Dünyanın geçmişini incelediğimizde geçtiğimiz son 200 yıldaki gelişimin, 200 yıldan önceki döneme göre ne kadar ivmeli olduğunu fark etmek oldukça kolay. Bu gerçekten yola çıkarak aynı ivme ile bundan sonraki gelişim sürecini tahayyül etmeye çalışıyoruz. Burada bir parantez açarak teknoloji ve toplum ilişkisini açıklayan bir iki kavramı tartışmak istiyorum.
Sanayi Devrimi ile birlikte toplum yapısında ve insan ilişkilerinde meydana gelen değişikliklerin yanında teknik ve teknolojik alandaki ivmelenme, toplumsal değişim analizlerine teknolojik gelişmelerin de dahil edilmesini zorunlu kılmıştır. Teknolojik gelişmelerin toplumsal düzeyde değişimlere neden olduğunu kabul eden düşünce, özellikle devrimden sonraki ilk yüzyılda belirgin şekilde kabul gördü. Ancak süreç içinde, insanın ve toplumun da teknoloji üzerindeki etkilerini dikkate alan ve bu yanıyla yukarıda tanımladığım “Teknolojik Determinizm”e karşı çıkan kuram teknoloji-insan ilişkisinin çift yönlü olduğunu ve toplum ile teknolojinin ortaklaşa dinamiklerle inşa edildiğini savunmaktadır.
Yukarıdaki kuram tartışmasına, göz ardı edilemeyecek “doğa” kavramını da eklemek ve dünyanın sadece insan türü üzerine kurulu bir düzeni olmadığını ve teknik teknolojik gelişmelerin, toplumsal boyutundan da ötede doğa döngüsünün önüne geçemeyeceğini düşündüğümü vurgulamak istiyorum. Konuyu toparlayabilmek için Sanayi Devrimi ve sonrasındaki süreçte teknik-teknoloji ve sağlık teknolojisi-hizmetleri alanını irdelemek ve gelecek projeksiyonları yapmak istiyorum.
Milattan sonrasını hesaba kattığımız bir hesaplamada insanlık, Michael Faraday’ın elektriği bulması için 1831 yıl beklemek zorunda kaldı ancak elektriği bulduktan yalnız 100 yıl sonra bilgisayar ile tanıştı. 1941’de Konrad Zuse'nin "Z makineleri" ikili sayı tabanına dayalı işleyip, gerçek sayılar ile işlem yapabilen ve bilgisayar olarak kabul edilen ilk makinesinden, 2016’da Microsoft tarafından “nörolojik veri kullanarak uygulamanın durumunu değiştirmek" ismini taşıyan patenti alınan işlemci arasında geçen süre ise sadece 75 yıl.
Bir fizik profesörü olan Wilhelm Conrad Röntgen’in 1895 yılında bulduğu X-ışınlarının tıpta ilk olarak uygulandığı bölüm kas-iskelet sistemidir. X-ışınlarının keşfinden hemen sonra tıbbi kliniklerde ve savaş dönemindeki yaralanmalarda geniş bir kullanım alanı bulmuştur. Ülkemizde ise X-ışını ilk olarak Galatasaray lisesinde üretilmiş ve tıp alanında ise 1896 yılında kendisi de bir hekim olan Esat Fevzi Bey tarafından kullanılmıştır. X-ışını prensibi ile çalışan bilgisayarlı tomografi (BT) ise ilk defa 1972 yılında beynin görüntülenmesi amacı ile kullanılmış ve sonrasında radyografik muayenesinde sıklıkla kullanılan bir araç olmuştur. İlk jenerasyon cihazlarda 4-5 dakika tarama zamanı ile elde edilen görüntüler günümüzde 50 milisaniyenin altında bir aktif ışınlama zamanında elde edilebilmektedir; dahası hastalar ilk jenerasyon cihazlara kıyasla az X-ışınına maruz bırakılmaktadır.
Kolay anlaşılabilir ve pek de spekülatif olduğu için örnek olarak kullandığım tomografi makinalarındaki gelişim belki de tıp sektöründeki teknolojik ve teknik gelişmelerin en görünür ancak en az dikkat çekici olanı. NASA tarafından uzay çalışmaları sırasında ihtiyaç halinde astronotları ameliyat edebilmek amacı ile geliştirilen, sonrasında ürolojik cerrahi, karın içi cerrahiler ve kalp damar cerrahisi başta olmak üzere pek çok cerrahi alanda kullanılmaya başlanan robotik cerrahi teknikleri bu konudaki en vurucu örneklerden. Artık günümüzde hastaya direkt temas etmeden, insan aracılığı ile kontrol edilen robotlar ile ameliyat yapabilir haldeyiz. Bununla birlikte son yıllarda hastanelerde, hastane içi lojistik (evrak veya tıbbi malzeme getir-götür işleri) amacı ile robotların kullanıldığını görmekteyiz.
Şimdi de bu teknolojik gelişmelerin yaşandığı dönemdeki insan nüfusuna bir göz atalım. Elektriğin bulunduğu 1831 yılında 1 milyar civarında olan insan sayısı, X-ışını bulunduğunda 1,5 milyar ve ilk bilgisayar bulunduğunda 2,5 milyara ulaşmış durumda. Düşünce gücü ile çalışan bilgisayar patentinin alındığı, robotlarla ameliyatların gerçekleştirildiği ve dakikalar içinde tomografik görüntüleme yapılabildiği günümüzde ise bu sayı tam tamına 7,5 milyar.
Tüm bu gelişmelerin ve teknik-teknolojik inovasyonun bu kadar kısa bir süreçte gerçekleştiğini görmek gelecek projeksiyonu yaparken alçakgönüllü olmaktan alıkoyuyor zihinlerimizi. Ancak burada önemli olan ve göz ardı edilmemesi gereken şey doğanın ve insan türünün temel varlık özellikleri ve bu özellikler üzerinden kurmuş olduğu ve devam ettirmesi gerekli olan bazı yaşam alışkanlıkları. Bu alışkanlıkların sağlık sektörü ve sağlık hizmetindeki izdüşümleri ise konunun en can alıcı noktası. Çünkü bireylerin sağlık hizmeti almak durumunda kaldıkları dönemler en kırılgan, en yardıma muhtaç ve dolayısı ile de özlerine yani insanlıklarına o kadar yakın oldukları dönemler ve yine maalesef ki teknolojik gelişmelerin sağlık sektöründe karşılayamadığı yegâne ihtiyaç bire bir hekim-hasta teması.
Sözün özü ve kıssadan hisse; hekim hasta arasında kurulacak ilişkide, sözel-duygusal-tensel (anamnez-empati-fizik muayene) temasla sağlanacak güven, biricik, tek ve vazgeçilmezdir. Hiçbir görüntüleme yöntemi, ameliyat veya girişim şekli bu iletişimin yerini alamaz. İşte bu ilişkinin kurulması ise hekimliğin temelini oluşturur. Bu temelde üniversite eğitimim sırasında beynime kazınan 3 vazgeçilmez tıp kuralının önemini vurgulayarak yazımı sonlandırmak istiyorum.
1.İnsan biyo-psiko-sosyal bir bütündür ve bir insanın sağlıklı olarak nitelendirilmesi üç alt birimin sağlıklı olması ile mümkündür.
2.“Primum non nocere” yani “önce zarar verme”.
3.Hastalık yoktur hasta vardır.
Sanırım bu üç motto, teknik ve teknolojik gelişmelerin ne boyutta olursa olsun, “insan”lık ile desteklenmedikçe bir anlam ifade etmeyeceğini gösteriyor. O zaman son söz olarak; en azından sağlık sektöründe “Teknolojik Determinizm”in yeri yok diyebiliriz.
Cem ARITÜRK
Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı