Tam da mezuniyetler yapılıyor, kimileri üniversitede istediği bölüme girebilecek, kimiyse kazanamamanın üzüntüsünü yaşayacakken... Bu sırada liseler için öğrenciler tercihlerini dolduracakken... Mir de okulunu geçen hafta sonlandırmışken birkaç lafım olacak.
Bizim yatak odamızın duvarı, Mir’in kendi seçimiyle, bu sene okulda yaptığı aktivite ganimetleriyle doldu. Muhtemelen yaptığı çizimi, kesimini-yapıştırmasını veya ortaya çıkan işin ne kadar iyi olup-olmadığını değil de; hissini sevdiği, o andan keyif aldığı, arkadaşlarıyla bir arada olma duygusunu içinde yaşattığı etkinliklerin kağıtlarını seçti. Benim için hepsi kıymetli, hepsi onun minik ellerinin emeği, şimdi de evimizin en değerli eserleri... Muhtemelen arkadaşları tarafından daha iyi tamamlanmışlar da vardır. Belki daha kötüleri de... Hiç sormadım öğretmenine; “Sınıfa göre nerede?” Beni tek ilgilendiren onun çabası, yapabildiği kadarıyla mutlu olması. Öğretmenleri anlatıyor; “İngilizce’ye şöyle hevesli, böyle matematiği iyi, o kadar güzel bilmem ne yapıyor ki...” Bu tarz övgüler duymak, elbet insanın hoşuna gidiyor ama bugüne kadar duyduğum en şahane şey; arkadaşlarıyla sandalye kapmaca oynarken, dans etmesi, müziğe kendini kaptırmasıydı. Yarıştan çok, o ana odaklanabildiğini, oynadığı oyundan keyif aldığını bilmekti.
Benim okul hayatım, sınavlardan doksan alarak geçti ve eve bu notu ilettiğimde “Sınıfta yüz alan var mı?” sorusunu duyarak... Sadece tebrik beklerken, en yüksek notu aldığım için ‘aferin’ kelimesini duymanın şaşkınlığı yaşayarak... Belki de tam bu yüzden farkındalığım arttı. “Bir bebek konuşmaya çabalarken, kelimeyi nasıl telaffuz ettiğine değil, ne dediğine odaklanın.” derler ya, işte o andan itibaren çocukların yapabildikleriyle değil, yapmaya olan istekleriyle ilgilenmemiz gerektiğini anlamıştım.
Henüz hamileyken, karnımdaki oğullarıma “Sen beni hiçbir şekilde hayal kırıklığına uğratamazsın, seni her koşulda çok seviyorum.” demekle geçti. Ve fakat, bunu uygulayıp, uygulayamayacağımı bilemiyordum çünkü bilinçaltım tam tersiyle doldurulmuş bilgilerle doluydu. Zamanla anladım ki; farkındalık, yaşama tarzımızı değiştirebilmek için ilk kural, ikincisi yarısı ise pratikle oluyor.
Şimdilerde ebeveynler çocukları sınıftaki başarılarıyla, not ortalamalarıyla, sınav sonucu dereceleriyle ölçümlediklerinde tüm aile için çok üzülüyorum. ‘‘Kim bilir o anne-baba ne yaşadı da bu hale geldi, kim bilir o çocuk nasıl kendi değerini bir notla ölçümlüyor olacak?’’ diye içim içimi yiyor. Henüz bebeklikten itibaren çocuğumuzun gelişim hızını (yürüme, konuşma, tuvalet eğitimi, kendi kendine yiyebilme-giyinebilme) kabul edemezsek, sonralarda da çocuklarımızı ortamdaki diğer herkesle kıyaslayacağımızın göstergesi oluyor. Kardeşiyle, aileden başka çocuklarla, sınıf arkadaşlarıyla, iş yaşamında... ‘‘Sizinki kaçıncı ayda yürüdü? Benim evladım çok hızlı konuştu. Kendi yaş gruplarına göre önde gidiyor, önde.’’ cümleleri kime göre? Okulda çok başarılı olup, iş hayatında başarı elde edemeyen bireyler duymadınız mı hiç? Veya okulda silik bir öğrenciyken, sonralarda adını herkesin bildiği birinin hikayesine denk gelmediniz mi?
Bunun sonu yok. Evlatlarımızı başarılarıyla değil, oldukları kadarıyla-beklentisiz sevebildiğimizde mutlu bireyler ve neticesinde huzurlu bir toplum olabileceğiz çünkü koşulsuz sevgi; özgüvenli, ego problemlerinden sıyrılmış, benlik bilincini oturtmuş kuşaklar yetiştirecek.
Küçük bir tüyo: Çocuğunuzun yaş gruplarına göre daha eksik yönlerinin olması (sınav başarısızlığı gibi), sizi neden bu kadar sinirlendiriyor, üzüyor? Temelinde yatan sebebi bulabilirseniz, çözmeniz gereken sorunun çocuğunuzla ilgili olmadığını da kavrayabileceksiniz.