Mir'e hamileyken, çocuk gelişimi hakkında bol bol araştırma yaptım, okudum, danıştım. Kendime aldığım en önemli notlardan biri de "Dünyaya onun hizasından bak." olmuştu. Somut olarak… Onun boy seviyesine in ve neyi, ne kadar görebildiğini anla. Eğer koşulları kötüyse, düzelt.
Bu uyarı aklımın bir köşesinde durduğu için, Mir'le sohbet ederken, hep çömeldim. Ona laf anlatmaya (o an yapmak istediğinin neden tehlikeli olduğunu açıklamaya) çalışırken göz hizasına indim. Ne bileyim, bir çocukla tanışırken, onunla aynı boyutlarda olmaya özen gösterdim, onları önemsediğimi hissetsinler istedim. Veya araba koltuğuna oturttuğumda, başımı onun başıyla birleştirip, oradan dışarıyı/yolu ne kadar görebiliyor, "Aaaa Mir, köpeğe bak." dediğimde köpeği görebilecek yükseklikte mi diye kontrol ettim.
Ama her zaman insan öğrendiğini uygulayamıyor işte... Çünkü beyin böyle işliyor; hatalar yaparak doğruyu öğreniyor, kural bu. Gün içi kendi koşturmacalarım sırasında, bir çok kere Mir’in neden öfkelendiğine anlam veremeyip, kendimin de sinir sınırlarımın aşıldığını fark ediyorum. Sesim yükselebiliyor, hemen alçalıp özür de dilese o yüksek tonlama, ağızdan çıkmış oluyor bir kere cümleler ve kırılmış oluyor o kalp bir kere. Evet, hemen tamir edildiği taktirde, anne-çocuk arasında iletişim kopukluğu uzun devam etmediği sürece düzeliyor ilişkiler çünkü çocuklar affedici ama ne gerek var böyle gerginliklere... Diyeceğim o ki; Mir’in hizasından bakmayı hatırladığım an, çoğu zaman düğüm çözülüyor.
Mesela, ailecek yemek yerken biz, Mir birden masaya çıkmak isteyebiliyor. Ben de ona herkesin sandalyede oturduğu gibi oturarak yemeğini bitirmesini, yemek masasına tırmanılmayacağını anlatıyorum ama kendisinin hiç umurunda olmuyor. Eh, çorba yere dökülüyor, pis ayaklar masaya değiyor derken, benim sinirler geriliyor. Sonra birden bir aydınlanmayla, aklım başıma geliyor; onun boyutlarında oturuveriyorum sandalyeye. "Offf! Ne sıkıcı bir masa sohbeti." O kadar aşağıdayım ki; milletin yüzünü değil, sadece çene hareketlerini görebiliyorum. Oysa gözlerine bakabilmek, mimiklerini yakalayabilmek önemli olan. Hele ki konuşmaya yeni başlayan biri olarak, hem yüzünü, hem de ağız hareketlerini takip etme derdinde olan bir velet için çok daha sıkıcı. Onun kısalığında, elim, kolum bile zor hareket ediyor, yemek yemeğe çalışırken. O an hak veriyorum, "Masaya tırmansam yeridir." diye düşünüyorum. Hemen gerginlik hissimin yerini, oğlum için çabalama eylemi alıyor. "Haydi seni de bizim hizamıza getirelim." diyorum. Yastıklar dolduruyorum altına, yükseltiyorum sandalyesini. İşte o zaman onun da keyfi yerine geliyor, problem de çözülmüş oluyor. Anlamlandıramadığı ama içten içe hissettiği eksiklik hissini ortadan kaldırdıktan sonra her şey daha keyifli oluyor onun gözünde.
Düşünsenize... Sürekli sizden 3-4 kat büyük birileriyle yaşıyorsunuz. Çok uzun. Elleri, ayakları aşırı büyük. Kolları, bacakları sizin bir kaç misliniz. Sanki dev bir aileye sahipsiniz, bir siz ufacıksınız aralarında. Zor olurdu değil mi? Kendinize çözümler bulurdunuz, onlar gibi olabilmek için. İşte Mir’in yaptığı da bu oluyor. Yolda biz yürürken, o koşuyor. Benim adımlarıma yetişmeye çalışıyor kendince. Benim bir adımım, onun üçüne denk geliyor. Araba koltuğunu sevmiyor, dışarıyı yeterince göremediğinden... Önündeki upuzun ön koltuğa kös kös bakarak, sıkıcı bir seyahat geçirmeyi kim ister ki? Belki yolu izleyemediği için midesi bulanıyor. Sokakta bir arkadaşımla karşılaşıp, sohbete dalınca ben, "Anne, anne..." diye iki çift laf ettirmiyor. O kadar aşağıda ki; yalnız hissediyor, konuşmaları yeterince duyamıyor. Oysa kucağımda olsa, işler değişir. Komidinden almak istediği şeye uzanıncaya kadar önündeki her şeyi yerlere saçabiliyor, parfüm şişesi kırabiliyor. Oysa, sandalyeye çıkmış (çıkarılmış) olsa, kolu arkaya uzanabilse, işler değişir. Oysa, arabada bizim görebildiğimizi görebilse (gösterilecek imkan sağlansa), koltuk o kadar da sıkıcı olmaz. Oysa, ona ait malzemeler, onun uzanabileceği yükseklikte olsa, kendine/etrafa zarar vermeden istediğini elde eder. Oysa, evde ona uygun yükseltiler olsa, istediğini elde edemediği için ağlama krizlerine girmez. Elini rahat yıkayabilir, istediği zaman dişlerini fırçalayabilir, suyunu alıp, içebilir... Bize muhtaç gibi yaşamaz. Kendi ihtiyaçlarını karşılayıp, kendiyle gurur duyabilir.
Bu yüzden onlara çözümlerle gelmeliyiz. Hayata onların gözünden bakmayı unutmamalıyız... Hem mecazi, hem de gerçek anlamda. Eğer onların hissettiklerini çözümler ve ihtiyaçlarına çare bulabilirsek o zaman onlarla birlikte geçirdiğimiz vakitler çok daha keyifli olur. Ve her annenin zorlandığı ‘sabır(sızlık)’ duygusu, daha az vukuattan ötürü kolaylaşır. Onlar mutlu olur, bizlerse gerilmeyiz.
Onlar hiç bizim yerimize geçmediler, bizim gözümüzden olayları göremezler. Ama biz eskiden çocuktuk... O günleri biraz düşünüp, hatırlamaya çalışmak zor değil. Onların hissettiklerini anlamak imkansız değil. Çocukluğumda annemler beni (kendimce) üzdüklerinde, şu cümleyi söylerdim... "Ama siz çocuk oldunuz, isteseniz ne hissettiğimi hatırlayabilirsiniz ama ben hiç ebeveyn olmadım, sizin nasıl düşündüğünüzü bilemem ki!"