Sorarım sana Gürcistan! Soldan direksiyon musun? Sağdan direksiyon mu?
Sokaklarda peynir satan küçük dükkanlar, metrolarda upuzun yürüyen merdivenler, her an yaşayan sokaklar, küçük baharat dükkanları, ellerinde pidemtrak ekmek taşıyan insanlar, Ramazan’daki pide kuyruğuna benzeyen ekmek kuyrukları, şahane bina içleri, sokaklardaki sıcak şarap tencereleri, küçük heykeller, duvarlardaki duvar sanatları, tatlı şarapları, “Türk gibi ama değil gibi” düşünceleriyle ben Tiflis’i pek sevdim!
1. Gün- “Tanrım! Adamakıllı uyumadan bu günü devirmeme izin ver =)”
Sabah 3.50 gibi bastım Gürcistan topraklarına. Hal böyle olunca toplu taşıma yerine 15 Lari’ye bağladığım bir taksiyle Rooms Hotel’e gittim. Gün ağarıncaya kadar biraz otelin lobisinde takıldıktan sonra, ilk durağım olan The Blue Monastery’e doğru yola koyuldum. Burada bir ayine denk geldim. Kliseler, manastırlar bana hep huzur verdiği için İstanbul’da uzun zamandır güneş yüzü görmeyen ben, bol güneş görüp sabah ayinine de denk gelince pek keyiflendim.
Buradan çıkıp Bağdat caddesini andıran Rustaveli Caddesi üzerinden, bizim Feriye Antik Pazarı’nın açık versiyonuna benzeyen Dry Bridge Market ilk durağım oldu. Eğer çocukluğunuzda, salonun göbeğine tren raylarını arka arkaya dizip rayları tam tur tamamladıktan sonra üstüne treni oturtup çalışmasını izlemekten keyif alan bir çocuktuysanız Dry Bridge Market tam sizlik bir yer =) Burası sadace Cumartesileri kuruluyormuş, dolayısıyla planlamınızı yaparken bu detaya dikkat! Burada biraz vakit geçirdikten sonra Tbilisi State Opera House, Rustaveli Theatre, Public Services Hall gibi noktaları görmenin ardından, kahvaltıyı da atladığım için zil çalan midemi şenlendirmek üzere “Veliaminovi” ye gittim. Buranın khinkali’sinin iyi olduğunu okumuştum. Kendime ısmarladığım Khinkali ve yanında fıçı biram hiç beklemediğim hızda geldi.
Buranın ortamı çok sempatik değil. Sevgilinize dönüp “Canım oranın ortamına bayılıyorum. Tekrar gidelim mi?” cümlesini sarfetmeyeceğiniz cinsten bir yer. Ancak yerlilerin pek tercih ettiği bir restoran olduğunu okumuş olmakla birlikte deneyimledim de. Bir türlü kanımın uyuşmadığı beyaz ışıklar hakim. Adeta terminaldeki esnaf lokantasına gelmişsiniz gibi. Ortam pek sempatik olmasa da, her esnaf lokantasının ana karakteristiklerinden biri olan “güzel yemek bulursun” konseptine sahip ki yerliler burayı dolduruyor.
Khinkali pek benim damak zevkime hitap etmedi. Bizim çiğ böreğimizin haşlanmış versiyonu ile mantımızın azman versiyonu arasında sıkışıp kalmış gibi. Yemeğin kafası karışık olduğu yetmezmiş gibi ustamız da baharat konusunda elini korkak alıştırmamış =)
"Olsun her zaman ülkelerin yerel tatlarını denemek olmazsa olmazlardan." demeye yeltenirken “Türk kahvesi ister misiniz?” sorusuyla karşılaşmam kısa süreli mavi ekran vermeme neden oldu. Ama neden şaşırıyorum ki? Neticede komşu ülkemizde Türk kahvesinin olması pek olası =) Bizde adet “Türk kahvesini nasıl içersiniz?” diye sormakken, Gürcistan’da sormadan şekerli getiriyorlar. Şekerli kahveyi sevmeyen bir insan evladı olarak, kahvemi bitiremeden şaraplarıyla ünlü olan Gürcistan’ın ilk şarabını denemek üzere Cafe Linville’e geçtim. Her odası sanki komşuların evlerinden çıkan eski mobilyalarla donatılmış, ama buna rağmen bir uyum içinde olan, yüksek tavanlı dünya tatlısı bir cafe. Çok eski bir televizyonun içini boşaltıp akvaryum bile yapmışlar. Buranın sıcak ortamından çok hoşlandım.
Enerji yüklemesi ardından istikamet Writers’ House of Georgia. Malesef Tiflis’te genel olarak gezdiğiniz yerlerde açıklama olmadığı ya da varsa da İngilizcesi olmadığı için pek okuyup anlama şansınız olmayabiliyor. Sanırım en aklıma yatmayan tarafı bu oldu Gürcistan’ın.
Burası gezilebilen bir yer olmasına rağmen ben zorlama yöntemlerle gezebildim. Neredeyse kapalı olduğunu düşünerek dönüyordum ki kapıdaki zile bastım ve bana kapıyı açtılar. İlk katı gezerseniz 5, bütün evi gezerseniz 10 Lari ödüyorsunuz. Size Levan adındaki bir çalışan evi gezdiriyor ama anlatırken çatpat İngilizcesi ile olay tamamen hayal gücünüze kalıyor =)
Tiflis sokakları ne kadar eski, yıkık dökük binalardan oluşsa da, ara sokaklarda tatlı tasarım dükkanlarına, galerilere denk gelmeniz çok olası. Bunlardan bazıları Buyers, More is Love,Chaos Concept Store, Flying Painter Atelier.
Sokakları geze geze otelime geri dönerken başka bir gün için durağım olan Lolita Cafe’ye girdim. Burası da Rooms Hotel ile aynı çatı altındaymış. Açık ve kapalı alanları mevcut ve kapalı alanda bile aslında açık alandaymışsın gibi bir hissiyat uyandırıyor. Dışarısı buz gibi de olsa ısıtıcılar sayesinde hiç üşümedim. Kendime bir kahve ve içi sıcak çikolata dolgulu brownie söyledim. Çok üşümenin ve yürümenin getirdiği enerji düşüklüğü için şahane bir tercih yapmışım.
Akşam yemeği için kendime rezervasyon yaptırdığım yer Keto and Kote’ydi. Burası rezervasyonsuz gidilebilecek türden bir yer değil. İçeride yerlilerden oluşan büyük masaların hakim olduğu bir düzen var. Söylediğim Beef Karcho ve Elarji biraz geç geldi. Ancak beklerken içtiğim yarı tatlı kırmızı şarap çok keyifliydi. Beef karcho, sulu bir et yemeği olmasıyla bize çok tanıdık bir yemek iken, Elarji mısır unundan yapılan püremtrak bir yemek olması itibariyle bana hiç hitap etmedi. O kadar etmedi ki yarısından fazlasını yemeden bıraktım ki bu benim için iddialı bir hareket =)
Kaldığım otelin ambiyansından çok etkilendiğim için, Keto and Kote’den çıktıktan sonra akşam Rooms Hotel’in lounge’unda vakit geçirmeyi tercih ettim. Hem otelde konaklayanlar, hem dışarıdan gelenlerle dolan bu mekanda koltuklarda şömine karşısında içki yudumlamak pek keyifli. Müzikler ve gelen profil şahane!
2. Gün- İçim kıpır kıpır!
Sabah Rooms Hotel’in şahane açık büfesinde karnımı sağlam doyurduktan ve mimozamı gümlettikten sonra, Music and theatre exhibition hall’u görmek üzere Rhike Park’a gittim. Parkın pek bir özelliği olduğunu düşünmüyorum ama music and theatre exhibition hall’un binası çok görkemli. Malesef gezmeye kapalı bir bina, dolayısıyla sadece dışarıdan fotoğraf çekmekle yetinmek durumunda kalıyorsunuz.
Bu yapıya sırtınızı verdiğinizde de karşınızda Mtkvari nehri üzerindeki “Bridge of Peace”i buluyorsunuz. Rike Park ile eski şehri birbirne bağlayan bu köprü 2010 yılında açılmış ve 2012 yılında dünyanın en olağandışı 13 köprüsü arasına girmiş. Köprü üzerindeki ışıklar Mors alfabesini andıran şekilde yanıp sönerek periyodik tablodaki elementleri ve bu seçilen elementler de insan vücudunu anlatıyormuş.
Hemen arkasından tek yön teleferik ile “Mother of Georgia”ya yöneldim. Yaklaşık 5dk’lık bir masefa 2,5 Lari. Yine herhangi bir anlatıma denk gelemediğim için internet üzerinden okuduğum kadarıyla heykeltraş Elguja Amashukeli tarafından tasarlanan, Gürcistan'ın ulusal elbisesi içindeki 20 metrelik bu heykel 1958 yılında yerleştirilmiş. Sol elinde gelen dostlar için şarap dolu bir kaseyi, sağ elinde ise düşmanlar için kılıcını tutuyormuş.
Bir arkadaşım “Muhakkak cha cha iç” demişti de yukarıya çıktığımda cha cha satan brilerini görünce hemen davrandım. İçmeden önce “Şerefine Burcu’cum” diye kaldırdığım kadehim, bir yudum aldıktan sonra çöpü boyladı. Çok sağlam bir votka ya da ben votka sevmediğim için bana ağır geldi.
Teleferik biletimi tek yön almıştım, aşağıya doğru sokakları geze geze indim.
Sülfür banyoları Tiflis’teki bir gelenekmiş. Bizim hamamıza benziyor diye düşünüyorum. Hava çok çok soğuk olduğu ve hastalık riskini göze alamadığım için bu aktiviteyi pas geçip sadece etrafını gezmeyi tercih ettim. Ama bina olarak en beğendiğim mavi duvarlarıyla “Orbeliani” oldu.
Bugün öğle yemeği için durağım Culinarium Khasheria. Sabah otelde sağlam bir kahvaltı ettiğim için çok acıkmamış ama çok üşümüştüm. “Bir çorba fena gitmez” diye düşünüp Magic Mushroom soup ile şarap içmeyi tercih ettim. Sipariş verirken garson “Biraz baharatlı.” diye uyardı, “Acı mı?” diye sormam üzerine “Hayır değil.” demişti ama çorba büyük bitki taneli ve genzi tamamen açan cinsten çıktı. Şarap yarı tatlı, pek güzeldi.
Yemek sonrasında, bu civarlardaki, 1995-2004 yılları arasında ülkenin zenginlerinin bağışlarıyla inşa edilen “Holy Trinity Katedrali” görülmeye değer yerlerden biriydi.
Burası çok vakit geçirilecek bir yer değil. Arakasından The Chronicle of Georgia’ya gitmek üzere yola koyuldum. Planlama yaparken çok da mesafe yok gibi gözüken bu noktaya ulaşabilmek için dağları deldim. Taksiyle de gayet uyguna gidilebilirdi ama “Yok yurtdışındayken illa toplu taşıma ile gidip etrafı iyice görmek lazım gelir.” inadımdan dolayı dilim dışarda vardım. İyi ki de yarı yolda maymun iştahlılığım tutup geri dönmemişim. Biraz uzakta ama bence görülmesi gereken yerlerden biri.
Ben giderken belli bir noktaya kadar metro, metro sonrasında da yürümeyi tercih ettim ( yaklaşık 2km’lik bir yokuş ). Dönüşte de metroya kadar, daha insani bir yöntem olan, otobüs kullandım. Şarap memleketine gelmişken planımda birkaç şarap mekanında şaraplanmak olmalıydı. Herbirinin kendine has dokusu var =) Genelde tadım yaptırıp, beğeninize göre kadeh getiriyorlar. Ve güzel haber! Kadehi neredeyse ağzına kadar dolduruyorlar. Evet, çok az da olsa restoran dünyasında çalışmış bir insan olarak kadehin ağzına kadar doldurulmayacağını bilmeme rağmen, fiyat/performans dev mutlu etti =) Şarap içmek için tercih edilebilecek birkaç mekan Vino Underground, VinoGround, Schuchmann Wine Bar & Restaurant.
Bu akşam yemek için rezervasyon yaptırdığım yer Barbarestan. Kapıdan girdiğiniz andan itibaren atmosferine çekiliyorsunuz. Her gün var mı bilmiyorum ama benim şansıma o akşam iki kadın ve bir gitaristten oluşan bi ekip bir masaya oturmuş, bir yandan gelen kahve ve bisküvilerini içip yiyorlar, bir yandan da şarkı söyleyerek ortamı daha da güzelleştiriyorlardı.
Masam gösterildikten ve siparişimi verdikten sonra garson gelip bana buranın hikayesini anlattı ve restoranın geri kalan kısmını gezdirdi. Burası eskiden kasap olan, hatta hala duvarlarında etleri astıkları askıların durduğu bir yapının içindeki bir restoranmış. Etrafta, kendilerini kaptırıp, şarkı söyleyen kadınlara eşlik eden kanaryalar var =) Gürcü bir aile tarafından işletilen bu restoranın menüsü, İpek yolu’nun ülkesinin yemeklerinde oynadığı rolü vurgulayan yemek kitabından oluşturuluyormuş. Bazıları yemek kitabından uyarlandığı gibi bazılarını kitaptaki haliyle yapıyorlarmış. Hatta Barbare Jorjadze tarafından yazılan yemek kitabının ilk verisyonunu gelip gösterdiler =)
3. Gün- “Aman ya! Yarın tatil bitiyor.”
Paul’de yaptığım hızlı kahvaltı sonrasında eski şehre doğru yol alıyorum. Eski şehrin göbeğinde yer alan Rezo gabriadzhne’de kukla gösterileri yapılıyor. Kukla gösterisine katılma şansım olmadı ama binanın dışarıdan görüntüsü çok güzel olduğundan görülmeye değer.
Yine kendine has dizaynı olan eski mobilyalarla donatılmış çok tatlışko bir cafe daha olan Pur Pur kaçırılmaması gerekenlerden! Gitmemeyi düşünürken, çok üşüdüğüm için sıcak birşeyler içmek için girip “İyi ki pas geçmemişim!“ dediğim yerlerden biri.
Stamba Hotel içindeki Café Stamba otelin kendisi gibi çok cool! Zamanla görüyorum ki ben lüks peşinde değil de farklı tasarımları olan otellerden pek etkileniyorum. Yine yüksek tavanlar, otel içinde devasa ağaçlar, boydan boya kitaplıklar saatlerce mest ola ola izlemelik...
Stamba’da yemeğimi yerken odaya gidip dinlenmek ile öncesinde Iveria Casino’ya uğramak arasında bir savaş halindeydim. Gürcistan’a bilet aldığımı yöneticime söylediğimde “Kumara mı gidiyorsun?” diye takılması üzerine öğrenmiştim burada kumar oynandığını. Hal böyle olunca “Bir kumarhaneye de uğrarım demiştim.” ve The Iveria Casino aklıma yatmıştı. Ama daha önce de hissettiğim gibi kumar kafasından hoşlanmadığım için içeri girip, kayıt yaptırıp etrafı gezmem, seyrederken uyarılmam ve çıkış yapmam 4dk sürmüştür =)
Yılbaşı Akşamı =)
Yılbaşı için ne yapabilirim diye uzunca bir araştırmanın sonunda Fabrika Tbilisi’nin yılbaşı etkinliğine katılmaya karar vermiştim. Etkinliğin adı “Supra” diye geçiyor. 21:00’de başlayan etkinliğe gitmeden önce sanki ayrı ayrı masalar olur ve bizlere servis edilir, yemeğimizi yer, birkaç gırgır şamata olduktan sonra dağılırız diye düşünüyordum. Fabrika’nın mutfağına yöneldiğimde karşılaştığım manzara çok sempatikti. Hayallerimde hep, kocaman bir ağacın altında, ağacın dallarından sarkan kır ampüllerinin ışığında upuzun bir masada çok yakın arkadaşlarla şahane bir yemek var. Bunun küçücük bir kısmı, upuzun bir masanın karşıma çıkmasıyla gerçekleşmiş oldu. Masanın üstü, ufacık bir boşluk kalmayacak kadar donatılmıştı. Masanın en ortasına otururken hemen karşıma biri Alman, diğeri Portekizli olan bir çift oturdu. Bütün bir gece boyunca bir an bile sessizlik olmadı.
Yemeğe başlanmadan önce etkinlikle ilgili bilgi verildi. Supra aslında bir Gürcü geleneğiymiş ve paylaşma kültürüne dayanırmış. Uzunca bir masa etrafında toplanılır ve “Tamada” adını verdikleri lider genellikle kadeh kaldırarak herkesi yemeğe başlaması için davet edermiş. İlk kadeh Gürcistan, ikinci kadeh Tanrı ve sonraki kadeh de masanın etrafındaki değerli misafirler için kaldırılırmış. Tamada’nın her kadeh kaldırışında kadehi bitirmesi beklenirken, misafirlerin de benzer hareketi yapması beklenirmiş.
Masaya sürekli yemek ve dolu karaflar geldi. Hal böyle olunca kadehlerimiz hiç boş kalmadı. Otururken masa zaten donatılmıştı. Genel olarak mezemtrak yemekler vardı. Sonrasında aralarda ara sıcak, ana yemek ve tatlılar geldi.
Eğer düzgün bir supra ise, supra’ya katılanlar hem ruhen, hem de mide anlamında doyarak kalkarlarmış. Herkes kaldırılan kadehler, söylenen şarkılar, konuşulan konular ve yenilen yemeklerden sonra, masadaki diğer kişilerle arkadaşlık duygusu geliştirir, yeni anılar edinirmiş.
Dürüst olmak gerekirse yemeklerin lezzeti birçoğumuzu çok mutlu etmese de hayatımda en zevk aldığım aktivitelerden bir tanesiydi. İyi ki yapmışım =)
Bitti sanıyorsanız yanılıyorsunuz =) 00:15 gibi kalkar uyurum diye düşünürken, biz masadan kalkarken elimize karafı alıp lobiye yönelip canlı jazz müziği eşliğinde sabah 4’e kadar eğlendik.
Konaklama:
Rooms Hotel
Her seyahatimde konaklayacağım yerleri belirlerken bir gece muhakkak bir design hotel’de kalacak şekilde organize oluyorum. Vaktiyle nerede kaldığının önemi yok yaklaşımını benimserken, sanıyorum yaşın ilerlemesi, zevklerin değişmesi, Doğuş grubu gibi üst segmente hitap eden turizm sektörü otelleriyle çalışmış olmak gibi nedenlerden ince detaylar aramaya başlamışım. Hal böyle olunca ilk gece Rooms Hotel’de kaldım. Kaldığım oda “Aman Tanrım!” sıfatını hakedecek nitelikte olmasa da otel çok keyifli. Tasarımı insanı fotoğraf çekmeden duramama noktasına itiyor.
Bu zincirin Kazbegi’ne de oteli var. Oranın hayaliyle yanıp tutuşuyorum =)
Fikir vermesi açısından en uygun tek kişilik oda+ kahvaltı için 899 TL ödedim.
Fabrika Tbilisi
Bir zamanlar sovyet dikiş fabrikası olan bu alan yeniden canlandırılmış ve hem insanların yaratıcı fikirlerini gelişirmesi için bir çalışma alanı, hem de konaklama imkanı sunan bir tesis haline gelmiş. Tesiste cafe ve barlar, sanatçı stüdyoları ve mağazaları, eğitim kurumları, ortak çalışma alanları, açık alan avlusu mevcut. Herbiri kendine özgü ambiyansıyla sizi kendine çekmeyi başarıyor. Renkler harika! Gelen profil ondan da harika!
Fabrika’yı görmeden dönmeyin!
Hayatında ilk defa hostel’de kalan bir insan olarak sabah uyandığımda iç çamaşırlarıyla bana kalça pozu verecek bir erkeğe denk geleceğim aklıma gelmemişti. Bu kare ile karşılaştığımda gözlerimde gözlüklerim var mı diye kontrol etme ihtiyacı hissettim =) Bununla birlikte hostel beklediğimden rahat bir hayatmış. Eziyet çekerim hissindeyken, öyle olmadığını deneyimledim ama “Tekrar tercih eder misin?” sorusunun yanıtı “Mümkünse almayayım!”. Özellikle ikinci sabah uyandığımda odamda 11 erkek ve ben şeklinde olduğumuzu farketmem ve horlama seslerine paralel osuran insanların havasız bıraktığı odaya şahit olmam pek sempatik değildi =) Güzel haber şu ki buranın double room opsiyonu da mevcut =) Bir daha kalacak olursam double tercih ederim.
İki gece 12 kişilik odalarda konaklama için toplam 127 TL ödedim.
Ulaşım:
Bizi İstanbulkart’ımıza benzer bir kartları var. 2GEL ödeyerek kartı alıyorsun. Ben bir kere otobüs, çoğunlukla da metro kullandım. Metroya tek yön için 1 GEL ödüyorsun ve doldurma işlemini her saat açık olan bankolardan yapabiliyorsunuz. Otobüslere de bu kartlarla binebildiğiniz gibi, kartınızda para kalmamışsa otobüs içinde para atarak bilet aldığınız küçük makinalar da var.
Yapmak İsteyip de Yapamadıklarım
Mesafe dolayısıyla gidemeyip mimari açıdan pek merak ettiğim yerlerden birisi Bank of Georgia Headquarters idi.
Joseph Stalin Underground Printing House gidemediğim ama merak ettiğim yerlerden biri. Buraya giderken kendi tercümanınla gidilmesi gerektiği şeklinde bir notla karşılaştım. Ona yönelik bir ayarlama yapmadığım için burayı atlamaya karar verdim.
"Black Dog Bar’a gidip fıçı biri için." diye okumuştum araştırma yaparken. Açıkken birkaç kere önünden geçtiğim bu cool yer, malesef yılbaşı ertesinde kapalı olduğu ve ben o zaman giderim dediğim için deneyimleyemediğim yerlerden biri.
Chonkadze Caddesi üzerinde mimari açıdan merak ettiğim Madam Bozarjiantz’ın evini bulamadım =( Evi bulamamış olsam da, Tiflis zenginlerinin yaşadığını tahmin ettiğim bu caddeyi gezmiş bulundum =)
Bir futbol stadyumunun altında olan Bassiani Club’a gece hayatı için gitmeyi planlamıştım ama sanırım artık yaşım elvermiyor ya da ben başka meselelerden hoşlanır hale gelmişim, pas =)
Bu uzun paylaşım sonrasında, sonuç olarak bende hala Gürcistan sağdan direksiyon mu soldan direksiyon mu net değil. Her ikisi de mevcut =) Sorularım yanıtsız kaldı.
Bisous.
Cube
@kubkagan