Siz hiç hayatınızda biri olmadan aşk hissini tattınız mı? Ya da sokakta yürürken yalınayak çimlere basıyormuş hissine kapılıp, kafanızın içinde Nat King Cole'un "Love" şarkısını duyarak dans etmeye başladığınıza şahit oldunuz mu?
İşte ben, bu şahane duyguları Toskana seyahatimde tattım. Yazar olmayan bir insanın bu hisleri yansıtmaya çalışması kadar zor bir durumu elimden geldiğince yapmak üzere işe koyuluyorum =)
Dört günlük seyahatimizin ilk durağı kızıl rengindeki Bolonya idi. Turistlerle dolu cıvıl cıvıl sokaklar bizi güneşle karşıladı.
Sabah Milano’dan araba ile geldiğimiz için biraz yorulmuştuk ve gezmeye başlamadan önce ilk keşfimiz olan Osteria dell’orsa adlı restorana gittik.
Rezervasyon almayan mekânlardan bir tanesi olan bu restoranın önünde uzun kuyruklar oluyor. Adınızı kapıdaki çalışanın listesine yazdırdıktan sonra beklemeye başlıyorsunuz. Biz 20 dakika kadar sırada bekledik. Genelde sırada beklerken birer kadeh şarap içiliyor. Ama bu içilenler, içeriden gelen kokularla kabaran iştahı bastırmaya yetmiyor =)
İçeride turistler olduğu gibi yerliler de var. Ortam pek sıcak. Ne giydiğinizin bir önemi yok. Mühim olan gelenlerin karnını en güzel şekilde doyurmak.
Menüyü karıştırdım ve tereddüt etmeden bolonez soslu makarna ve yanına kırmızı şarap söyledim. Şarabı bizim Türk ailelerinin evindeki su bardaklarına benzer bir bardakta getiriyorlar. Makarnayı beklerken masada duran zeytinyağı ve balzamik sirke ilgimizi çekti. Çok kalabalık olduğu için garsondan istemek yerine, yaramaz çocuklar gibi bize çok yakında olan mutfaktan temiz bir tabağı alıp, tabağın içine şahane kokan zeytinyağı ve kokusuyla vücudunuzu harekete geçiren balzamik sirkeyi döktük. Fine dining restoranına gidip porsiyonların boyutları karşısında şaşkına dönen ve kendini zeytinyağı, ekmeğe veren Türk misali, biz de arkadaşımla kendimizi ekmekle doyuruverirken buluverdik. Makarnalar ve salata harikaydı.
Yemeğimizi yedikten sonra çok kısıtlı bir zaman olduğu için Bolonya’yı her araştıran kişinin karşısına çıkan Piazza Maggiore Meydanı, Saint Petronio Katedrali, Indipendenza Caddesi, Nettuna Meydanı, Nettuno Çeşmesi, Quadrilatero ( eski Pazar ) gibi klasikleşmiş noktaları gezdik. Özellikle eski pazarı gezerken sokaklara dizilen meyve ve sebzeler, çiçekler, şarküterilerin camlarından gözüken etler, peynirler insanı ağzının sularını kontrol etmekte zorlandığı anları yaşatan cinsten =)
Sokaklarda yürürken İtalya’da muhakkak “yapılması gereken şeylerden biri” demenin doğru olmayacağı, “yapmadan duramayacağınız şeylerden biri” demenin doğru olduğu konu ise dondurma! Neredeyse her sokak başında bulunan dondurmacılardan “Gelateria Funivia” adlı olandan dondurmalarımızı aldık. Buranın ricottalı dondurmasının leziz olduğunu duymuştum. Dolayısıyla seçimimi ricottalı’dan yana yaptım ve pişman olmadım.
Akşam yemeği için bir İtalyan tanıdığımızın şehir merkezinden biraz uzaktaki restoran önerisini denemeye koyulduk. Ancak Türkiye’deyken telefon ile ulaşamayıp rezervasyon yapamadığımız için deneyemeden çıktığımız, şahane atmosferi ve kokularından dolayı içimizde kalan yerlerden biri oldu: “La Bottega Di Franco”
Geri çevrilmemiz üzerine rotamızı otelimiz olan Casa Barthel’e (Oda Kahvaltı: 200euro) çevirdik. Burayı “sawdaystravel” üzerinden bulmuştum ve ilk defa farklı bir platformdan rezervasyon yaptığım için biraz tedirgindim. Ne zaman ki konaklama yapacağımız alana girdik, midemde kelebeklerin kanat çırpışını hissetmeye başladım ve müzik çalmaya başladı. Çocuğun; hediye paketini önce sakince, sonra artık dayanamayıp yırtarak hediyesine ulaşmaya çalıştığı heyecana benzer bir duygu. Burası Floransa şehir merkezinin hemen dışındaki bir çiftlik evi. Alanın tam ortasında bir meydan, bu meydanda taştan büyük bir ev ve bunun etrafına da serpiştirilmiş birkaç ev daha var ki bunlardan bazıları ağaç ev. Gecemizi, mest olduğumuzu gösterir mutluluk sesleriyle prosecco’muzu yudumlayarak konakladığımız evin bahçesinde geçirdik. Hayatımda konakladığım en güzel yerlerden biriydi. Yolunuz buralara düşerse gözüm kapalı önereceğim yer burası olur.
Fiyata kahvaltı dahil. Ancak kahvaltı dahil deyince aklınıza açık büfe ya da Türk kahvaltısı zenginliğinde bir masa gelmesin. Tipik bir Avrupalı kahvaltısı- yani sabah bahçenizdeki masaya bırakılmış kruvasan =) Biz civardaki marketten alışveriş yaparak soframızı şenlendirdik.
Kahvaltı sonrasında çiftliği gezerek biraz vakit geçirdikten sonra Floransa şehir merkezine gidip Piazzale Michelangelo, Piazza del Duomo, The Cattedrale di Santa Maria del Fiore, Loggia della Signoria’yı gezdik. Floransa’ya ikinci gelişim olmasına rağmen bu açık hava müzesine bir kez daha hayran kaldım. Botticelli, Michelangelo, Leonardo da Vinci, Raffaello gibi şahane sanatçıların eserlerini görebileceğiniz Uffizi Müzesi Floransa’da muhakkak gezilmesi gereken yerlerden. Ancak bu sefer de, önceden bilet almadığımız ve neredeyse 1 km’yi bulan bilet ve giriş kuyrukları nedeniyle burayı pas geçmek durumunda kaldık.
Mercato Centrale öğle yemeği için önerilen noktalardan bir tanesi. Burası bir bina içerisindeki bir kat üzerinde onlarca restoranın yer aldığı, insanların yemeklerini alıp ya da sipariş edip orta alanda yedikleri bir düzene sahip. Sevimli olmasıyla birlikte bizim pek ilgimizi çekmediği için gezdikten sonra yemek yemeden çıktık.
Neredeyse bütün günü ayakta gezerek geçirdiğimiz ve yorulduğumuz için mükemmel bir atmosferi olan La Ménagère’de bir şeyler içtik. Buranın restoranı olduğu gibi içeride mum, yastık, bardak gibi eşyaları satın alabileceğiniz bir alanı da var. İçeride yüksek tavanların altında gruplara yönelik uzun masaların olması beni en cezbeden yönlerinden.
La Ménagère sonrasında, yeterince yürümemişiz gibi, Ponte Vecchio’ya doğru yürüyüp, birlikte çalıştığımız İtalyan şefimizin önerisiyle ikinci günkü dondurma hakkımızı Gelateria la Carraia’da kullandık.
Kalacağımız yerin şehir merkezinden uzaktaki bir şato olması ve 20:00’den sonra saat başına 15euro ekstra para ödetmeleri dolayısıyla akşam yemeğini pas geçerek Castello di San Fabiano’ya (Oda Kahvaltı: 140euro) doğru yola koyulduk. Burası Siena yakınlarında, bir aile tarafından işletilen antika mobilya ve resimlerle donatılmış bir şato. O kadar eski ki kapıları kapatırken ya da odada yürürken seninle birlikte uyuyanı uyandırmamak elde değil =)
Üçüncü güne otelimizin çok keyifli kahvaltısıyla başladık. Ev yapımı ekmek, kek ve reçellerle birlikte yerel olarak üretilen peynirler ve soğuk etlerden oluşan zengin kahvaltısına bayıldık.
Kahvaltı sonrasında ağaçlarla çevrilmiş patika yollar üzerinden Cecchi bağına doğru yola koyulduk.
Rezervasyon ile katıldığımız bağ turu(35 Euro) sırasıyla bağ, şaraphane, mahzen gezildikten sonra bir kadeh beyaz, 4 kadeh kırmızı şaraba şarküteri tabağının eşlik ettiği bir tadımla sona erdi.
Bu turda, bir şarabın Chianti şarabı olabilmesi için Chianti bölgesinde üretilmiş olması ve üzümün en az %80’ininin Sangiovese üzümü olması gerektiğini öğrendik. Restoranlarda denk gelinen Chianti çeşidi iki tip olup biri Chianti, diğeri Chianti Classico olarak adlandırılıyor. Chianti classico daha kaliteli bağların üzümlerinden üretilenler olmakla birlikte, Chianti classico şaraplarının etiketlerinde siyah horoz amblemi bulunuyor. Pek tabi buraya gelmişken bir tane imza şarapları olan Coevo, bir tane de Chianti classico şarabı alıp bavuluma attım =)
Bağ gezimiz sonrasında arabamıza binip Toskana Bölgesi’nin yollarının keyfini çıkara çıkara San Gimignano’ya doğru ilerledik. Toskana’da bir noktadan diğerine giderken doğa karşısında büyülenmemek elde değil. Yeşilin, sarının, kahverenginin tüm tonlarına denk geliyorsunuz, sanki Bob “şimdi şuraya da bir ağaç çizelim” deyip paletinde hiç kullanmadığı renk kalmadığını fark edip şaşkına uğrayacakmış gibi. Hal böyle olunca çok sık aralıklarla “şurada sağa çeksene, şu güzelliğin fotoğrafını çekeyim.” cümlelerini sarf ederken buluyorsunuz kendinizi. Dolayısıyla böyle bir seyahat yapacak olursanız bu küçük molaları hesaba katmak faydalı olur. Bir diğer dikkate alınması gereken konu ise hız sınırı. Buraya gelmeden önce hem İtalyan tanıdıklarımızdan duyduğumuz hem de yazılardan okuduklarımızda ana bir mesaj vardı: Hız kurallarına uyun. An geliyor 30km/h ile giderken “Tanrım bana tespih getirin!” demek istiyorsunuz, ama hızlanmıyorsunuz. Çünkü Türkiye’ye döndüğünüzde kabarık bir ceza ile karşılaşmak istemiyorsunuz.
San Gimignano’ya vardığımızda biraz Cisterne Meydanı’nı ve birkaç sevimli sergiyi gezdikten sonra önünde uzunca bir kuyruk olan Gelateria Dondoli’den dondurmalarımızı alıp katedralin merdivenlerine oturarak keyif yaptık.
Akşam için planımızda San Quirico d'Orcia’da Cappella della Madonna di Vitaleta karşısında günbatımı eşliğinde piknik yapmak olduğu için buraya doğru giderken bir markette durup alışverişimizi yaptık. Sepetimizde prosecco, focaccia, kırmızı üzüm ile Manchego ve Grana padano olmak üzere iki tip peynir vardı. Bir piknik için olabilecek en mükemmel kombinasyon =) Pöti kare örtümüzü yere serip, malzemelerimizi yerleştirdikten sonra manzaranın keyfini çıkarmaya koyulduk. Burada çok enteresan bir doğa var. Bir tarafta yemyeşil, diğer bir tarafta sanki kuraklık varmış hissi uyandıran kahverengi bir arazi var. Kahverengiliğin tam ortasında da umudu simgelercesine bir ağaç.
Günbatımı sonrasında son durağımız olan Il Rigo Agriturismo’ya (Oda Kahvaltı: 130euro) doğru yola koyulduk. Casa Barthel’de yaşadığımız kelebek hissi burada da kendini gösterdi =)
Burada, çiftlik odalarının çoğu 16. yüzyıl planını koruyan taş yapıdaki ana binada bulunuyor. Ana binanın önünde her akşam, akşam yemeği servis edilen eski tahıl ambarı ile eski odun fırınının bulunduğu güzel bir avlu bulunuyor. Odalar çiftliğin eski mobilyaları kullanılarak düzenlenmiş ve huzurun bozulmaması için odalara televizyon koymamayı tercih etmişler. Onun yerine bir kadeh şarap ile bir araya gelinip muhabbet edilmesinin daha keyifli olduğunu düşünüyorlar.
Resepsiyonda işlemlerimiz yapılırken duyduğumuz şahane kokulara yenik düşüp akşam yemeğine katılım göstereceğimizi bildirmemiz üzerine, odalarımıza bavullarımızı bırakıp restorana gittik. Tok olduğumuz için bir makarnayı paylaşmaya karar verdik ve bir şişe şarapla keyifli bir akşam geçirdik. Huzurlu şahane bir uykunun arkasından kendimizi uçağa yetişmek üzere kendimizi yola attık…
Peki, bu Alice Harikalar Diyarı’nda tadındaki bölgede her şey tıkırında mı gitti? Hayır =) Hayatımda ilk defa park ettiğimiz arabayı bulamama durumuyla karşılaştım. Birlikte seyahat ettiğim arkadaşıma “bana konum göndersene” demem üzerine konumu paylaştı. Bu talebim tamamen gezdikten sonra arabayı rahatlıkla bulmak içindi. Arabaya doğru giderken, bu konuma göre hareket ettiğimizde bambaşka bir yere gittik ve ancak 3 saatlik arayış sonunda arabamızı bulabildik. Okuyunca “ne güzel macera yaşamışlar” deyişinizi duyar gibiyim ama aç insanların karanlıkta araba araması kadar kâbus bir durum olamaz. Eldeki üç telefonun, power bank’lerin pili bitti. Yetmezmiş gibi araç kiraladığımız firmaya ulaşamadık. Herkesin benimle dalga geçtiği konulardan biri olan fotoğraf çekme sevdam sayesinde arabamızı bulabildik. Sokakta çektiğim bir fotoğrafı sempatik bir İtalyan ailesine gösterdikten sonra işler rayına girdi. O nedenle alınan derslerden bir tanesi, yurtdışında konum gönderirken, telefonun kendini güncellediğinden ve konumu doğru yolladığından emin olmak.
Bitti mi? Hayır! Araba kiralarken o bölgenin park kurallarını öğrenmek en güzel hareketlerden biri olur. Aksi takdirde bütün gün şehri gezerken paralelde “acaba ceza yazmışlar mıdır?” endişesini yaşamak hakkınızdır.
Sonraki tatillerimde kullanmak üzere alınan dersler cebimde, hayatımdaki en güzel ilk 5 tatilimde ilk sıralarda yer bulan Toskana seyahatim, Louis Armstrong’dan “What A Wonderful World”’ün kafamda çalmaya başlamasıyla sona eriyor.
La Dolce Vita
Cube