Modernleşme tüm Avrupa’da gösterdiği seyirden farklı bir seyir izlemiştir Türkiye’de. Ortadoğu ve Arap kültürünün, Batı kültürü ile bir asırdan kısa süreliğine mayalandığı geçmişin; Reform ve Rönesansları aşarak bilmem kaç yüzyıllık siyasi ve sanatsal gelişimini tamamlamış Avrupa yapısı ile benzer bir seyirde olmaması hiç de şaşırtıcı değildir aslında. İşte bu farklılık; Avrupa ülkelerinde sadece kendi içinde çeşitli tartışmalara yol açmış popüler kültürün, yüzünü Batı’ya dönmeye çalışan çok kültürlü ülkemiz sosyokültürel yapısında çok farklı dinamiklerle seyretmesine neden olmuştur. Bunun üzerine çok kültürlü yapının, tek kültürlü Avrupa yapısına benzetilmeye çalışılması ve özellikle yanlış bir algı ile medeniyetin, Avrupalılaşma olarak kabul edilmesi ve dayatılması, dahası bu medenileşme yolunda bireylerin kökenlerinden ve kültürlerinden uzaklaştırılmaya çalışılması sorunun katmanlı hale gelmesinde pay sahibi olmuştur.
Avrupa’da popüler kültüre yaklaşım temel olarak, olumsuz yaklaşımlar ve popüler kültürü bir mücadele alanı olarak kabul eden yaklaşımlar olmak üzere iki kısımda değerlendirilebilir. Burada bu yaklaşımları detaylı olarak inceleyip konuyu dağıtma riskine girmeden bir değerlendirme ve saptama ile devam etmek istiyorum. Muhafazakar elitist veya yeni Marksistçi yaklaşımın; gelenekselliğin üzerini çizmeye çalıştığı için popüler kültüre takındığı tavır; ülkemizde popülist kültürün takipçilerinin “Arabesk” kültüre takındıkları tavra yakındır. Oysa ki Arabesk kültürün ve Arabesk müziğin geleneksel kökene tutunabilmek için “kentlileşmek” zorunda kalan köylünün olması, bu tartışmadaki esas tezattır.
1950’li yıllarda başlayan, köyden kente kontrolsüz göçün ve gerek fiziksel anlamda gerekse ruhsal anlamda altyapısız kentleşmenin -kısa tanımı ile köysel kentleşmenin- bir ürünü “Arabesk” kültür. Kentte, kırsaldaki güven duygusu, insan ilişkisi, fiziksel olanakları bulamayan masum köylünün zaruri nedenlerle, hayata ve kente tutunabilmek için kurduğu bir çatı. Kente gelirken beraberinde taşıdıkları kırsal zihniyeti, adetleri, beğeni ve ahlak anlayışını yine kente taşıdıkları kerpiç duvarlı, tuvaletsiz gecekonduları ile kentliye kabul ettirebilmek için yekpare hareket etme ihtiyacının sonucu “Arabesk kültür”. Kurduğu köyden bozma uydu yerleşim birimlerinden, eski şehir merkezlerine ulaşım için, yine kendi buldukları bir çözüm olan dolmuş, minibüs gibi toplu taşıma araçları ile beslenmiş bir kültür Arabesk. Bu dolmuşlarda çalınagelen, köykentlinin fiziksel ve psikolojik zorluklara karşı isyanının sesi Arabesk müzik ise bu kültürün en kabul görmüş, kentli ile köylüyü en belirgin şekilde ayırt eden ikonlarından birisi. 1950’lerde köye traktör sokulduktan, tohumlar alaşağı edilmeye, eğitim ve sağlık hizmetleri merkezileştirilmeye başladıktan sonra resmi dille desteklenen göçün şehre çektiği kırsal bölge insanının öyküsünün tınısı Arabesk müzik. Dönemin siyasileri tarafından kente sadece işgücü amacı ile çekilen zümrenin ahlaki, geleneksel, etnik özelliklerinden ötürü farklılaştırılması oluşturdu bu kültürü ve bu müziği.
Kelime anlamı olarak Araba ait olan demektir, etimolojik olarak egzotik ve karışık olan anlamına gelir. Mimaride de kullanılmakta olan bir tarzın adıdır “Arabesk” aynı zamanda. Ancak günümüzde bir kültürel alt yapının dışa vurumu olan müzik türü olarak kabul görmektedir. Dahası müzik türünden de öte bir söyleyiş biçimidir. Ancak en beğendiğim tanılama ile Arabesk, Türkiye’nin sosyokültürel, siyasi, tarihi ve coğrafi nedenlerle sancılı bir hal almış olan kent ve göç sosyolojisinin notalara dökülmüş halidir.
Kimi kaynaklara göre 1940’lı yıllarda Haydar Tatlıyay önderliğindeki birkaç şarkıcı tarafından ortaya atılmış bir türdür. 1938 yılında Arapça şarkıların yasaklanması üzerine, Arap müziği çalan Kahire Radyosu’nun Türkiye’de dinlenebilmesinden ötürü başarısız olan girişimin yarattığı tepkisel bir sıçrama ile hızla gelişmiştir Arabesk müzik. Ancak şu bir gerçektir ki 1960’lı yıllardan sonra Adnan Şenses ve Hafız Burhan Sesyılmaz gibi bazı şarkıcılar Araplardan alınan müziğe Türkçe sözler yazarak Arabesk müziğin gelişimine katkıda bulunmuşlardır. 1980’li yıllarda ise köyden kente göçün hızlanması ile, daha önce değindiğim sosyokültürel etkilerin önderliğinde Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, İbrahim Tatlıses ve Müslüm Gürses yaptıkları besteler, yazdıkları sözler ve kendilerine özgü yorumları ile Arabesk müziğin kilometre taşları olmuşlardır. Adı geçen sanatçıların kendilerini hem müzik piyasasında var etmesi hem de ilerleyen dönemde televizyon filmlerinde boy göstermesi kente göçtükten sonra uzun süre hem fiziksel, hem psikolojik hem de sosyolojik olarak kendi kabuğunda hayat süren köykentlinin, kentli ile aynı statüye ulaşabilmesi için mücadele edebilme şansının başlangıcı olmuştur.
Kesin olan bir şey var ise o da var olduğu güne dek kent hayatında istenmeyen ve kabul göremeyecek tavırları ve özellikleri (kendini jiletleme, hoş görülen yankesicilikler, argo kültürün sosyal yansımaları vs.) içeren bir kültürün ve bu kültürün nota, makam, diksiyon gibi temel özellikleri hiçe sayan müziğinin; bu kadar kısa sürede toplum genelinde kabul görmesi ve günümüze dek çeşitli şekillerde evrilerek mevcudiyetini sürdürebilmesi gerçeğinin kitaplar dolusu tartışma götüreceğidir.
O zaman “Batsın bu dünya, bitsin bu rüya/Ağlatıp da gülene, yazıklar olsun!”