Alzheimer Hastalığında genetik ne kadar etkilidir, bu anlamda kimler daha fazla risk altındadır, gen tedavisi çalışmaları Alzheimer için de yapılıyor mu gibi birçok soru geliyor sizlerden. Bunun üzerine nörodejeneratif hastalıklar üzerine çalışan bir Moleküler Biyoloji ve Genetik Uzmanı ile röportaj yapmak şart oldu. Haliç Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümünden Yrd. Doç. Dr. Nagehan Ersoy Tunalı ile görüştüm. Buyrun okumaya :)
Alzheimer hastalığında genetik geçişin rolü nedir?
Alzheimer Hastalığında en önemli risk faktörlerinden biri aile hikayesi, diğer bir deyişle ailenin diğer bireylerinde de bu hastalığın görülmesi. Birinci derece yakınları yani annesi, babası, kardeşlerinden birinde Alzheimer hastalığı olan kişilerin bu hastalığa yakalanma olasılığı ailesinde hastalık olmayanlara kıyasla 2 kat daha fazla. Ancak, tüm hastalar incelendiğinde, genetik geçişin görüldüğü yaklaşık %1’lik bir grup olduğu ortaya çıkıyor. Yani 100 Alzheimer hastasından yaklaşık olarak 1 tanesi genetik geçişli olarak bu hastalığa yakalanıyor. Ailesel Alzheimer hastalığı da diğerlerine göre daha erken yaşta başlayıp daha hızlı ilerliyor.
Bütün genetik geçişli Alzheimer hastaları genç mi, ileri yaşta ortaya çıkan genetik geçişli Alzheimer hastası yok mu?
Alzheimer hastalığını ortaya çıktığı yaşa göre sınıflandırırken tıbbi sınır olan 60 yaş temel alınıyor. 60 yaştan önce görülen tüm Alzheimer vakaları erken başlangıçlı olarak kabul ediliyor. 30 yaşında bu hastalığa yakalananlar da, 55 yaşında ilk semptomlarını gösterenler de aynı gruptalar. Yapılan araştırmalar bu hastalıktan 3 genin sorumlu olduğunu gösterdi. Bu genlerin adı APP, presenilin 1 ve presenilin 2. Hepimizin hücrelerinde bu genler var. Genlerin çok basit anlamda yan yana dizili C, A, G, T harflerinden oluştuğunu söyleyebiliriz. Bu harflerden biri ya da birkaçı eksik, fazla, ya da yanlış yerde olursa buna genetik mutasyon diyoruz. İşte genetik geçişli Alzheimer hastalığında biraz önce bahsettiğim üç gende mutasyonlar oluyor. Bu 3 genden herhangi birinde mutasyonu olanlar hastalığa 60 yaşından önce yakalanıyorlar. Diğer taraftan ailesel Alzheimer hastalığı olup da 60 yaşından sonra hastalığın görüldüğü bireyler de var tabii. Bu aileler üzerinde de araştırmalar devam ediyor. Örneğin yaklaşık 10 gün kadar önce yeni bir yayın çıktı, bilinen üç gende bir mutasyonu olmayan ama ailesel geç başlangıçlı Alzheimer hastalığı olan bir grup hastada sorumlu olabilecek yeni kromozom bölgeleri tespit edildi.
Genetik geçişli olmayan Alzheimer hastalığında genlerin hiç mi rolü yok?
Kesinlikle rolü var, çünkü genetik yatkınlık ya da risk faktörü dediğimiz bir kavram var. Geç başlangıçlı Alzheimer hastalığı ile ApoE geni varyasyonları arasında kuvvetli bir ilişki var. Bu genin E4 varyantını taşıyanlar için Alzheimer hastalığı risk artmış, E2 varyantını taşıyanlar için ise risk azalmış oluyor. Ama bizi takip edenler bunu iyi değerlendirsinler, çünkü E4 taşıyanlar kesinlikle Alzheimer olacak, E2 taşıyanlar hiçbir zaman olmayacaklar diye bir şey söz konusu değil. E4 olup da Alzheimer olmayan bireyler var. ApoE4 Alzheimer için sadece hastalığa bir genetik yatkınlık oluşturuyor, bu risk diğer genetik ve çevresel faktörlerle değişebilecek bir risk. O nedenle hastalara ve yakınlarına bu kavramları iyi açıklamak, uygun genetik danışmanlığı vermek çok önemli.
Genetik danışmanlık nedir?
Ailesel bir hastalık taşıyan, ya da henüz hastalık belirtilerini göstermemiş ama taşıma riski olan bireylere ve bu bireylerin yakınlarının hastalığın genetik özellikleri, gelecek kuşaklara kalıtımı, tanı yöntemleri ve tanı raporunu aldıktan sonra kişinin yaşayabileceği duygu durumları hakkında bilgilendirilmesidir. Genetik danışma verilmeden önce ailede ya da hasta kişide genetik tanının kesin olarak koyulmuş olması gerekir. Genetik danışmanın sorumluluğu, hasta ve hastanın uygun gördüğü yakınlarına hastalıkla ilgili olasılıkları doğru, detaylı ve net bir biçimde açıklayarak soruları şeffaf bir şekilde yanıtlamak ve alınacak tüm kararları hastanın kendisine bırakmaktır. Örneğin, erken başlangıçlı Alzheimer hastalığının henüz semptomlar ortaya çıkmadan, erken dönemde saptanabilmesi için bahsettiğim üç gendeki mutasyonlar taranabilir. Fakat, kesin tedavisi olmayan bir hastalıkta bunun yapılmasının bireye nasıl bir faydasının olacağının genetik danışmanla tartışılması ve bireyin ve ailenin içinde bulunduğu özel durumlar göz önünde bulundurularak karar verilmesi genetik danışmanlığın bir parçasıdır. Buna benzer şekilde, APOE4 hastalık oluşumu için tek başına yeterli veya gerekli olmadığı için bu testin yapılması da genetik danışmanlık çerçevesinde bireyin kendisiyle tartışılması gereken bir konudur.
Siz birçok nörodejeneratif hastalıkların genetiği ile ilgileniyorsunuz. Bu tür hastalıkların hepsinde genetik danışmanlık verilmesi gerekiyor. Türkiye'de bu kavram nasıl işliyor?
Birçok konuda olduğu gibi genetik danışmanlıkta da henüz ancak emekleme dönemine gelebildik diye düşünüyorum. Ben yaklaşık 20 yıl önce İngiltere’de Huntington hastalarına danışmanlık veren bir genetik danışmanın yanında ve hastalardan izin alınarak staj yapmıştım. Zaten nörodejeneratif hastalıklarda tüm genetik danışmanlık protokolleri Huntington hastalığındaki uygulamalar model alınarak geliştirilmiştir. Bu tip henüz kesin tedavisi olmayan hastalıklarda genetik danışmanlığın aylar süren bir döneme yayılması ve bu süreçte hastanın yaşamının kontrol altında tutulması, tüm olasılıklara karşı hastanın açıklıkla bilgilendirilmesi, ayrıca da bu dönem sonunda yapılacak değerlendirmeyle eğer psikolojik olarak genetik test sonucunu kaldırabilir durumda ise testin yapılması gerekiyor. Genetik danışman kesinlikle yönlendirici olamaz. Hastanın eğitim seviyesine, kültürüne, aile yapısına, mesleğine göre onun anlayabileceği düzeyde bilgi aktarımı yapıp sahneden çekilmesi ve test yaptırma kararını hastaya bırakması gerekir. Bizde çoğu zaman hastaların aleyhine işlediği durumlar gözlemliyorum. Daha çok test yapmak ya da daha çok yayın yapmak uğruna bu kurallar ihlal edilebiliyor. Medikal etik kuralları sonuna kadar gözeterek bu işleri yapmak lazım. Bizde daha çok test yapıldıktan sonra sonucu açıklama aşamasında danışmanlık veriliyor, ama esas öncesinde hastanın bilgiye ihtiyacı var ki, bu testi yaptırıp yaptırmayacağına karar versin, yaşayacaklarını öğrensin. Bir de genetik danışmanlık görevini yapan kişiler gerçekten ehil kişiler olmalı. Hastadan kanı alan, testi yapan kişiler genetik danışman olamaz aslında, çünkü istemeden taraflı olabilirler, bu da test verilerinin tarafsız yorumlanması sürecini sekteye uğratabilir. Olmaz gibi geliyor ama oluyor. Yurtdışında üniversitelerin genetik danışmanlık programları var, bu programları bitiren, ya da sertifikası olanlar danışman olabiliyor. Ancak ülkemizde bu konuda ciddi bir boşluk var, o nedenle genellikle genetik uzmanları, doktorlar, biyologlar, bu konularda araştırma yapan doktoralı araştırmacılar kendi bilgileri dahilinde danışmanlık yapıyorlar.
Genetik danışmanlık verilmesi neden bu kadar önemli? Size gelen hastalar bunun ne kadar farkındalar?
Genetik test yapılması ve sonucun açıklanmasıyla insanların hayatı tamamen değişiyor. Testten önce başka bir hayatı vardı, testten sonra duyguları, düşünceleri, hayatının geri kalanı tamamen farklı olacak. Genelde olumsuz sonuçlarda böyle olacağı düşünülür ama olumlu, yani hastalık taşımadığını öğrendikten sonra da insanların hayatı tamamen değişir. Sadece bir rahatlama yaşanmaz, başka duygular da devreye girer. O nedenle bir hastanın ve yakınlarının hem hastalıkla ilgili detaylı olarak bilgilendirilmesi, hem de genetik test yapıldıktan sonra sonucun açıklanması, durumun tartışılması konularında danışmanlığa ihtiyaç var. Hastalar pek bilinçli değil, ama bu tamamen onlardan kaynaklanmıyor, bizim sağlık ve eğitim sistemimizin genel bir sorunu. Hastalar ve yakınları yetkili kişilerden bilgi almaya çalışmaktan çekinmesinler ve sıkılmasınlar. Kendilerine açıklanan bilgilerin üzerinde düşünsünler, genetik testler rutin kan testleri gibi değildir. Biraz önce söylediğim gibi, insanın hayatını ömür boyu etkileyecek sonuçları olur, bunun bilincinde olarak test sonuçlarına iyi hazırlanmaları gerektiğini bilsinler.
Gen tedavisi nedir? Hangi hasta grupları üzerinde bu tür çalışmalar var?
Genel olarak gen tedavisi, genetik kökenli hastalıkları tedavi etmek veya iyileştirmek amacıyla hücrelere gen aktarımı yapılması olarak tanımlanabilir. Rutinde kabul görebilmesi için önce mutlaka diğer yöntemlerle tedavi olamamış hastalar üzerinde klinik araştırmaları yapılır. Kistik fibroz, kas distrofisi, hemofili, akdeniz anemisi gibi birkaç hastalıkta gen tedavisi denemeleri yurtdışında ve ülkemizde sürüyor ve çok başarılı sonuçlar alınıyor.
Alzheimer hastalığında gen tedavisi çalışmaları var mı? Son çalışmalardan biraz bahseder misiniz?
Alzheimer hastalığı için de yurt dışında, özellikle Amerika’da yapılan gen tedavisi denemeleri var. Örneğin bu ay Amerika’dan çıkan bir yayında nöron büyüme faktörü kullanılarak nöronların aktivasyonunun sağlanabildiğinden bahsediliyor. Bu neredeyse dünyayı yerinden oynatacak bir bulgu bence. Bu araştırma 2001 yılında başlatılan bir klinik deneme çalışması ve erişkin yaşta ortaya çıkan bir nörodejeneratif hastalık için ilk kez gen tedavisi denenmiş. NGF diye kısaltılan ve hastalıkta rolü olduğu düşünülen nöron büyüme faktörü geni 10 Alzheimer hastasına aktarılmış ve hastaların beyinlerindeki bozulmaları başlamış olan nöronların bu büyüme faktörüne cevap verdikleri, ayrıca da bu cevabın 10 sene boyunca devam ettiği gözlenmiş. Bu da, büyüme faktörü terapisinin uzun yıllarca, hücrelere zarar vermeden sürdürülebileceğini ortaya koymuş. Bu sonuç bence hem Alzheimer hem de beyin hücrelerinin kaybedildiği diğer benzer hastalıklar için kuvvetli bir umut niteliğinde. Ama lütfen bu durum Alzheimer’da gen tedavisi bulundu, hastalık ortadan kalkacak şeklinde yorumlanmasın. Bu bir başlangıç, bir klinik deneme çalışması ve bu sonucun alınabilmesi 14 yıl sürmüş. Üzerine daha çok ek çalışmalar yapılması gerekiyor rutinde uygulanabilmesi için.
Türkiye'de gerçek anlamda bilimsel çalışma yapmak için çaba göstermek, akıntıya karşı kürek çekmek mi demek? Genetik çalışmalar ciddi bütçeler gerektirebiliyor. Çalışmalarınızda bütçe konusunda sıkıntılar yaşıyor musunuz?
Evet, moleküler ve genetik araştırmalar çok ciddi bütçeler gerektiriyor. Sanırım Türkiye’de kime sorsanız bütçe sıkıntısından bahseder. Bizde yetişmiş eleman çok, fikir çok, ama uygun platformu ve bütçeyi bulmada problem var. Bunun en büyük sebebi olarak ülkemizde araştırmaya, araştırmacıya, bilime verilen önemin Avrupa ya da Amerika’daki gibi üst düzeyde olmayışı söylenebilir. Yavaş yavaş büyük araştırma merkezleri açılmaya başlandı genetik araştırmalar için, bunlar çok umut verici. Doğru yolda ama çeşitli faktörler sebebiyle çok yavaş ilerliyor ülkemiz. Biz bir malzeme için para bulup yurtdışından getirtene kadar dışarıdaki araştırmacı deneyi yapıp bitiriyor ve yayınlıyor zaten, aynı kulvarda olabilmek çok zor. Ama benim anlayışıma göre hiçbir çaba akıntıya kürek çekmek değil. Yeter ki hipotezi olan, yani bir soruyu araştırmaya yönelik çalışmalar yapılsın, küçük büyük fark etmez. Tüm araştırmalar aslında koca bir denizde bir damladır, ama o damlalar olmasa deniz nasıl oluşsun. Üniversitelerin de araştırma projelerine maddi ve manevi olarak daha çok destek olmaları gerektiğini düşünüyorum. Doktorların, bilim insanlarının kendisiyle yarışırcasına araştırma yapması lazım. Bilim insanı kolay yetişmiyor ki, onlarca sene eğitiminize zaman ve emek harcıyorsunuz, türlü sıkıntılarla okulları bitiriyorsunuz, özel hayatınızı arka plana alıyorsunuz, sonra bu iş aslında çok meşakkatliymiş akıntıya kürek çekemem ben deme lüksümüz yok bence. Ülkemizin moleküler biyoloji ve genetik araştırmalar konusunda yetişmiş elemanı gün geçtikçe çoğalıyor ve şu an çalışmaya hevesli, bilgisini araştırmalarıyla değerlendirmek isteyen insan gücü olarak çok yüksek bir seviyedeyiz. Sağlık hayattaki en önemli varlığımız ve bizler daha sağlıklı yaşam, hastalıkların tanısı, tedavisi konularında araştırmalar yapmaya herkesten daha hevesliyiz, yeter ki maddi ve manevi olarak destek görelim.