"Mizahla Kendimi de Terbiye Ediyorum”

Haberin Devamı

Kaan Sekban, mizahın yeni yüzü. Aslında O hayallerinin peşinden gidebilecek kadar cesur, eski bir bankacı. Şimdi ise milyonların tanıdığı, Cem Yılmaz’la aynı sahneyi paylaşan, Gülse Birsel’in dizisinde yer verdiği, Ayşe Arman’ın röportaj yaptığı bir oyuncu/komedyen. Hayallerinin peşinden gitme cesareti tek başına bu kadar büyük başarılara ulaştırabilir mi insanı? Tabi ki hayır. İşte burada benim profesyonel alanım devreye giriyor. Bir Nöroloji uzmanı olarak Kaan’daki aykırı zihini daha yakından tanımak ve sizlere bir de bu yönüyle aktarmak istiyorum. Beni kırmadan tüm içtenliğiyle sorularımı yanıtladı ve harika bir sohbet gerçekleştirdik. Gösterilerine biletler birkaç gün içerisinde tükendiğinden, yer bulamadığım 28 Haziran’da Zorlu’daki gösterisine bizi davet ettiği için de ayrıca mutluyum. Hayatın tam ortasından kesitlerin keskin bir zekayla işlendiği Kaan Sekban gösterilerini, reçetelerime de ekliyorum artık. Çünkü gülmek en iyi ilaçtır.

- Annen, baban, yakınların, akrabaların seni nasıl bir çocuk olarak tanımlarlardı?
Çalışkan, çok sorumluluk sahibi; yani olması gerektiği gibi. İyi bir evlat veya iyi bir öğrenci nasıl olmalıysa, ben de hep öyle olmaya gayret ettim, ona ekstra bir çaba sarf ettim aslında. Annem ve babamın ilk çocuğu 9 aylıkken vefat etmiş, ben de o acıyı aklıma getirerek “Çok iyi olmalıyım, onlara layık olmayım, onları çok mutlu etmeliyim” düşüncesiyle hep çok çalıştım. Ortaokul ve lisede de hep takdir getirdim, sonrasında iyi bir işe girdim. Sorumluluk sahibi, kimsenin uyarmasına gerek olmayan, düzenli, temiz, tam bir iyi aile çocuğu olarak bahsederler benden. “Kaan bizi hiç üzmedi derler” mesela.
- Meraklı mıydın?
Meraklıyımdır. Kendim kurcalar, eder, küçükken yarışmalara başvururdum. Herkes meraklıdır ama önemli olan neye meraklı olduğun. Küçüklüğümden beri sahneye çıkayım, kendimi göstereyim, kendimi anlatayım derdi olan bir çocuktum. Küçükken televizyon programlarına başvururdum, çocuk yarışmalarına. Bu durum yaş aldıkça daha çok öğrenme merakına doğru evrildi. İnanılmaz dergi okurum. Nat Geo’lar History’ler. Kitap okursam da daha çok bilgi içeren kitaplar okurum. Roman okumam, beni çekmiyor. Bilgi benim için çok kıymetli. İlgimi çekmese bile Nat Geo’unun her sayısını, her sayfasını reklamlar dahil köküne kadar okurum mesela. Ama büyüdükçe bilgiye evrildi merakım. Küçükken bu dünyayı, içinde bulunmak istediğim sektörü merak ediyordum. Nasıl insanlar var, işler nasıl ilerliyor diye öğrenmek için bütün enerjim buradaydı. Hayran olduğum insanların hayatları nasıl diye merak ederdim bir de. Ama magazinel olarak değil.
- Gözlemliyordun sanırım?
Nasıl yaşıyor, nasıl çalışıyor sorularına cevap arardım. Şimdi yaptığım işte de bu gözlemin meyvesini veriyorum insanlara. Belki de çok farkında olmadığım bir merak varmış ki bilinçaltımda o gözlemler hep o merakın dışavurumu. Bilinçaltımda öyle bir merak var ki, gözlemlediğim her şeyi alıyor, observe ediyor, tutuyor orada. Ve ben onlardan bir mizah üretiyorum şimdi.
- Doğa ve hayvan merakın var mı?
Doğayı ve hayvanları bizim de parçası olduğumuz bir şey olarak görüyorum. Bizim korumamız gereken bir şey değil de zaten yaşam alanımız. Sanki doğa orada, hayvanlar burada, aman biz de onları koruyalım gibi bir yerden bakmıyorum. Doğa zaten evimiz. Evi temiz tutmak, eve dikkat etmek gerek. Ayvalık’ta ya da boğazda leş gibi bir deniz gördüğüm zaman, bir hayvana eziyet edildiği zaman çok üzülüyorum. Benim evimdeki hayvana eziyet edilmemiş olması bir şey değiştirmiyor ki! Bana eziyet edilmiş gibi görüyorum. Doğanın ve hayvanların bir parçası olduğumu hissediyorum. Evimize çok kötü davranıyoruz. Komşularımıza, hayvanlar komşularımız bence. Onlara çok kötü davranıyoruz ve bu beni çok üzüyor. Ne yapılabilir, ne edilebilir diye düşünüyorum. Zaten batıda da çok önemli isimler hep doğayla ilgili işler yapıyor. Mesela Leonardo DiCaprio karbon emisyonları ve doğal hava için uğraşıyor, Ellen Degeneres gorilleri kurtarmaya çalışıyor. Hepimizin böyle şeyler yapması lazım. Doğa ve doğal yaşam çok kıymetli ve hunharca katlediliyor insanlar tarafından.
- Mizah yeteneği zekânın önemli göstergelerinden bir tanesi. Ben şimdi senin düşünsel süreçlerinin en başına dönmek istiyorum. Çocukken yaşadığın olaylardan kıssadan hisse çıkarabilir miydin?
Evet, yapardım. Öğretmenlerimden birine çiçek almıştım öğretmenler gününde çöpe attı o çiçeği. İki sene üst üste aldım, iki sene üst üste o çiçek gözümün önünde çöpe atıldı. O kadar üzülmüştüm ki; “Çingeneden aldığın çiçeği bana mı layık görüyorsun!” diyerek çiçeği çöpe atmıştı kadın. O ben de öyle bir yara açtı ki; benim insanı tarafımı besledi. Küçükken insanları kendime yakın olanlar ve kendime uzak olanlar olarak ayırırdım. Benim gibi düşünenler, benle oynayanlar, benim yakın arkadaşlarım diye. Ve uzak olanlara da burun kıvırırdım. O kadının bu davranışı insanlara olan bakışımı çok düzeltti.
- Kaç yaşlarındaydın?
9-10 yaşlarındaydım. Öğretmenin bu hareketinden sonra kimseyi hor görmedim, kimseye tepeden bakmadım artık. Kimseyi hoş da görmedim, anlamaya çalıştım. Hoş görmek de çok kibirli bir şey çünkü. Hoşgörüden hiç hoşlanmam. Hoşgörü ne ya, sen kimsin? Hoşgörülü denmesinden gerçekten tiksiniyorum. Şurada burnunu karıştıran birini hoş görmeyiz ama dini ve etnik kökenleri öne sürerek “Hoşgörülü olalım” denmesini hiç doğru bulmuyorum. Ne diyorsun, sen kimsin! O yüzden törpüledim kendimi ve daha insan gibi olmaya gayret ettim. Şu an mizahını yaptığım şey de iş hayatımda gördüğüm birçok böyle şey, insana gerçekten böcek gibi davranan tuhaf tuhaf insanlar var maalesef. Zaten mizahım da benim öyle. İstiyorum ki izleyen biri ders çıkarsın, gülüp geçmesin. Gülsün ama desin ki aynı benim yöneticim ya da aynı beni yapıyor. Ya da ebeveyn desin ki aynı biz.
- Bir farkındalık çalışması gibi mi?
Aynen öyle. Boş beleş mizah yapmak istemiyorum. Onu yapanlara da saygım var. O da lazım. Bazıları da sadece güldürmeli. Ama ben onu istemiyorum. Defo deşifre etmek istiyorum. Bu arada defoların hepsi benden başka insanlara ait değil, bana ait defolar da var. Kendimi de terbiye ediyorum ben mizahla. Tabii gözlemlediğim çok şey var çocukluktan başlayan. Öğretmenlerin tuhaf tavırları ama öğretmenlere çok giremiyorum. O kadar zor durumdalar ki, hem sistem tarafından, hem veliler tarafından taciz ediliyorlar, hem de çocuklar tarafından hor görülüyorlar. Öğretmenlerin kolu kanadı kırıldı. Yanlış bir şekilde kırıldı. Evet, bir iki öğretmenimden çok onur kırıcı davranışlar gördüm ama onlar da benim insana insan gibi davranmama vesile oldu. Anne babamdan hiçbir zaman şiddet görmedim, hiçbir zaman insanların içinde rencide edilmedim. Sorumluluğu tamamen bana bıraktıkları bir çocukluk yaşadım. “Ders çalış, şunu yap, bunu yap” hiç demediler bana. Bunlar da olumlu örnekler. Bir gün bir çocuğum olursa, ben de anne babamın bana davrandığı gibi davranacağım.
- İletişim becerilerinin çok iyi olduğunu ne zaman fark ettin?
Eskiden Kalender Ordu Evi vardı. Hala da var da, eskiden daha popüler ve cool bir yerdi. Oraya giderdik biz hafta sonları, babaannem, albay emeklisi büyükbabam, babam, annem, ablam, ben. Yemekler sipariş edilir edilmez ayrılırdım masadan, aslanlı bahçe vardır, oraya gidip, "Arkadaş olalım mı, oynayalım mı?" diye sorardım gelip geçenlere. Kimisi reddederdi, kimisi “Biz oynuyoruz” derdi, kimisi kabul ederdi. Sonra hemen gidip o arkadaşlarımı masaya getirir, annemlere tanıştırırdım. Çok arkadaş aşığı bir insandım. O zamandan açık bir insandım. Kimseyle iletişim kurmakta zorluk çekmezdim. Yeter ki, antipatik gelmesin o kişi bana. Eğer bir yapaylık sezersem çocukluktan beri öyleyimdir, kitlenirim, kimseyle iletişim kurmam. Dünyanın en sıkıcı insanı olabilirim.
- Ama çok fazla yapay insan var Kaan, ben de senin gibiyim.
Annemin bazı arkadaşları "Kaan mı stand-up yapıyor, o soğuk çocuk?" diyormuş. Bazı ortamlarda soğuğum, duruyorum. İstemediğim bir ortamdaysam, samimi gelmediyse ya da yabancı bir ortamsa direkt kilitliyorum kendimi. Mesela geçen bir dizi setindeydim, çok da mutluydum, sevdiğim oyuncularla tek tek oynadım. "Dur Kaan cool ol, antipatik kaçabilirsin” diye telkin ettim hep kendimi. “Cool ol, ezberini yap, işini yap" diyerek kendimi tuttum. Hemen böyle sulu zırtlak olmayayım diye. Ama çocukluktan beri insan tanımak çok heyecanlandırırdı beni. Yurt dışına gittiğimde Birleşmiş Milletler binasını gezdim hemen iki dakikada yaşlı kadınlarla arkadaş oldum orada. Bir muhabbet bir muhabbet. Yeni biriyle tanışmak, sohbet etmek çok hoşuma gidiyor. Eskiden beri biliyordum ki, iletişime açığım ve insan tanımayı çok seviyorum.
- Gözlem yaparken sadece durum saptaması mı yaparsın, yoksa gözlemlerini biriktirip, sınıflandırıp, onlardan sonuçlar çıkarıp, nedensellikleri üzerine de kafa yorar mısın?
Yorarım, tabii ki yorarım. Gözlem çok var beynimde, depo çok sağlam ama birçoğu çöp. Şöyle ki duruyor orada. Bir dizideki bir sahne, bir diyalog işlemiş kafama. Ama oradan bir şey çıkmaz. Şuna bakıyorum ben; gözlemlerimi mizaha çevirdiğimde bunda nasıl bir defo var ve bu defodan insanlar nasıl bir ders çıkaracak diye düşünüyorum. İnsanlarla paylaştığım her gözlemimin bir defo olmasına özen gösteriyorum. Bir defonun altını çizmek amacım.
- “Orada da şunu gördüm, burada da bunu gördüm” deyip ortak bir defo buluyorsun değil mi?
Zaten bunlar hep biriken şeyler. Ben bir nörobilimci değilim ama herhalde zihinde tuttuğumuz şeyler ya bizim kişisel geçmişimizde bir etki yapmış olmalı ki, orada duruyor ya da çok tekrarlanmış olması lazım.
- Öğrenme mekanizması, etiketleyip öğrenme, duygu ile birlikte öğrenme yani.
Evet, o yüzden de bir genel geçer durum ve de defo olması lazım. Benim bir sürü mizah yapan arkadaşım var. “Takside bilmem ne oldu” diyor anlatıyor. Evet, tamam ama buradan ne çıkaracağım ben, ne oldu yani!
- Ne verdin, ne konuda bir farkındalık yarattın diye mi bakıyorsun mizaha?
“Aynı ben” diye anlatıyor, tamam. Ama aynı ben ne? Her gün işe giden insan mı? Ne peki? Evet, her gün işe gitmekse, ona vurgu yap. Her gün aynı şeyi yapmaksa ona vurgu yap. Nasıl bir çıkış yolu öneriyorsun? Ben kendi 1 dakikalık videolarımda hem insanlar gülsün hem ders çıkarsın hem de bir çıkış yolu bulsun istiyorum.
- Ne zaman gözlem yapmaya başladın?
Kendimi bildim bileli gözlem yapıyorum. Anneannemleri, babaannemleri, büyükbabamları hayran hayran seyrederdim. Bence insan kendi kimliğini hatırladığından bu yana 4 -5 yaş civarı yani gözlem yapmaya başlıyor. 4 yaşımı hatırlıyorum ben. Anaokulunda bir Nazmiye öğretmen vardı. Uyumaktan nefret ederdim. Kocaman bir su bardağında çay içerdi ve çay içerek otururdu aşağıda, kimse uyanıyor mu diye yukarı bakardı. Yani hepsini hatırlıyorum. İlkokuldaki neredeyse her günümü hatırlıyorum.
- Bazı insanlar dev hafızalı oluyor.
Bir arkadaşım mesaj atmış; “Ben Cervantes’ten Tarık, seni uzun zamandır takip ediyorum” diye. Çocukla 12 yıl önce aynı kursta 1 ay kadar birlikte öğrenim gördük, onunla ilgili her şeyi hatırlıyorum. İspanyolca ‘da ikimizde zorlanıyorduk. Beynimi yorar mı bu durum?
- Yok, gayet iyi bir şey bu. “ Kimi şeyi çok net hatırlamıyorum” diye gelip danışanlara diyorum ki; “Bazı insanlar dev hafızalı doğarlar, onlardan değilseniz zorlamayın”. Sen gözlemlerini mizahına çok güzel aktaran bir adamsın. “Yakan Beyaz Beynin Ayaz”, “Sobeveyn” gibi skeçlerin var. Benim en çok dikkatimi çekense sosyal medya davranışları üzerinden yaptığın mizah, gizli kuralları olan bir yer burası ve herkes bir çaba içinde. Bu konudaki yorumlarını merak ediyorum.
Stand- up’lar’da da çok ti’ye alıyorum bunu. Delilik. Gerçekten delirdiğimizi düşünüyorum. Olmadığımız biri gibi davranmaya başladık. Çok şizoid bir şey. Sizin zaten Twitter’daki tespitleriniz inanılmaz. Deli gibi retweet de alıyor. Delirdik bence. Instagram’da şizoid bir şey yaşıyoruz, mutluluktan ölüyoruz, Twitter’da da mutsuzluktan ölüyoruz. Instagram’ı izlenim için kullanıyorum. Twitter’ı daha çok siyasal görüşlerim için. Twitter’a mesela videolarımı koymam, izleyen izlesin Instagram’dan baksın. Orada birtakım kurallar var, artık teamül olmuş kurallar var. Garip, herkesin altına yorum yazan, herkesin altına güller koyan bir tayfa var. Kim, kime işi düşerse. Sadece işi düşünce yorumlar yapanlar var. Şimdi benim “Jet Sosyete”de oynadığım ortaya çıkınca 30 – 40 postumu seri bir şekilde like’yan kişiler oldu, tanınmış da kişiler bunlar. Belli de ediyorlar. Tuhaf gerçekten. Televizyona çıkarsan daha önemli oluyorsun, birilerinin yanında görünürsen ancak o zaman iyi bir şey yaptığın ortaya çıkıyor. Böyle saçma sapan bir hale düştü sosyal medya ben de o sanallıkta kaybolmamak ve delirmemek için bu işi sahneye taşıdım. Çünkü görüyorum, fenomen denilen arkadaşlarımın hepsi kafayı yemiş durumda. “Ay kaç takipçim var, ay oraya yazma, ay az görüntülendi, kaldırayım”. Ne anlatmak istiyorsan anlat. Ben mesela seyircime aşığım ama seyircimin içeriğimle ilgili ne düşündüğüyle ilgilenmiyorum.
- Biraz daha açıklayabilir misin burayı?
Şu demek bu; ben seyirci için yapmıyorum bu işi, kendimi eğlendirmek için yapıyorum. Seyirci müthiş bir tevazu ve teveccühle sahiplendi ve şu an birbirimize aşığız seyirciyle. Ben onlara aşığım, onlar da beni çok seviyorlar. Ama hiçbir esprimde hiçbir şakamda eleştiriyi dikkate almıyorum. Almıyorum çünkü ben Sevda ne düşünür acaba? Beğenir mi Sevda bu şakayı diye yapmıyorum bu işi, çünkü televizyon değil benim mecram. Zaten kendi sosyal medyam, zaten kendi sahnem var. Orada özgür olmalıyım. Orada ben olmalıyım ki; insanlara geçsin. Tabii ki bu bazılarını rahatsız edebilir, bazıları beğenebilir, bazıları beğenmeyebilir. Ben olduğum gibiyim orada. Kasmıyorum. Mesela resim koyunca 200- 300 takipçi gider benden, umrumda bile değil. Benim çünkü o. Bazı arkadaşlarım sadece video koyar, takipçi gitmesin daha çok gelsin diye. Benim umrumda değil. Zaten herkes takip etmesin beni, gerçekten istemem. Ama her kesimden insan olsun. Zaten öyle de. Muhafazakâr var, modern var, sağcısı, solcusu, küçük, büyük, yaşlı her kesim var ama herkes olmasın. Ben mizahtan anlamayan insanlara hitap etmek istemiyorum. Onlara mizahı öğretmek gibi bir derdim de yok. Ben mizahtan anlayan kitlemi genişleteyim, onlarla olan ilişkimi gerçek kılayım bu benim için yeterli.
- Sosyal medyada yükseldikçe, daha büyük kitlelere hitap ettikçe, bazı insanlar derin ve tuhaf birtakım psikolojik sıkıntılarını farklı şekilde sana yöneltiyorlar. Tutumunu merak ediyorum böyle durumlarla ilgili. 150 binin üstünde takipçin var ve sen melek olsan, kanatların olsa dahi mutlaka kötü şeyler de yazıyorlar. Nasıl başa çıkıyorsun?
Ama size çok enteresan bir şey söyleyeyim ve lütfen de bunu yazın; gerçekten benim kitlem pırlanta. Şimdiye kadar bir tane bile küfür, hakaret, terbiyesizlik tarzı şeylere hiç rastlamadım. Ama bazen canımı acıtmaya yönelik yorumlar yapanlar da oluyor.
- Kötü söz söylemek için giriyor sosyal medyaya adam zaten.
Evet, ama benim takipçim olmuyor onlar genelde. Benim takipçimse de “Allah Allah diyorum siz benim takipçim olamazsınız, benim takipçilerim yazmaz böyle şeyler”, özür diliyor. Mesela mesaj atıyorum hemen “Neden böyle kırdınız beni” diye. Çünkü ben çok duygusalım.
- O nedenle sordum zaten, senin tepkin ne?
Üzülüyorum, kalın bir deri lazım derler ya bu iş için, bende o yok ve hiç olmayacak. Ve hep üzüleceğim kötü bir yorum gördüğümde. Eğer gerçekten ciddiye alınacak ve elle tutulur şeyler söyleyerek acıtıyorsa canımı “Neden böyle dediniz?” diye soruyorum, arkadaşımla konuşur gibi. Çok anlamsız bir şey, kötü bir şey gelirse karşılığında işte o zaman hiç acıtmıyor canımı. O zaman diyorum ki karşımdaki kişi “manyak”
- Nasıl yapıyorsun? Siliyor musun, engelliyor musun?
Engelliyorum. Geçen gün video koydum ben, birisi demiş ki; “Ben bu videolarınızdan çok mutluyum, beklentim çok yükseldi. Sahne gösterinize geldim ama o kadar beğenmedim”. Sildim, çünkü moralimi bozuluyor. Beğenmediğini neden herkesin içinde haykırıyorsun, haykırma. “Eleştiriye çok kapalısınız”. Kapalıyım, evet. Ben Mevlana değilim. Ben Kaan’ım ve insanım ve kapalı olacağım. Bu kadar basit.
- Hayal kurmak hepimizin yaptığı bir şey ama geldiğin noktaya baktığımda sende daha farklı bir durum var. Acaba hepimizden daha fazla mı hayal kuruyorsun, yoksa hayallerinle ilgili bir stratejimi geliştiriyorsun?
Herkesten daha mı çoktur bilmiyorum ama çok hayal kuruyorum. Mesela çalışırken hep Ayşe Arman’la röportaj yapmayı hayal ettim. Hep Cem Yılmaz’la sahneye çıkmayı hayal ettim. Hep Gülse Birsel’in dizilerinde oynamayı hayal ettim. Ve nasıl güçlü hayal ettiysem, hayal kurdukça kalbim nasıl hızlı attıysa hepsi de gerçekleşti. Kulaklıkla yürüyüşlere çıkardım, o kadar güzel hayaller kurardım ki, kalbim yerinden çıkacak gibi olurdu. O enerjiyi, nasıl gönderdiysem hepsi oldu. Stratejiye gelince, aslında planlı bir insanımdır ama hiç stratejiyle yaklaşmadım. Hepsi de kendiliğinden oldu bu işlerin. Cem Yılmaz beni kendi buldu, Instagram’dan, mesaj attı.
- Onu biraz daha detaylı anlatır mısın?
Ekim ayıydı sanırım, ben bir kurumsal etkinlikteydim şehir dışında. Bir anda like’lamaya başladı birkaç paylaşımımı, sonra da mesaj attı; “Sevgili kardeşim, müthiş işler yapıyorsun, seyircinle de ilişkin çok güzel, buluşmalara hep devam et” diye. İki gün sonra buluştuk. Ofisine gittim. 10 numara bir insan, iyi kalpli biri. Zeki olması o kadar da etkileyici değil bir insanın, zekâsını nasıl kullandığı önemli. İyi kalpli mi, değil mi o önemi?
- Zekânın kötülükle doğru orantılı olduğunu biliyor muydun?
Tabii, doğrudur. Hem iyi kalpli hem de zeki insanlar zaten taht kuruyorlar. Cem Yılmaz da onlardan biri, Gülse Birsel de, Ayşe Arman da onlardan biri. Geçenlerde bir tweet attım, “Yapmak istediğim her şeyi yaptım, artık bankacılığa geri dönüyorum” diye. Çok hayal kurdum ve gerçekleşti.
- Şimdi yeni hayallerin yok mu?
Ellen Show’a çıkmak hayalim var. Oscar alma hayalim var. O en uçuk hayalim. Olmamaya en yakın hayalim o ama diğerleri olduysa, o niye olmasın. Stratejim yok, yarın ne olacağını hiç bilmiyorum. O da beni çok heyecanlandırıyor. Gerçekten bilmiyorum. Hayallere ulaşınca hayal kurmak daha da zorlaşıyor. Daha büyük hayaller kuruyorsun çünkü.
- Hayallerini gerçekleştirmeye çalışırken çok fazla duvara toslamışsın. Sonra farklı kriterler ve yollar olduğunu keşfetmişsin ama hepsini de reddetmişsin. Ve ortada çok büyük bir başarı var. Ben bunu senin zekan ve kendine yaptığın yatırımlara bağlıyorum. Biraz sektörün kurallarından ve senin bu konuma gelebilmek için bunları nasıl alt edebildiğinden de bahsedebilir miyiz?
Sektör yok aslında. Keşke olsa. Yurt dışındaki gibi; sektör olsa sendika olsa… Kuralları belli ve gerçekten güçlü bir sendikaya ihtiyaç var. Maalesef Show Business dünyası endüstrileşemedi bizde. Hep 3-4 kişinin tekelinde. 3-4 yapımcı, 3-4 menajer ve 10-15 oyuncu. Bunlar etrafında gidip geliyor ve bunlar bütün köşeleri kapmış durumdalar. O yüzden biz her sene dizilerde aynı sıkıcı starları izliyoruz.
- Çok az, oyuncu denebilecek insan görüyoruz. Ben bakamıyorum; güzel ama yeteneksiz insanlar.
Onlar fecaat. Ama gerçek oyuncu da olsa çok az seçenek var. Haluk Bilginer çok büyük bir usta ama niye hep o yaş aralığındaki kişileri o oynuyor. Hep belli kişiler, hep belli insanlar. O çarkın içine girmek için maalesef birtakım etik değerlerden ödün vermeniz lazım. İlla birinin koynuna gireceksiniz anlamında söylemiyorum. Yıkama yağlama yapmak da bana göre olmayan bir etik değer. Çok yanında olmak, çok yakın görünmek, her şeyine yorum yapmak, her şeyini like’lamak, çok yorucu.
- Bunlar etkiliyor mu sence?
Bence etkiliyor. Çok egosantrik tipler var bizim sektörümüzde. Kendini inanılmaz değerli sanıyor. Sorsanız hepsi Oscar’lık oyuncu, hepsi inanılmaz yapımcı, hepsi inanılmaz şovmen. Herkes de o egoları pışpışlıyor. Beş para etmez insanlar da var, işini çok iyi yapanlar da var, çok değerli kişiler de var. Ama çok az sayıda insan olduğu için herkes pışpışlıyor bunları. Sizin öne çıkmanız için o pışpış levelını bir öteye taşımanız lazım. Benim yapabileceğim şeyler değil. Kendime hep örnek aldığım Cem Yılmaz, Gülse Birsel gibi isimlere baktığımda onların da menajeri yok. Cem Yılmaz televizyona hiçbir şey yapmadı, o kadar popüler olmasına rağmen. Hep sahne gösterileriyle tanındı. Sonra da sinema yaptı, müthiş bence, çok etkileyici. Gülse Birsel üretmediği hiçbir işin içinde yok. Ürettiği için Gülse Birsel olarak sağlam. Ben de onları örnek alıyorum ve kendimce bir şeyler yapmaya çalışıyorum. O yüzden de zannediyorum ki bu kadar hızlı ilgi görmemin ve ustalardan bu kadar hızlı olur almamın sebebi bu. O yüzden de mesela geçenlerde bir romantik komedi dizi teklifi geldi, istemedim. Eskiden olsa atlardım. İçime sinmedi. Fragmanını izledim, iyi ki de olmamış dedim. Belki çok iyi reyting de alır ama istemediğim hiçbir şeyi yapmayacağım. Hiç reklam almıyorum mesela.
- Kitleni hayal kırıklığına uğratmak istemiyorsun sanırım.
Şöyle zannedilmesin, para kazanıyorum, karnım tok diye almıyor değilim, ben açken de bunu almadım. Bir sene önce şahitlerim de var, çok önemli bir elektronik firmasından 35-40 bin liralık teklif geldi. O sırada da hiç param yoktu. Dedim ki; ben bunu alamam, yapamam. Takipçi sayım da 5 bin civarında. “3 tane sosyal medya reklamı var ama siz de paylaşacaksınız” dediler. “Oynarım ama paylaşmam, siz istediğiniz yerde paylaşın, kirletemem Instagram’ımı” dedim. Yanlış anlaşılmasın reklama karşı değilim. Ama “Ay bu çok güzel, bunu da popoma sürüyorum” yapamam.
- Ne isimler yapıyor! “Bunu neden yapıyor?” diye sorguluyorsun.
Çok irrite edici.
- Bana sağlıkla ilgili geliyor, kitle de saf sağlık ya. “Ben insanları uyandırmaya çalışıyorum, siz ne yapıyorsunuz?” diyorum.
Onun için de sektördeki pisliğe düşmemek için, temiz kalarak, bu daha zor bir şey bu arada üreterek, yazarak, yenileyerek bir şeyler yapmak lazım. Ama ben bekleyebilen bir insan da değilim, telefon bekleyerek geçiremem hayatımı. O yüzden de kendi yolumu bir şekilde bulduğum için çok mutluyum.
Seni şu an kendini gerçekleştirmek için büyük uğraşlar veren ve bunun farkında olan nadir insanlardan biri olarak görüyorum. Sen kendini ne kadar gerçekleştirdiğini düşünüyorsun?
Çok büyük bir adım attım ve yoluma girdim. Yoldayım artık. Yolculuk başka bir kavşakta. Şu an başka bir kavşağa döndüm. Ve yine yolda devam ediyorum. Yolun çok başındayım. Ama yoluma girdim. Bazen gaza basıyorum, bazen mola veriyorum. Ama yolum belli. O yola girdiğim için çok mutluyum. Kendimi gerçekleştirebildim mi? Yok, daha var.
- Mutluluğunu, öfkeni ve hüznünü nasıl yaşarsın?
Hüznümü içimde yaşarım. Hüznümü kimseye aksettirmeyi sevmem. Bu kitabı okuyan arkadaşlarım dedi ki; “Sen neler yaşamışsın, hiç bize anlatmadığın şeyler” ortama negatiflik yaymayı sevmiyorum, içime atıyorum bazı şeyleri. O canlı yayınları yaparken de, evde bir tartışma olurdu, sinirim bozulurdu, gözlerim dolardı ama oturur o canlı yayını yapardım. Çok içimde yaşıyorum. İçime attığım için birçok şeyi, mesela negatif şeyler, onları öğütüyorum, onları mizaha çevirip, pıt döküyorum.
- Kalmıyor yani içinde.
Evet, kalmıyor.
- Peki, en güvenli kalen ve kaçış noktan neresi?
Ailem, ailemin dizinin dibi. Bayılıyorum onlara. Onlarla tatile gitmeye, onlarla yemek yemeye bayılıyorum. Koşa koşa onlara gidiyorum.
- Ben konunun uzmanı olarak senin üstün zekâlı, yetenekli bir birey olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu kavram üzerinde epey bir duruluyor ve veliler çocuklarına evlerinde uzaylı varmış gibi davranıyorlar. Okullardan ve toplumdan büyük beklentileri var. Herkesin çocukları önünde saygıyla eğilmesini bekliyorlar. Siz çocukken aileniz böyle bir durumun moda olmadığı için farkında değillerdi, kimse de önünüzde saygıyla eğilmedi değil mi? Ne diyeceksiniz?
Ben hep devlet okulunda okudum bir kere. İlkokul, ortaokul, lise üniversite. O yüzden de şımarma gibi bir durumum yoktu zaten. Hocaların da şımartma eğilimi yoktu, eli sopalı hoca da vardı. Bence bu övünme durumu hep vardı ama şimdi sosyal medyayla iyice moda oldu. E şimdi “Aç göster şeyini” muhabbeti nereden var? İnsanların çocuklarıyla tuhaf bir övünme ihtiyacından. Bu biraz Ortadoğu toplumlarına has bir şey bence. Batıda bu kesinlikle yok. İnsanlar, ebeveynler kendi hayatlarında başaramadıkları her şeyi fersah fersah çocuklarına yüklüyorlar ve onların yapmalarını bekliyorlar. Mesela benim babam da Anadolu Lisesi kazanmamı çok isterdi. Çünkü kendi çok parlak bir öğrenci değilmiş. Ben çok parlak bir öğrenciydim ama Anadolu Lisesi sınavını kazanamadım. O kadar da parlak değilmişim belki de. Ben kazansaydım, o da benim oğlan Anadolu Lisesi’ni kazandı diye hava atacaktı belki de. Aslında övünme hep vardı, sosyal medya işin içine girdiği için form değiştirdi. Bunu hiç sağlıklı bulmuyorum. “Sobeveynler” de buradan çıktı. 9 yaşına geldiğinde çocuk İngilizce biliyor, ikinci dile geçmiş oluyor. Birçok ülkeyi gezmiş, Disneyland’a 3 kez gitmiş oluyor. Büyüyünce ne yapacak bu çocuk, marsa mı gidecek? Bir şeyleri de yaşamamış olsun. 4 yaşında çocukla yurt dışına çıkmanın hava atılacak bir tarafı yok bence.
- Hatırlamıyor zaten!
Hatırlamıyor. Her şeye de doymasın çocuk. Sonra mutsuz bir YouTube gençliği çıkıyor ortaya. Tuhaf tuhaf tipleri izleyen çocuklar ortaya çıktı şimdi de. Bir şeyleri de yaşamayıp, bir şeyleri de özlemesi lazım bence. Tabii velilerin de işi çok zor. Çünkü kendileri dikkat etse, başka arkadaşlarında görüyor, o da istiyor bu sefer. Biraz da çocukları serbest bırakmak lazım. Her ne kadar çocuk sesi bir yerden sonra gürültü gibi gelse de, sitede bazen sabahtan başlıyorlar koşmaya, pazar akşamına kadar. Koşsunlar, delirsinler, enerjilerini akıtsınlar istiyorum. Çünkü sabahtan akşama kadar hep bununlalar. Kendi yapamadıkları şeyleri çocukları yapsın diye inanılmaz bir baskı kuruyor aileler. Ben ilkokul 3’ten beri hep dershaneye gittim. Olabilir mi böyle manyak bir şey! Hafta içi okula gidiyorum hafta sonu dershaneye gidiyorum. Okula alternatif bir eğitim sistemi olması mümkün olabilir mi? Okul, üniversite sınavını kazanmak için yetmiyordu ve dershaneye gidiyorduk. Böyle saçma bir şey olabilir mi?
- Kurumsal hayatta sıkıntılar yaşadın. Kitabında da anlatıyorsun. Sana sıkıntılar yaşatmış insanları eskiden çalıştığın bankana gidip de gördün mü? Sana karşı tavırları değişti mi?
Hiç yapmadım, hiç de çağırmadılar. Zaten ben oradayken çalışan birçok yöneticim başka bankalara gitti. Orada çok kişi kalmadı. Değiştiğini sanmıyorum. Bankalar çok çağırıyorlar. Ama bu kitabın ve skeçlerin birçok başka yerde etkisi oluyor. “Artık daha dikkat ediyor yöneticimiz” diye mesajlar alıyorum. Ya da yöneticiler kendileri mesaj atıyorlar “Ben artık çok dikkat ediyorum” diye ama bir anda değişecek bir şey değil bu.
E-mail:
Twitter: @drsevdasarikaya
Facebook: Anılar Silinirken Sosyal Medya Platformu
Instagram: @dr_sevda_sarıkaya