"Belli bir konuya ağırlık vermişlik hiçbir zaman olmadı bende. Dikkatimi tek bir şeye yoğunlaştıramazdım.”
Neslihan Kozanoğlu’nu çoğunuz tanıyorsunuz. Sosyetenin ünlü simalarından ama bu köşede yer alma sebebi elbette ki bambaşka. O bir aykırı zihin. Durmadan üreten ve harika işler çıkaran bir zihni var. Türkiye’ye organik tarımı getiren, hayvancılıkla uğraşan ve elini attığı her işi başarıya ulaştıran bir süper kadın o! Bu röportaj serisine başlarken sizlere söylediğim gibi, üstün yetenekli/zekalı bireylerin erişkin dönemleri ile ilgili pek fazla haber göremezsiniz. Bizler ancak çocuklarımızda bu tanının peşinden koşar, erişkin hallerini pek önemsemeyiz. Benim amacım, üstün yetenekli/zekalı olduğunu düşündüğüm erişkin bireylerin yaşamları ile ilgili röportajlar yaparak önünüze örnekler sunmak. Bir Nöroloji hekimi ve Davranış Nörolojisi uzmanı olarak bu alandaki örnekleri titizlikle seçmeye çalışıyorum. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim. Her üstün yetenekli/zekalı birey başarıya ulaşamaz. Başarı aynı zamanda disiplin gerektirir.
Çok teşekkürler röpotaj teklifimi kabul ettiğin için…
Bu röportajın bana da çok şey öğreteceğine inanıyorum. Akıllı bir kadın olduğumu biliyorum ama zeka daha farklı sanki. İşin profesyonelinden bunu duymak mutluluk verici. Ben de kendimi tanıyacağım belki de.
Biraz çocukluğundan bahsedelim. Ailen ve çevrendekiler seni nasıl tanımlardı?
İki kardeşiz. Bir tane erkek kardeşim var. Anne tarafında ilk torun, baba tarafında üçüncü torunum. Anne tarafımda ilk torun olmam dolayısıyla çok ilgi görürdüm, çok üstüme düşülürdü. Baba tarafımda ise mantık açısından bakıldığında benden önce iki torun daha olduğu için, bir fark olmamalıydı. Bir de ailede soyadını götürebilecek tek erkek torun kardeşimdi. Ama bunlara rağmen onlar da bana hep farklı davrandılar, diğerlerinden daha farklı beni sevdiklerini hissettirdiler.
Seninle ilgili bir tanımlama yaparlar mıydı? “Neslihan nasıl bir çocuktur?” sorusuna yanıtları ne şekilde olurdu mesela…
Yaramaz, istediğini mutlaka yaptıran ama çok sempatik bir çocukmuşum. Benden önce çok yetenekli, çok güzel iki kız torun ve benden sonra da tek erkek torun olan kardeşim olmasına rağmen baba tarafımda da beni çok sevmeleri bu özelliğime bağlıydı herhalde. Onu bana fazlasıyla hissettirdiler. Babamın mektupları hala durur bende. Orada her baba gibi bana elbette iltifatlar ediyor ama en çok söylediği aklına ve kendine güven sözü. Çünkü yatılı okuyordum, ilk dönemlerde ayrıydık, daha sonra yanıma taşındılar.
Okul hayatın nasıl geçti?
Ben ilkokulu Bafra’da okudum. Babam hekimdi. Annem de babam da İstanbul’da büyümüş insanlar ama ben üç yaşındayken babam Bafra Devlet Hastanesine başhekim olarak atanmış ve oraya taşınmışlar. Taşınmamız tablo gibi aklımdadır.
Üç yaşında yaşadığın bu olayı hatırlıyor musun?
Hatırlıyorum evet. Çok fırtınalı ve karanlık bir vakitte liman olmadığından dolayı teknelerin geldiğini, bizim o havada tekneye binişimizi ve deniz yolculuğu yaptığımızı hatırlıyorum. Karşıdan gelen sandalların geçişi bile aklımdadır. Orada bir çocuğun ayakkabısı düşmüştü. Bunlar tablo gibi zihnimde. Bafra’da da eski bir Rum konağının alt katını kiralamıştı babam. O gece üst kattaki ev sahibinde yemek yendi. O sahne de aklımdadır.
İlk hatırladığın sahneler kaç yaşına tekabül ediyor?
Üç yaşından hatıralar var aklımda. Mesela o yaşlarda çok sevdiğim bir bisikletim vardı. Taşınırken bisikletimi satmışlar. Hatırladığım sahne, camdan bakışım ve dışarıda oğlunun elinden tutan bir babanın benim bisikletimi götürüşü… Çok ağlamıştım.
Etrafındaki insanların senin çocukluğunla ilgili anlattıkları olaylardan örnekler verebilir misin?
Beni çok sevdiklerini biliyorum. Ama şöyle de bir durum vardı. İlkokuldayken sınıfın en çalışkanıydım. Fakat her gün anneme şikayete bir anne ve elinde çocuğu gelirdi. Ben kapının arkasında gizlice dinlerdim. “Beriha hanım çok özür dileriz, rahatsız ettik ama Neslihan hanım kızımız, oğlumuzu ısırdı/dövdü/çimdikledi/tekmeledi” gibi... Anneler çok çekinerek gelirlerdi. Küçük yer ve babam başhekim olduğu için muhtemelen yumuşatarak söylerlerdi. Ben bunu duyduğum anda annemin gardrobunun içine girip saklanırdım, çünkü ceza alacağımı biliyordum.
Çocukken daha çok neyle ilgilenirdin?
Hem her şeyle, hem de fazlaca hiçbir şeyle. Belli bir konuya ağırlık vermişlik hiçbir zaman olmadı bende. Dikkatimi tek bir şeye yoğunlaştıramazdım. Ama kendimi bildim bileli doğa çok ilgimi çeker. Çocukluğumda Bafra’da gece uyanıp tavukların yanına giderdim ve yumurta toplardım. Çiftlikte yaşamayı o yüzden tercih ettim. Ben buraya “Nesli’nin harikalar diyarı” diyorum.
Biraz dikkat dağınıklığı varmış sanırım.
Evet var. Mesela çok başarılı bir öğrenciydim ve ortaokul sınavları için İstanbul’a gelmiştim. İlkokulu Bafra’da okumama rağmen, kazanmadığım hiçbir okul yoktu, hepsini derece ile kazanmıştım. Üsküdar Amerikan’ı tercih ettim ve yatılı olarak okula başladım. Ama okula başladıktan sonra notlarım çok düştü. Muazzam bir dikkat eksikliğim vardı. Hatta hazırlık senesinde karnem annemlere Bafra’ya geldi ki, baştan aşağı kırık notlar. Beden eğitimi, Türkçe ve Müzik dersleri dışında hepsi kırıktı. Okul idaresi annemi ve babamı çağırdı. Onlara demişler ki; bu çocuk bu okulu yatılı olarak nasıl kazanabildi. Daha sonra benim sınav giriş kağıtlarımı çıkarmış bakmışlar ki okula 9.lukla girmişim. O zaman ailemden ayrı kalmama bağlamışlar bu durumu. Sonra annem İstanbul’da kalmaya başladı. Ben dikkatimi toparlayamadığım için okulu bırakmak istemiştim. Babam da tayin isteyip İstanbul’a yanımıza geldi. Sonra çok üzülmüştüm. Benim yüzümden bütün düzenleri değişti diye. Sonra okumaya devam ettim ama hiçbir zaman çok başarılı bir öğrenci olamadım. Üsküdar Amerikanı bir şekilde bitirdim.
Peki ya sonrası, üniversite dönemleri…
Benim baba tarafım hep doktor ve doktor olmayı çok istedim. Kendimce yetenekli olduğumu da düşünüyordum. Laboratuarlara giderdim, araştırmalar yapardım. Ya psikiyatrist ya da cerrah olmak istiyordum.
İki uç branş ama senden harika bir psikiyatrist olurmuş, onu belirteyim…
Bence de… Daha sonra tıp yazdım ama kazanamadım. Sonra çalışmak istedim ve kendime çok iyi bir iş buldum. Lisan olunca oldukça iyi bir şirkette, iyi bir maaşla çalışabiliyordun. Sonra babama geldim ve dedim ki; babacım bakın, siz kaç senelik hekimsiniz, ben daha üniversiteyi bitirmeden sizin kadar maaş alıyorum. Babam da döndü, tebrik ederim ama hiçbir zaman bir altın bileziğin olmayacak senin dedi. Bu laf çok ağırıma gitti. Bir de babama çok fazla hayranlığım olduğu için, onun istediği bir şeyi yapamamak hoşuma gitmedi. İşe başladım ama o sırada sınava da çalıştım. Bir daha sınava girdim ve İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatını kazandım. Okulu kazanınca istifa ettim. Şirketimizin müdürü buna müsaade etmedi. En küçüğümüz ama harika çocuğumuz derdiler bana. Derslerime gitmeme izin vererek ve maaşımı da kesmeden devam ettirerek çalışmamı önerdiler.
Zor olmadı mı?
Yok gayet güzel gidiyordu ama ben o sırada bir de evlenme krizine girdim. Çünkü çocuğum olmasını çok istedim.
Eyvah! Bir de evlilikle birlikte hem iş, hem okul yürüttüm deme…
Aynen öyle oldu. Sonra hemen hamile kaldım ve bunu öğrenince yine istifa ettim.
Artık bu defa müsaade etmişlerdir. Hepsi birlikte gitmez çünkü…
Hayır yine müsaade etmediler. Belki de Amerikalılarla çalışmanın en büyük avantajı buydu. Personel iyi çalışıyor ve ona güveniyorlarsa müsamaha gösteriyorlar. Dediler ki sen yaparsın, biz sana güveniyoruz. Hemen bir program yaptılar. Doğum iznin var, sonrasında istediğinde bebeğini emzirir gelirsin vs.
Bu arada okul aksıyor mu?
Hayır, okul çok kolay geliyordu.
Peki biraz başka şeyler konuşalım. Herhangi bir arkadaş ortamında, ya da topluluk içerisinde kendini uzaylı gibi yani tamamen yabancı hissettiğin oluyor mu?
Oluyor. Bazen şöyle bir şey oluyor. Bir espri oluyor mesela ben hiç gülmüyorum. Anlamadığımı sanıyorlar ya da kimsenin gülmediklerine çok gülebiliyorum. Bir de genellikle çok hızlı karar veriyorum. Uzun uzun düşünüp incelemek gibi bir durumum olmuyor. İnsanlara bazen kendi fikrimi ya da algıladıklarımı anlatabilmem zaman alıyor.
Hiç anlaşılamadığını düşündüğün oldu mu?
Yok pek olmadı. Fazla netim belki ondandır.
Türkiye’de organik tarımı ilk başlatan kişisin. Bununla ilgili karar verme sürecin de mi çok hızlı oldu? Nasıl öngördün Türkiye’de bu kadar ilgi göreceğini?
Türkiye’de organik tarım, ekolojik tarım gibi kavramların pek bilinmediği bir dönemdi. Bir ABD seyahatim sırasında marketin manav reyonunda “organik” yazısını gördüm. “Aa bu ne demek?” diye düşündüm, araştırdım. Çok hoşuma gitti. Ben niye yapmıyorum diye düşünüp, bir gün içerisinde karar verdim.
Bu kadar hızlı karar vermelerinden dolayı hiç zarar gördün mü?
Hayır, görmedim.
Organik tarıma başlamadan önce nerede çalışıyordun?
Önce Uniroyal sonra Koç holdingte çalıştım. Bir çocuğum vardı ve boşanmıştım. Onun bütün sorumluluğu benim üzerimdeydi. Ama hiçbir zaman da kenara biraz para atayım şeklinde bir yapım olmadı. Gerektiğini düşündüğüm her şeye harcardım. Sevdiğim şeylere para harcamayı durdurmaktansa, çalışmayı tercih ettim. Mesela gece eve geldim çocuğumla ilgilenip, uyuttuktan sonra tercümeler yapardım.
Çalışmayı hiç bırakmadın değil mi? Çünkü ben seni ne zaman görsem hep bir şeyler üretiyorsun ve hiç durmuyorsun…
Hayır çalışmayı hiç bırakmadım. Ahmet’le olan evliliğimden sonra da hiç durmadım. Rakamlarında sıfır hatası yaptığını düşünebileceğim kadar zengin bir adamın eşi oldum ama ben hep kendi varlığıma inandım ve varlığın en önemli işareti olan üretkenliğim hiç durmadı. Tarlaya girdim, tohum ürettim oradan para kazandım…
Kozanoğlu Çiftliğini sen yaptın…
Evet ben yaptım. Şöyle ki, tabi karı-koca beraber fikirler ürettik ama şu ağaçların çoğunu elimle ekmişimdir. Hala elemanlarım olmasına rağmen her şeyi kendim yapıyorum Yani açıp telefonu, evin bir odası değişecek, bana kataloglar getirin demiyorum. Kendim araştırıyorum, uygun fiyatlı yerler buluyorum, gidip mağazada tek tek seçiyorum, diktiriyorum. Yani her şeye elimin tek tek değmesi lazım.
Hep çok sosyal bir insan mıydın?
Evet. Ben hiçbir zaman tek bir kişiyle dolaşmadım. Etrafımda birçok arkadaşım olmalı. Bir kere seviyorum. İnsan ilişkilerini seviyorum, arkadaşlığı seviyorum. Ama bana baskı kurulmasına dayanamıyorum.
Baskı hissettiğin durumlarda, arkadaşlıklarından kolayca çekip gidebiliyor musun?
Giderim, anında giderim.
Duygularını nasıl yaşarsın? Öfkeni, hüznünü ya da sevincini…
Dışarıda yaşarım. Sevindiğimde, oynarım, çığlık atarım, kahkaha atarım. İçimde ne fırtına kopuyorsa dışa vurur. Üzülürsem, depresyona girerim, yemeden içmeden kesilirim, mahsunlaşırım. Hüznümü içimde yaşarım. Kızdığım zaman, o fena. Anında ifade ederim. Mesela sen bana burada ters bir şey yapsan, hemen tepki verip sorarım “Sevda sen şimdi burada neden bana bunu yaptın?” derim.
İfaden çok güçlü o zaman.
İfadem mi güçlü, kontrolsüz müyüm?
Bence o biraz özgür ruhunla ilişkili bir şey. Hesaplı yaşamıyorsun gibi..
Hiç… İyi bir şeyde de hesabım yok, kötü bir şeyde de. Mesela birisine kızıp da pusuya yatıp, planlar yapmıyorum. Biri bana kötülük ya da haksızlık mı yaptı, sadece kendi içime girip kapımı kapatıyorum. Üzülüyor muyum? Elbette üzülüyorum. Yıllarını verdiğin bir arkadaşlıkta şanssızlıklardan doğan bir yanlış anlaşılma oluyor ve karşı taraf anlamak için bir çaba göstermiyorsa, çekiliyorum ve o insan kalbimde bitiyor. Sonra o artık anlasa da eskisi gibi olamıyorum.
Kendinle yalnız kaldığında neler düşünürsün?
Ben gece uykumda bile düşünürüm. Yatmadan önce bir problem varsa kafamda, sabaha onu çözmüş olarak uyanabiliyorum. Ben bazen kalabalık içinde de kendimle kalırım.
Kalabalık içerisinde kendinle başbaşa kalmayı nasıl başarıyorsun?
Burada 100 kişi olsun, ben yine kendimle kalabilirim, kendimle konuşurum. Bulunduğum ortamda kendimi izole edebilirim.
Hangi zamanlarda bunu yaparsın?
Eğer o anda ortamdan çok sıkıldıysam, kendimle eğlenmeye başlarım. Hatta ortama dışarıdan bir göz gibi bakıp, içine karışmadan da eğlenebilirim.
Çok güzel özellikler bunlar. Zihninizi hep taze tutar ve çocuksu tarafınızı besler. Hoşlanmadığın bir durum içerisinde canını sıkmaktansa, kendini eğlendirmek. Kendi mizahını yaratmak…
Ooo anında sistemi kurarım. Görmemem, duymamam gerekene gözlerimi, kulaklarımı kilitlerim ve bambaşka bir aleme geçerim. Örneğin bir ortamdayım ve fikir olarak aynı paralele gelmem mümkün değil, ben ak diyorum o kara diyor. Kendimi ifade etmeye çalışsam karşımdaki ile baş edemeyeceğim. Artık o ortamın ve o insanların benim gözümde işi bitiyor. Ben oraya bir saniye daha vakit ayırmak istemiyorum. Ama pat diye hadi bana Allaha ısmarladık desem, bozuldu, kırıldı diyecekler ve iş daha çok uzayacak. O zaman bu sistemi uygulamaya başlıyorum.
Hayatı nasıl görüyorsun, nasıl anlamlandırıyorsun?
Öğrenmenin bir sınırı olmadığına inanıyorum. Bu yaşla da ilgili bir şey değil. Annemin vefatından sonra benim için birçok şey değişti. Hayatı bir oyun gibi düşünüyorum. Birçok maddi değer gözümde sıfıra indi. Bugün ya da yarın herkes eksiliyor hayatımızdan bir gün sen olacaksın eksilen. Hayat bir oyun ve benim oyuncaklarım var. Sevdiğim şeyler, sevdiğim oyunlar var. O şekilde yaşıyorum hayatı ve yeni oyun alanları yaratıyorum kendime. Mesela geçen gün “Ben oyuncu olmak istiyorum” dedim içimden. Bizim çiftlikte çekilmedik dizi ve film kalmadı ama hiçbir yönetmen beni kaydadeğer bulup teklifte bulunmadı diye kendi kendimle eğleniyordum. Ve ne tesadüftür ki bir hafta sonra bir sit-com için Sevgili Armağan Çağlayan aradı beni. Nasıl sevindim anlatamam. Dediğim gibi, işin özeti; hayatı bir oyun olarak görmeye başladım.