkün değil, çünkü ortalığı dağıtırım. Örneğin şu an benim işimle alakalı bir toplantıdayız daha üçüncü cümleniz ve (diyelim ki) benimle alakalı gitmiyor olay. Saçma bir şey için ben buradayım mesela. Anladım ki benim işimle alakalı değilmiş, bizim ekipten başka biriyle görüşülmesi gereken bir şeye ben çağrılmışım mesela. Orada kıyamet kopar. Beni oraya getirtmeyeceksin. Benden o vakti yeme. Yersen ben senin bütün gününü yerim. Mahvederim senin psikolojini ve çok pis bir yönüm var. Hatta yeni dizide 5. bölümde kullandım onu. Ben halden anlarım. O yüzden bir insanı nasıl darmaduman edeceğimi çok iyi bilirim. Bende de öyle bir şey var, çok rahat çözerim karşı tarafı. Mesela sizle alakalı çok fazla bilgim var şu an, bu kadar az konuşmaya. Ve sizi demoralize edecek şeyi çok rahat bulurum. Hiçbir şekilde sezdirmeden buradan inanılmaz mutsuz kaldırtabilirim. Bir kere daha benle görüşmek istemezsiniz. Ben böyle hallederim sosyal meselelerimi. İstemediğim yerde zorla bulunayım, atıyorum, eşimin arkadaşlarıylayım. Ama istemiyorum ben o grupla bir daha görüşmeyi. Kimseyi kırmadan, dökmeden, küfretmeden, saygısızlık yapmadan, o grubun alfası kimse onu inanılmaz mutsuz ederim. Bunu benim eşim, o gruptakiler, kimse asla anlamaz. O insan benden öyle nefret eder ki, bir daha benle aynı masaya oturmaz.
Bu çok özel bir yetenek ama çok kötü, üst düzey bazı yöneticilerde olan mobingin tanımı bu…
Mobingin dibi bu (kahkahalar). Sevmediğim insanları hayatımdan çıkartmak konusunda, mobingin ete kemiğe bürünmüş haliyim.
Sette durumları nasıl yönetiyorsunuz?
Benim yönetim şeklim şudur, benle çalışan herkeste de bu bağımlılık yapar, sorun çıkmaz sette. Bunu anlamazlar, nasıl sorun çıkmıyor diye. Set dediğin şey sorundur çünkü. Benim mühendislikten öğrendiğim şudur; problemi tespit et, bu mühendisliğin yüzde 50’sidir, kalan yüzde 50’si senin işin değil. Onu teknisyen yapacak zaten. Mühendislerin temel işi problemi tespit etmektir. Bize 4 sene boyunca bunu öğrettiler. Ben problem tespit ediyorum. Set benim için çok güzel bir oyun yeri, bir sürü problem çıkıyor çünkü. O problemleri çözüyorsun, problem çözmeyi çok seviyorum, bulmaca çözmek gibi benim için. Onları çöze çöze işi yapıyorum. Bir sonraki aşamada dedim ki, “Problemleri çıkmadan da çözebilirim”. Şu an onu yapıyorum. İnsanlar anlamıyorlar bunu.
Sizin yaptığınız bu şey bir yetenek ve davranış biliminin temeli. Davranış bilimci değilsiniz ama. Farz edin ki davranış bilimiyle ilgilenen bir insan artı bu yeteneğe sahipse fark koyar. Bizim de işimiz tekniktir ama sanatsal yönün ve yeteneğin varsa özel bir hekim olursun, o yoksa sıradan bir hekim olursun.
Şu an söyle bir sistem geliştirdim. 6 gün çalışır, 1 gün dinleniriz. O, 6 günün sonunda bütün ekip şeflerini topluyorum, “Var mı benle alakalı bir sıkıntı, bir şey oldu mu? Yemeği beğendin mi? Benim yapabileceğim, değiştirebileceğim şeyler var mı?” diye sorarım. Herkes teker teker derdini söyler, ben söylerim, ekipler birbiriyle konuşur. Ben notlarımı alırım, boş günde gider yapımcıyla mı halledeceğim, onunla hallederim. Ekibim bütün sorunlarını çözerim. 1 hafta sonra tekrar 6. gün tekrar sorarım: “Arkadaşım sorun çözüldü mü?” “Çözüldü”. “Seninki? Seninki hala devam ediyor”. Notlarımı alırım. Onlar yönetmenlerini sorgulama yetkisine gelirler ve derler ki “Hocam şu sahneleri çok uzun çekiyorsun”.
Sınırı nasıl koyuyorsunuz? Çünkü hadsizlikle, eleştirinin sınırını bilmeyen çok insan var.
Tam olarak çıktığım yer orası oldu Hocam. Neymiş biliyor musunuz? Benim sıkıntım özgüven eksikliğiymiş ciddi anlamda. Şu an ben bir yapımcıyla oturup, “Arkadaşım kötü yemek veriyorsun ekibe, bu yemek değişecek, yoksa ben sete çıkmam” diyebiliyorum artık. Ve o yemek değişiyor. Ya da ekipten biri bana “Hocam yavaş çekiyorsun” diyemiyor çünkü ben ülkenin en hızlı çeken yönetmenlerinden biriyim. Nasıl çektiğimi anlayamıyorlar zaten. “Nasıl kurdu, nasıl olduk? Bağlanabilir mi bu?” endişesindeyken, “Tamam ben hallettim, siz diğer seti kurun” diyorum. “Hocam kuruyoruz ama bu kadar hızlı olmasak mı?” deseler de o özgüven oturunca diyorsun ki, “Hadi sorgulayın, ne var?” O sınır davranışsal olarak geliyor, çünkü bu kadar açık ya her şey, siz beni sorgulayabiliyorsunuz. Ben sizi sorgularsam ne olacak? “Ben buna bir dersem o bana 10 deme yetkisinde zaten. Ben bu biri diyorum ve adam bir şey demiyor ama hatamı görüyor, gelip benle birebir de konuşuyor” diye düşünüyor karşımdaki. “Geç kalma, bir daha bunu yapma, söyle çocuklara sağda solda konuşmasınlar” derim, devam ederim. Başkasının yanında yapmam. Haliyle onlar şunu görür: Adamın bir ünvanı var, gücü var ve bunu kullanmıyor. Kendisinin gücünü bize verip, kendisine karşı kullandırtıyor. Bu inanılmaz bir sahiplenme getiriyor. O zaman şunu diyebiliyorum, “Arkadaşım şu mavilik var ya, onun gerçekçi olmasını istiyorum, o yüzden iki saat sonra kayda gireceğim, bir şeyler yiyip, için”. Onlar da “Bu mavi, bu adama lazım” derler. Bu kaygılardan insanları yönetebilmenin, garip vandalca yöntemlerini bulup, acı çektirerek, eziyet ederek işimi yaptırmışım. Şimdi o dönüşümü görme nedenim şu; o özgüven yerine geliyor, durumu biliyorsun, bir de insanların duygularını önemsediğim garip bir evre başladı son 3-4 senedir. Haliyle bunları da insanlara izah ederek anlatabiliyorum, onların gözünde bir saygınlığım da olduğu için hiçbir sıkıntı çıkmıyor ve onlar bu yöntemden çok da memnunlar. Birinin sivri olması bizde iyidir ama benim konumumda bir adamda ters teperdi. Şimdi başka bir yönetim biçimine evrildim. Çok daha güzel oldu. Sendikal şartlara en uygun set bizim setimiz oldu. Asla 12 saatten fazla çalışmam ben sette. Zaten seti bulmaca çözmek anlamında seviyorum evet ama sette olmayı sevmiyorum.
Çok sosyal olmak zorundasınız değil mi?
Evet, sosyal olmak zorundasınız. 300 kişi var sette.
Bu tür üretken insanlar izole olurlar. Hatta bilimsel bir çalışma da var. Çok kesin rakamlarla söyleyemesem de, özeti şu: Bu insan tipi 2 saat sosyalleşiyorsa tekrar üretken hale gelmesi için belli bir süre yalnız kalması gereklidir.
Oh ya bir türlü bunu anlatamadım. Senelerce bunu anlatamadım, “Kirleniyorum” diyorum bende. Sete girerim, o set biter, “Ailecek Şaşkınız”ı çekiyoruz. Set beş buçuk haftaysa ben birinci günden itibaren başlarım, “Hissediyorum, kirleniyorum” diye ve set biter, ben yatağa düşerim. Bir türlü teşhisi konulamayan bir hastalığım var.(gülüyor)
Dışarıdan görünen ve aslında olunan farklıdır. İnsanlara ifade etmek istediğimiz ve edemediğimiz birtakım özelliklerimiz vardır bizim. Dışarıdan farklı görünür. Sizin bir şekilde ifade edemediğiniz ve keşke çevrem tarafından da bilinseydi dediğiniz yanlarınız var mı?
Yok. Nedeni de şu, bir insan kendini ifade etmek isterse, eder. Ben bunun istisnasını görmediğim için bu kadar kesin konuşuyorum. Hele hele benim konumumda biri. Twitter’da bir şey yazarsın, yüzbinlerce insan onu görür, Instagram’da bir şey koyarsın görür. Kendi işinle alakalı röportaja çıkarsın, anlatırsın. Benim kendimi anlatmak için inanılmaz bir potansiyelim var, ben anlatmamayı seçiyorum. Dünyada da bütün kalburüstü senaristlerin hocası olan Robert Mckee’nin çok güzel bir teorisi var, Türkiye’ye geldiğinde seminerine gitmiştim, hala online derslerine girerim, kitabını başucu kitabım gibi her sene okurum. Der ki; “Ne yaparsa yapsın, ne kadar yetenekli olursa olsun, ne kadar gizlemeye çalışırsa çalışsın, kişinin yazdığı şey kendisidir. Asla kendinin dışında bir şey yazamazsın”. Kendini düzelt, yazdığın şeyi düzeltmeye çalışma. Sen kendini düzelttikçe şaşırılacak bir şekilde göreceksin ki, ortaya çıkan şey bambaşka bir yere gidiyor. Instagram’da benim işim dışında bir şey göremezsiniz Hocam, Twitter’da da öyle.
Siz çok fazla sevmiyorsunuz sosyal medya kullanmayı.
Hiç sevmem, kahvehane gibi görüyorum orayı. “Ne konuşuluyor, şu an ne var, çok koptum mu dünyadan?” diye bakarım. Mesela Van’a gittim. İnsanlar tatile gittim de tatil fotoğrafı koydum diye düşünüyor. Tatilde neden Van’a gideyim? Misak-ı Milli sınırları içerisindeki her yeri çok seviyorum da, en azından Sivas’a giderim, Sivas’lıyım sonuçta. Van’da film yapmaya çalışıyorum bir süredir. Ve orayı yerinde göreyim istiyorum. Aslında o işimle alakalı. Ama farkında değil diğer taraf. İki-üç sene sonra vizyona girdiğinde o film, bu da işiyle alakalıymış olacak. İşim dışında hiçbir şey koymam, orayı vitrin olarak kullanıyorum. Amacım da hep şudur, tanımak mı istiyorsun; izle, oku! Zaten tanıyacaksın. Çok başka bir yere gidemiyorum zaten ben.
Tanınır olmak hangi kişilik özelliğinizle örtüşmüyor?
Sosyal hayatı çok sınırlıyor. Ben onu bir ara yaşadım, kâbustu benim için. Bir de benim arkadaşlarım Ahmet, Murat, Şinasi, Sadi biz beraber başladığımızda birçoğu tanınmıyorlardı. Ve yavaş yavaş onlar tanındıkça, nelerin ellerinden alındığını gözümle gördüm ben. Kendi filmlerimde, dizilerimde görünmeyi severdim. O ufak görünmeden bile tanımaya başladılar. Sonra bir yere girdiğimde, bir kafeye oturduğumda yan taraftakilerin konuşmasını değiştirdiğini fark etmeye başladım. Oradan birinin bana bakıp, benimle fotoğraf çektirmek istediğini anlıyordum. Zaten işinin dışında sosyalleşmeye kirlenmek gözüyle bakan adam, bir de üstüne üstlük onu da yaşayamayacak.
Kirlenmek olarak gördüğünüz için ünlü olma durumunu sizin yaşamanız çok zor olsa gerek.
En son filmimiz 4 milyon küsur izlendi. Bir tane röportajım yok. En son röportajlarım kitaplarımla alakalı, onların da manevi bir yönü var. Bunların hepsi bağış ve bir yerlere dokunuyor. O nedenle “Bunları iş görme Selçuk, git bunların tanıtımını yap!” diyorum kendime. Diğer tanıtımları da benim oyuncu arkadaşlarım yapsın, ben niye yapayım. Ben görünmeyeyim. Arkadaşlarıma da bunu anlattım. “Benim yapıma çok ters bir yer burası. Sizin de özgürlüğünüzün elinizden ne kadar alındığını gördüm. Ben bunu istemiyorum. Yapamam, yaparsam yazamam. Yaparsak hepimizin hayatıyla ilgili iş sıkıntıya girecek” dedim. Hepsini geçtim, ben THY’de uçak mühendisliği yaparken de yazıyordum. Ben kendimi bildim bileli yazıyorum, bana para vermeseler de yazıyorum. Çok acayip bir şey elimden alınmış olur o zaman. Suni bir şeyin içine girmiş olacağım tanınırlık durumunda.
Ben bir hekim olarak şöyle bir şey yaşıyorum; her yaklaşan bir hastadan bahsediyor. Benim mail kutum “Hocam unutuyorum, ben ne yapayım?” sorusuyla dolu. Sizi her gören de “Oynayabilir miyim?” diyordur.
“Benim yeğenim şu işlerle ilgileniyor, şu var, bu var, rol yapabilir miyim?” 33 yaş öncesi diyorum ya, öncesinde çok sert çıkardım, annem babam bile itelemeye çalışsa birini, çok sinirlenirdim. Sonra dedim ki, “Öğrenemezsin böyle, anlayamazsın. Aç kapıyı”. Baktım ki çok büyük bir mesai alıyor, ikisinin ortasını yapmaya başladım. Kıramayacaklarımla konuşup, neden olmayacağını anlatıyorum. “Biz aynı aşiretteniz diye sen burada çalışmazsın, böyle olmaz” diyorum. Gördüm ki tanınmış olmanın yönetmen ve senarist için hiçbir faydası yok. Diğer tarafta insanın atladığı şey şu, tanınmamak istediğim yer burası, yaşam alanım, ülkem. Evet, burada tanınmak istemiyorum. Ama sektörümde tanınmak istemiyorum diye bir durum yok. Sektörümde beni tanımayan bir Allah’ın kulu yok. Sektörümde fazlasıyla bilinen biriyim ama işim benim burası ve para kazandığım yer burası. Bu işi yaparken birine satarken, kanalla görüşürken ünlüyüm zaten. İşime yarayan kısım burası.
Düşünsel süreçlerinizin evrimini merak ediyorum. Bu sorum yaşama yüklediğiniz anlamın şekillenmesiyle alakalı. Çocukluğunuzda yaşamla ilgili ilk tespitinizi hatırlıyor musunuz?
Benim garip bir huyum vardı. Biraz uyuz bir çocuktum, tahmin edersiniz, hele hele annem babam için eziyettim. Hala babam da der; “Bize garip bir tane model denk geldi, normal bir çocuk denk geleydi aslında ben çok iyi bir babayım”. Ben çok ciddi bir variyet de elde edebilirim, suni bir saygı da elde edebilirim, güzel bir hayat da elde edebilirimi çok küçük yaşta fark etmeye başlamıştım. Değer yargılarını sorgulamaya başlayınca, insan olabilme, iyi insan olabilme, insanların birbirlerine bağlı olduğu gerçeğini kabullenebilme, yırtıcı değil, yapıcı ve kolektif olunması gerektiğini anlamaya başladığım yaş 9-10 falandı benim. Çok kafayı takıyordum “Ben ne yapacağım?” diye. “Böyle bir hayat da olabilir, öyle bir hayat da olabilir. Tamam ya, gerekirse de babam gibi orta halli bir ailem olsun ama ben düzgün bir insan olarak yaşamak istiyorum” diye düşünüyordum.
O dönem iyilik ve kötülük kavramlarınız vardı ve sorguluyordunuz yani?
Evet, ondan sonraki dönemde bilinç takıntısı başladı. Dedim ki, insan bilincinin yok olabileceğine inanmıyorum her şeyden bağımsız olarak söylüyorum. Önce bir tanımlamanı yap, sonra bir yerlere koyarsın. Benim bu yaşadığım şeylerin ve bu edindiğim bilincin yok olabilmesine beni biri inandıramaz. Dünyanın en bilimsel araştırmasını getirin, koyun karşıma inanmıyorum. Bilinç yok olamaz. İnsan çok çok değerli, bu bilinç bir şekilde bir şeye dönüşmek zorunda anlayışı yavaş yavaş oturmaya başladı bende. Nereden bakarsan bak, ister metafizik de, ister dinler de, mitolojiler de… Şu beş duyunun algıladığının dışında da bir sorumluluğum olduğu ve görmem gereken, yakalamam gereken bir gerçek olduğunu anladığım, sorguladığım dönemler oldu, ortaokul lise zamanlarında. Sonrasında da bambaşka şeyler başladı. Her şeyi sorgula, varoluşun dibine gir, o da olmasa, bu da olmasa de, sonra da yapboz. Hayatımın belli dönemleri vardır benim mesela. Bir sene boyunca, sadece bir sorunun peşinden koşarım.
Bilinçle ilgili şu an ne düşünüyorsunuz?
Ben bilinçle ilgili yine aynı yerdeyim, orası asla değişmiyor. Onun üzerine inşa ediyorum kalan bütün her şeyi. Bilincin hiçbir şekilde yok olabileceğine inanmıyorum. Bilincin ne olabileceğiyle alakalı birçok şeyi çözemediğim gibi, bu da çözemediğim muammalar arasında.
Birçok filozof da tartışıyor, “Bilinç nedir?” diye. Nörolojide teknik tanım var ama sonuçta bu bir felsefe konusudur.
Bence ötesinde. Felsefenin de tanımlayabileceği şeyler, varoluşsal ide bağlı düşünce yapısında şu eksik, tanımlamamda hep şunu derim, “İnsan duygusal. Bu duygunun da bir izi var. Benim sesimin şu an bir dalgası var. Benim sesimin içindeki duygu değişiminin de bir frekansı, dalgası var. Benim düşünce yapımın bir frekansı var”. İnsanı anlamaya, bilincini tartışmaya çalışırken de asla atlamamamız gereken şey şu; o duygu dalgaları da o insanı bir şey yapıyor. Onun kümülatif toplamında benim yüzümdeki mutluluk veya mutsuzluk veya depresif hal gibi durumlarımı şekillendiren duygu dünyam da var. Bilinci duygu dünyasından ayrı tutamıyorum ben hiçbir şekilde. İnsan bilinci ve yaşanmışlık bir yanda, duygu bilinci gibi adı konmamış bir şey var. Tanımlamaya çalışıyorum, hala adını bulamadım. İnsan bu duygulardan da kümülatif bir şeye evriliyor. Senaryo kuramlarında da bu hep böyledir. Siz bir karar alacağınızda travmatik bir şey olur, dönüşüm olur, diye anlatılır. O dönüşüm değildir. Gerçek de değildir. O bir şeye küsme halidir. “Ben bu zamana kadar bunu böyle yapıyordum, o olmadı, o zaman tam tersini yapayım”. Bu travmalarda elde edilen şey gerçek dönüşüm değil, dönüşümün hep deriz ya bir kırılma anı olur ve hadise değişir. Bir kırılma anında değişmez. Kırılma fayın boşalması gibidir. O faydaki enerji boşalır. O fay hattına gelen bütün yoğunluk, sizin duygu yoğunluğunuz ve bilincinizle beraber almanız gereken bir karara getirir sizi. Sizin o yaşadığınız süreç içerisinde bilinçlenmeniz birdir, bir de artı bir var diyorum ben, o süreç boyunca yaşadığımız duygudur artı bir. Çünkü bir karar vermeniz gerekiyordur, örneğin bir sözleşme imzalatacağım ben size, hayatınız için çok önemli bir şey. Bu kararı bilinciniz ne kadar belli bir olgunluğa gelmiş ve bunu istiyor olursa olsun, duygu dünyanız orada değilse kararı aldırmaz size. Çünkü bence bilinç abartıldığı kadar üst perdede değil. İçinden çıkamadığım ve karşı geldiğim yer burası. Yani bilinci yöneten insanın kendi duygu dünyası, duygu dünyası da insanın kendi varoluşunu şekillendiren ve bilincini de yöneten bir şey. Mutsuz bir çocukluktan sonra bir fırsatı yakalamakla, mutlu bir çocukluktan sonra o fırsatı yakalamak arasındaki fark gibi bir şey. Bizi duygularımız da yönetiyor, bilincimiz de yönetiyor. Haliyle bilinci diğerlerinin koyduğu yere koyamıyorum henüz.
Zihinsel işlevlerinizi bütünsel olarak kullanımındaki farklılığınızın yanı sıra vicdani yönünüzün kuvvetli olduğunu da gözlemliyorum. Vefa duygunuz çok yüksek mesela. Sizce vicdan nedir ve toplumda ne şekilde tezahürü kıymetlidir?
Geldiğimiz ana eksen hep vicdan oluyor. İnsanı kalan tüm canlılardan ayıran belli bir özelliği var. Ve bunun adına siz ister bilinç deyin ki, o yönetir, ister hazzı erteleme yetisi deyin. Bir mutluluğu başka bir zamana erteleyen başka bir canlı yok benim bildiğim. “Tamam, bunun cefasını şu kadar çekeyim, sonra buna kavuşayım, şu an değil de intikamımı şu saatte alayım” gibi. Çevremizde gördüğümüz canlılar olayı o an yaşar. İnsan hazzı erteleyebilen bir mekanizma içerisinde bilinciyle yürüyor. Kalibrasyon noktası vicdandır. İnsanın varoluşunda özünde olması gereken “fabrika ayarlarına dönüş” gibi bir ayar var ve o ayara da vicdan diyebiliriz ya da buradaki sapmayı yöneten ayara da vicdan diyebiliriz. İnsan vicdanlı olmak zorunda ve o vicdan kumpasına da bir şekilde pusulasını şaşırdığı zaman kendisini rahatsız eden şeyden fabrika ayarlarına dönmüş olarak ayrılabilir. Fabrika ayarına dönmeye çalışıyor insan sürekli. Benim vicdanla alakalı bütün şeyim, fabrika ayarım. Özünde olman gereken bir yer var, bir model var. O model senin vicdanın. “Vicdanım sızlıyor” deriz ya hayır özlemektir o. Evi özlemektir. Ben mesela Çekmece’yi çok özlerim. Vicdan da o evdir.
Korumak için çaba göstermek gerekir mi? Yoksa biz vicdanımızla doğarız aslında mı diyorsunuz? Ama genlerle belirlenince bazı insanlar kötücül olabiliyorlar. Yol boyunca o vicdanı korumak için bir çaba gerekir mi sizce? Yoksa varsa vardır, yoksa yok mudur vicdan?
Vicdan her insanın özünde tanımlıdır. Çok sübjektif bir şeyden giriyoruz ama bence kesinlikle tanımlıdır. Vicdanını kaybedebilir misin? Vicdan noktanı şaşırabilir misin? Bence şaşırırsın. Çok nettir bu da, çünkü şundan dolayı şaşırırsın; değer yargıların değişir. Değer yargıların kanıksanmaya başladığında mesela bizim işin business dediğimiz kirli bir dünyası vardır bizim için. Orada mesela biz bu şok dalgasıyla karşılaştığımızda kâbus gibi gelmişti bize. “Biz bu dünyanın içerisinde nasıl var olacağız?” demiştik. Sonra sektörde yol aldıkça “Tamam ben bunu tercih etmiyorum ama burası bu işin gerçeğiymiş” derken yakaladık kendimizi. Bir süre sonra şuraya geldi “Evet sektör böyle ama ben bunu böyle yapmıyorum”. Kabullendik. Ve benim için inanılmaz yanlış olan “Bu adam dünyanın en kötü insanı” dediğim adamı anlayıp, o adam için “Bir yandan da mantıklı bir şey yapıyor” derken yakaladım kendimi. En son nokta da şu oldu: “Adamın doğrusu bu, böyle yapıyor, ben öyle biri olmak istemiyorum”. Ama sistemin içerisine girsem artık, yadırgamayacağım bir hale getirdiniz siz bu sistemi. Ben haliyle diğer tarafta tutarsam kendimi en azından şu vicdan duygumu koruyabilirim mücadelesini verirken gördüm kendimi. Özellikle son 2-3 senedir. Bir süre sonra sizin o yaşanmışlığınız kanıksanıp, ortak bir şuurla “Bu çok normal, bunun gereği bu” durumuna gelirsek kötü. Doğal seleksiyon için de bu söylenir ya. İnsanda doğal seleksiyondan bahseden bir zihniyet var. Ekosistemi tanımlıyorsun ya doğal sistem derken her şeyden önce. Dünyanın en büyük dolandırıcısı kendisi hakkında şunu söyler “Tamam, güçlü olan ayakta kalsın, bunu zaten biri çarpacaktı, ben çarpmışım da ne olmuş?”
Negatif seleksiyon oluyor ya bir taraftan. Bence insan çok kötü bir yere eviriliyor.
Bir süre sonra kendi aralarında “Bizim yeni kurallara mı ihtiyacımız var acaba?” diye tartışmaya başlayacaklar. Çünkü yamyamlar bir araya geldi.
Kendi sonunu getirecek. “Yapay zekâ” insanları adam edecek.
Korunmazsa çok büyük bir kâbusa dönüşebilir, yeni vicdanını tanımlıyorsun çünkü aslında. Ve o kalp katılaşmaya başladığında, vicdandan bir süre sonra ışık sızmamaya başlıyor ve sen onun yoksunluğunu hissetmediğin için vicdani bir sorumluluğun kalmamış gibi hissetmeye başlıyorsun. Beslemezsen o sistemi gider ve senin normalin olur, en büyük kâbusum o. Bu gerçekten uykumu kaçıran bir şey.
Uzaysal, mekânsal işlevleriniz çok iyi düzeyde. Yani bu “Uzay/boşluk içerisinde yerimi biliyorum ve konumlandırabiliyorum” demek. Ama siz uzay içerisindeki her şeyi çok iyi konumlandırabiliyorsunuz ve harika çekimler ortaya çıkıyor. Bu beynin özel bir fonksiyonu. Bunun çocuklukta bir belirtisi var mıydı? Bunu görsel kompozisyon yeteneği olarak da Türkçeleştirebiliriz.
Yazı dışında yöneldiğim tek şey resimdi. Başka hiçbir şeye de ilgi duymadım. Bir ara trafik kazası geçirmiştim babama org aldırdım, denedim. “Bende bu yok” dedim. Resmi de bırakma sebebim şudur, Beşiktaş’ın alt yapısında oynayan Süleyman diye bir arkadaşım vardı, inanılmaz yetenekliydi. O bizim okula gelene kadar okulun en iyi resimlerini ben çizerdim, onun çizdiği resmi gördüm, utandım. Bir daha da elime kalemi alamadım.
İşte o farkındalık insanı mahvediyor özellikle yetenekli insanları.
Görsel kompozisyon dediğimiz ve çocukluktan beri yaptığım oyun da şudur: Bir şeyi tarif ederken kuşbakışı tarif ederim. Yaptığım oyunlarla da -ki çocuklukta oyun icat ederdim arkadaşlarımla bizde Lego falan yoktu- hep böyle konumlamalar kullanırdım. Mesela Sims’i ilk gördüğümde çok şaşırmıştım, burada köpek var, o köpeği sen besleyeceksin. Biz bunu çocukken yapıyorduk. Bahçeye şehir çizip, oyun oynuyorduk onun içinde. Diğer taraftan sinemanın içine doğdum. 5-6 yaşındaydım sinemada mısır satardım. Babamın yazlık sineması da vardı, babam sinemada her işi de yaptı. Yer göstericilikten büfe işletmesine kadar. İçine doğdum ve ilk günden beri oradaydım. Alt yazı okuyamıyordum ben ve şunu gördüm, bu duygu ve bilinç arasındaki ayrıma çok kafayı takmama sebep olan şey şudur; beni sinemaya iten oradaki resmin güzelliği, hikaye anlatımı falan değil, dili bile anlamıyorum, sinemadakiler filmin sonunda Süperman’i alkışlamıştı. “Alkışlamak ne?” demiştim. İnsanların aynı anda çığlık atmaları, aynı anda şaşırmaları, aynı duyguyu yaşamaları 5 yaşındaki çocuğu öyle bir etkiliyor ki. “Benim duygu dünyam gülmeye ve eğlenmeye dayalı ise bir sinema dolusu insanı sonunda güldürebilecek miyim, böyle bir yetenek mi var?” dedim. Sonra da Jim Carrey diye bir adam girdi zaten çocuk yaşta hayatıma. Ve ben o filmlerin hiçbirini tek başına izlemedim, birkaç sene öncesine kadar. Hepsini sinemada defalarca kere insanlarla izledim. Aynı andan gülüyor insanlar. Bırakıyordum artık ekranı, insanları izliyordum.
Ahmet Kural’da Jim Carrey’yi mi gördünüz?
O da çok izlemiş. Babası emniyet müdürü, terör zamanı, Silopi’de lojmanlarda yaşıyorlar. Onda mizah aslında bir kaçış.
Ahmet Kural’daki de kinestetik zekâ yani bedensel. O da ayrı bir zekâ türü.
Bir salon insanı güldürebilme gücü var sinemanın, bu gerçeği gördüm. Hayatımda hiç Jim Carrey olmak istemedim ama “Bunun arkasında bir şey var, oyuncuları oynatan bir adam var” diye düşünüyordum. Adını bilmiyorum, yönetmen diye biri olduğunu bilmiyordum. Senarist nedir, bilmiyorum. Mizah dergilerini takip ettiğim için bunun bir yazarı var diyebiliyordum sadece. Yazıya yönelmemin sebebi budur mesela. Bir şeyler yazacağım ve insanlar okuyup, gülecek. Yönetmeni hala bilmiyordum. Sonra “Bu, yani yazdıklarım ekranda olursa yönetmen diye bir adam varmış ne iş yapıyormuş?” diye araştırdım. İnsanların benim esprilerimi anlamaları için yönetmenliğe yönelmem gerektiğini fark ettim. Ve bunlar peşi sıra gelmeye başladı. Önce kurguyu öğrendim. Sonra yönetmenliği denemeye başladım. Bunlar bir araya gelince, ben kendi esprimi ekranda görüp, insanların gülmesini tadabilmeye başladım. Böylece mevzumu bulmuş oldum. “Ben niye buradayım?” sorusunun birinci ayağını çözmüş oldum. Ben dünyasal hazzı böyle yaşıyorum.
Kendi varoluşunuza bir anlam yükler misiniz?
Komedinin çok özel bir yeri var insan hayatında. “Güldüren de ağlatan da Allah’tır” diye bir ayet var. Bir şeyin sıralamasına öncelik veriliyorsa bir ayette o daha önemlidir. Düşünün ki Allah ağlamayı ve gülmeyi aynı anda bir ayetin içinde kullanırken gülmeye öncelik vermiş. Burada çok başka bir şey var insanlara anlatamadığım. Gülmenin, güldürmenin, insanları o mizah frekansına sokabilmenin bende tarifsiz bir hazzı var. Öyle böyle değil. Bir delilik haline sokabiliyor beni. Üç ay bir yere kapatıp, bir şey yazdırabilir. Sette istemediğim bir ortama beni sokup, aylarca o sette uğraştırtabilir. Çok para kaybettirtebilir. Çok para kazandırtabilir. Bir sürü insanla ilişkimi bozabilir. Bin tane şey yaptırtabilir bana. Yapmak istemediğim şeyleri bana yaptırtan budur, mizahın gücüdür bu. Ben birbirini hiç tanımayan insanları karanlık bir odaya sokup, o insanlara aynı eğlenme duygusunu yaşatmayı seviyorum. Ve varoluşumla alakalı baktığımda da evet buymuş diyorum çünkü bundan daha çok haz veren başka bir şey yok benim için. Haz da değil tam tanımı. Çünkü bunun bir eşdeğeri yok.
Bu tutku demek bence, bazen acı da verebiliyor. Çocukluğunuzdaki hayal dünyanızı merak ediyorum ben. Hayalci bir çocuk muydunuz?
Çok hayalciydim. Dönüp baktığımda kendime en sinirlendiğim yer şudur; “Çocukken kurduğun hayalleri neden şimdi kuramıyorsun?” Çünkü kirleniyorsun, sektörün gerçeklerini öğreniyorsun, işin içine para giriyor, toplum giriyor, insanlar giriyor. Sinema ve televizyonların genel kuralları giriyor ve sen artık eskisi gibi hayaller kuramıyorsun. Gerçekçi hayallere yöneliyorsun, o da hayal değil artık benim için. Zaten bir şey düşünüyorsun ve yapıyorsun, bu aslında işi planlamak sadece. Ben hayal kurma kısmıyla ilgili çok şey kaybediyorum her gün, çocukluğumdaki halimle kıyasladığım zaman hele. Bir savaş çıkar dünyayı da kurtarırdım, Küçükçekmece Gölü bütün Çekmece’yi içine alırdı, yüzme bilmeden Çekmece’yi de kurtarırdım. Küçükken yoksulluk içinde yaşayan komşumuza piyango vururdu, dönüp bakmazdı bile parayı alır giderdi ama çok mutlu olurum. “Sana buradakiler bir bardak su mu verdi en iyisini yaptın” der, yargıyı da koyardım. Belli bir dönem inanılmaz suskun bir çocuktum, çünkü hiçbir zaman tek bir iş yapmadım. Uzunca bir süre belki 30’lara kadar. Ben şu an burada diyelim ki bir dizinin setindeyim ve yönetmenlik yapıyorum, kafada hep ikinci ve üçüncü bir şey olurdu. Çocukken de o birinciyi de harcamazdım, durup dalar, oradan oraya giderdim. Bu kendimde bir şeyi öğrenmeyle alakalı keşfettiğim bir yerde olmuştu mesela. Sözel derslerde özellikle ezber yeteneğim benim çok kötüdür. Ama sözelden netim çok yüksektir ÖSS’de. Yöntemini şöyle bulabilmiştim; tarih hocası bir şey anlatıyor, hayal etmeye başlamıştım anlattığı şeyi. “İzle o zaman unutmazsın” demiştim kendi kendime. Harfler var, rakamlar var, onları unutmama şansın yok ki. Ama diğer taraftan yaslan arkana, o bir anlatsın bakalım. “Mercidabık Savaşı’nda ne oldu? Yavuz Sultan Selim nereden nereye geldi? Nasıl bir insan?” bir resmet önce kafanda. “Giyimi, kuşamı, atı nasıldı?” Benim tarih dersinden evvel araştırdığım şeyler bunlar olurdu. Daha sonra derse girerdim ve hoca bana bir filmi anlatırdı. Hala unutmam mesela.
Öğrenme mekanizmalarında salt bilgi öğrenme, bellekte kısa süreli kalır. Bilgiyi duyguyla etiketleyip raflara kaldırdıklarınız uzun süre kalır. Demanslarda da, “Aynı dönemde olan şu olayı unuttu ama bunu çok net anlatıyor, nasıl oluyor bu?” diye sorarlar çok sık bana. Çünkü hatırladığını duygu etiketlemesiyle kaldırmış.
Bu da sinemadaki insanların bir duyguyu aynı anda yaşayabilmelerinden çıkıp, bulduğum bir şey.
“Head Hunter” denen yetenek avcılığı da çok önemli bir özellik aslında ve bu da sizde var. Ekip oluşturmuşsunuz, hiçbir fire yok. Sizin kitaptaki çete lideri İsmet’teki yeteneği de görmüşsünüz. Bunun emareleri geçmişte de var mıydı, sonradan mı fark ettiniz? Bu yani yetenek avcılığı sizin insanları anlama yeteneğinizle de ilişkili olabilir.
Çok ilişkili ancak orada iki tane şey var. Birincisi birine inanmak ve bende genelde şöyle olur: Hayatta şuna inanırım, arkadaşlarım vardır çok yetenekli, yanlarında kendini geri zekalı gibi hissedersin ama dersin ki; “Bu adamdan niye bir şey olmuyor, niye potansiyelini gerçekleştiremiyor?” Sonra ufak ufak bunlara girmiştim, mutlaka ciddi bir defosu olması lazım. Bunları araştırmaya başladım, arkadaşlarımla konuşup, “Ben sende çok ciddi yetenekler gördüm ama sen istediğin şeyi yapamadın ya bunun sebebi ne olabilir? Gel bir konuşalım, meraktan sadece” deyip, deştiğimde gördüm ki; insanların kendi yeteneklerini baltalayan başka defoları var. Ama kendi ağacının dibine kendi baltasıyla vuruyor adam. Dışarıdan biri yapmıyormuş bunu. Kendi çevremde belki de bu sonuca varabiliyorum. İstatiksel olarak baktığınızda hepiniz kendi baltanızı kendi ağacınızın dibine vuruyorsunuz. Büyük ağacın yeşermesini engelleyen bir şey buluyorsun insanlarda. Bu genelde insanların duygu dünyalarıyla alakalı… Alkole yönelmesi gibi değil daha çok bir şeyi yapabilecek ama bir olumsuzluğu dert edip, kendini karamsar bir yere sokup, hiç çalışmaması gibi düşünün. Duygu dünyalarındaki dalgalanmayı doğru ayarlayamadıkları için bir kâbusun içine sürüklenen çok fazla arkadaşım oldu. Lisede başlamıştı bu merak, araştırırken fark ettim ki bazılarının net bir biçimde şuna ihtiyacı var: “Çok yeteneklisin, senin yeteneğini gösterebilme şansım var benim. Ve ben eğer senin daha önce bunu neden gösteremediğinin kaynağını bulabilirsem, yönetmenlik dediğin şey de budur. Oraya kamerayı koyayım, ışığı buraya alayım yüzde 1’idir. Yüzde 99’u insanı yönetebilmektir. Ben senin o defonu bulursam eğer bir şekilde onun sana zarar vermesini engelleyebilirim ve biz senin yeteneğini buluruz” denilmesine ihtiyacı var. Böyle davranmaya başladığımda, bizim ekipte de çok oldu, şu an çalıştığım insanlarda da, dışarıda başka bir ticari hayatım var orada da. Şunu görmeye başladım evet işliyor bu. Sadece şunu anlayabilmem lazım, “Bu adamda bu yetenek var, bu yeteneğe engel olan şey neydi bu zamana kadar?” Bazısında evham çok çıkar. Öyle bir evhamlıdır ki, “Tamam lan, bu işte, bunu yapacaksın, dediğim şeyi yap, başka hiçbir şey yapmayacaksın. Düşünme artık bu böyle mi oynanır! Dümdüz söyleyeceksin” diyorsun ve çok acayip bir şey çıkıyor. Bazısına ilk adımı attırmak gerekir, bazısıyla çocuk gibi ilgilenmen gerekir, bazısını inanılmaz demoralize etmen gerekir, bazısı acayip pohpohlanmaktan hoşlanır. Ama ben hep şunu görürüm ve derim ki, “Ben sizin bazı notalarınıza basacağım, bazısından kötü sesler çıkacak ama en uygun notanızı bulacağım. Bulana kadar bana biraz süre verin. Diziyse üç bölüm süre var. Üçüncü bölümün sonunda ben artık senin notanı bulmuş olurum ve oradan biz yürürüz. Ya da ben bu enstrümanı çalamıyorum dersem, seni diziden göndereceğim”. O nota aşamasında şunu bulurum ben, ne oldu da bu adam şu filmde iyi oynadı da bu filmde kötü oynadı. Teker teker denerim mesela. Agresyonu nasıl, mutlu olarak geldiği zaman nasıl, sıkıntıları, kötü alışkanlıkları ne bu adamın ya da kadının. Projeye mi inanmadı, yönetmene mi inanmadı, filmden bir dakikalık bir şey göstersem motive olur mu? Arar, arar ve bulurum, artık olayın yüzde 10’unda, 20’sinde benim resmim çıkıyor. Diyorum ki, bu kişi şu yapıldığında maksimum verime çıkacak. Bunu da söylüyorum karşı tarafa. “Müsaade et, ben buradan gireceğim” diye. Bu mühendislikle alakalı bir durum, bunu da sonradan anladım. “Bırakmadılar ki sinema okuyayım” diye ailemi suçladığım post ergen dönemden sonra garip bir şey oldu, gördüm ki garip özelliklerimin hepsi mühendislikten kaynaklanıyor. Birini alıp bir vaka gibi değerlendirdiğim, proje gibi düşünüp bir insanı not aldığım bile oluyor. Bir mühendis için dünyanın en karmaşık şeyi şudur “İttim ve gitti”. Yetenek barizdir, gözükür. Allah vergisi. Ben gördüğüm zaman çok net söyleyebiliyorum, bu yetenekli diye. Ve çok basit bir şeyinde de söyleyebiliyorum. Bazılarına izlemeden, konuşurken masada da “Oyunculuğa çok yeteneğiniz var” diye söyleyebilirim, sezgisel bir şey bu, bunu gördükten sonra kalan şey mühendislik. “Nasıl, neden olmadı daha önce?” Ya da çok yeniyse “Yolda ne var?” Mesela sizde de oyunculuğa yetenek var hocam.
Ama duygu ifadesi çok zor, bana “Bir duyguyu çıkar” de yapamam ama doğal ortamda duygu çıkar, oyunculuk apayrı bir şey.
Oyuncuya o duyguyu çıkartması için bir motivasyon vermek, yol vermek gerek zaten. Duyguyu yaşayabilmesidir oyuncuyu oyuncu yapan. Ama bazısında şu vardır, “Ben o duyguyu gösteremem”. Mesela ben korktuğumu gösteremem. Gerçek hayatımda da gösteremiyorum. Bir insan duyguyu ne kadar çok gösterebiliyorsa sosyal hayatında o oyunculuktur. Geri kalan öğretilebiliyor. Gösteremeyene nasıl öğreteceksin!
Yaşarken duygularını kuvvetli gösterenlerde oyunculuk yeteneği yüksek midir yani?
Çok fazladır. Eskiden seçme yapardım. Artık onu da bıraktım. Oturur, 5-10 dakika konuşurum. “O yapar, bu asla yapamaz” diye kararımı veririm. Buraya kadar geldi. Çünkü istediğin şey, ona resmedilen şeyin içinde değil. Beni kandıramaz artık, çünkü buradan gol yediğim oldu. İzlersin, çok acayiptir ama olmaz. Çünkü ona göre kurgulanmıştır. O anki hali öyledir, onun çok iyi yapabildiği bir duygudur o. Zaten kendisidir. Videolara aldanmıyorum artık. Sen getirirsin karşına iki tane laf söylersin, bir tanesinde kızdırırsın, bir tanesinde güldürürsün. İstemsiz bir kahkaha patlattığında, nasıl tavır aldığını görürsün ve sen kafandaki o karakteri “Tamam bu duyguyu yaşatabilir, buradaki inişi yapabilir, buradaki çıkışı yapabilir” diye notlarsın ve dersin ki “Ben senden her türlü verimi alırım”. Bu da bir özgüven meselesi...