Yemek yapmak ne ara bu kadar popüler oldu? Benmari usulleri, marine etler, şunlar bunlar havada uçuşuyor. Herkes mutfağında harikalar yaratıyor, midesinde bayramlar ediyor. Ne ara bu kadar şef ve bu kadar gurme olduk cümbür cemaat?
Refika Birgül, Batuhan Pattiotti, Mehmet Özer, Arda Türkmen, Şemsa Denizsel, Jamie Oliver, Gordon Ramsay, Nigella Lawson, Martha Stewart, Anthony Bourdain... bu isimlerin en azından bir kısmı tanıdık... Hepsi, önde gelen, adını duyurmuş, saygın ve seçkin şefler. Ve hepsi, evimizin salonuna girip çıkıyor, bize yemekler yapıyor, yemek yapmayı öğretiyor, fikirler veriyor, ağzımızın sularını akıtıyor. Ümit Ustaların, Emine Bederlerin yerini onlar aldı. Seçkin, sofistike ve hatta belki ulaşılamaz olmaları bir şey değiştirmiyor. Tanışık olduk artık, yakınlaştık; hem şahısları hem de temsil ettikleri gurme – şef – sofistike yemek endüstrisi hiç birimize o kadar yabancı değil artık. Her biri ailemizin şefi olabilir yani, öyle yakınlar, öyle tanıdıklar; sen ben bizim oğlan.
Şimdi kırklı yaşlarını yaşayan jenerasyon, özellikle evden ayrıldıktan sonra eve yemek söylemenin tadına vardılar. Bir telefon aç, iskenderler, lahmacunlar, pizzalar evine gelsin. Bulaşık yok, bir şey yok. Bir nevi lüküs hayat oh ne rahat. Annelerin yaptığı ev yemeklerinden, hazır-leziz yemeklere bir geçiş oldu bu ve evde yemek yapmak çok da elzem değildi. O dönem işte, yemek yapmak unutuldu bir ara. Ev yemeği için anne evine gidildi. Yemek yapmak annelerin işiydi hep. Sonra işte bu şefler heralde evimize fazla girer oldular; Saatli Maarif Takvimindeki günlük yemek önerilerinden, gazete ve dergilerdeki değişik yemek tarifleri, farklı farklı malzemeler ve yeni yeni tatlara geçiş yaptık. İşte ne olduysa oldu, yemek yapmak yeniden moda oldu. Pardon, ilk kez moda oldu, çünkü eskiden moda değildi, zorunluluktu, doğaldı, evde yemek pişerdi yenirdi.
Yeni bir jenerasyon geldi, yemek yapmayı trendy ve popüler hale getirdi. Onlardan daha yeni ve eski jenerasyonlar da takip etti furyayı. Kitapçılarda reyon reyon, raf raf yemek kitapları var. Televizyon kanalları yemeği bir şekilde konu edinen programlarla dolu. Yemek üzerine dergiler rafları dolduruyor, tüm yayın ürünlerinde yemeğe mutlaka bir yer ayrılıyor. Yemek yapmak da bir kültür, yemek yemek de öyle. Yemek yemekten zevk alacaksın azizim, bu iş böyle.
Annelerin yaptığı gibi, ‘evde yemek pişer, yenir’den ibaret bir yemek yapma işi değil buradaki. Bu başka bir etkinlik, bu başka bir anlam, bu başka bir etiket. Sofistike ve aristokrat bir şey var bunun içinde. Yani yemek yapmak bir yerde hala annelerin işi. Bizim yaptığımız başka bir şey. Bir tarz, bir hayattan zevk alma guruluğu, bir lifestyle meselesi. Kurufasulye yapmıyoruz mesela, şarap çektirmeli karidesli linguini yapıyoruz. Resmini çekip Instagram’a koyuyoruz. Yapılan yorumlara seviniyoruz. Gören zanneder ki, kimse evinde tarhana çorbası içmiyor, kimse dünden kalma türlüyü bitirmiyor, kimse iki köfte cızbızlayıp yanına makarna yapıp karnını doyurmuyor. Hepimizin evinde her gün Mehmet Özer emrimize amade, içimize de Jamie Oliver kaçmış.
Zaten kurufasulye yaptığımızda, onu Instagram’a koymuyoruz. Koymaya değer bulmuyoruz belki. Ya sıkıcı buluyoruz, ya olağan buluyoruz, ya sıradan buluyoruz ya da sınıfsal olarak uygun bulmuyoruz. Öyle ya, basit bir yemek pişirme işi değil bizim yaptığımız. Annelerimiz gibi değiliz yani. Ne olur ki acaba annelerimiz gibi olsak? Değiliz ama. Olmayacağııızzzz hatta. Yenilikçiyiz, sofistikeyiz, bu işten anlıyoruz.. biz, başka bir şeyiz!
Yemek yapmak değil sadece popülerleşen, yemekten anlamak ve yemekten zevk almak da çok moda. Vedat Milor da sağolsun dağarcığımıza epey bir şey kattı bu konuda. Onun o her tada ayrı bir heves ve iştahla yaklaşışı ve her birinden aldığı ayrı zevki ekranın öbür tarafında bizim damağımıza aktarışı, hepimize bir şeyler öğretti. Şimdi, Taksim’de ıslak hamburger yerken bile içindeki sarımsak miktarını değerlendiriyor, sokaktan aldığımız simidin kızarıklığına bakıyor, bu makarna çok pişmiş diye mızmızlanıyoruz. Annemiz o makarnayı tüm suyunu çekene kadar haşlarken hapur hupur yiyorduk halbuki.
Çok uzaklara gitmeye gerek yok, Yemekteyiz programının onca katılımcısını düşünün bir... Herkes gurme, herkes şef, herkes yaşam ve yemek gurusu. Herkes hem Türk mutfağının detaylarına son derece hakim, hem de dünya mutfağından esintiler taşımayı biliyor. Sofra düzeni desen, kimse kimsenin eline su dökemez. Servis ve ağırlama desen, o biçim. Zannedersin ki Cordon Bleu ilk öğretim okullarında zorunlu eğitim veriyor, herkes konuya dört işlem kadar hakim.
Gurme tatil turları, yemek üzerine planlanmış geziler, İstanbul’un allahın unuttuğu bilmem neresindeki tantunici / sushici / kanatçı için yollara dökümlemeler, hayatımıza girdi artık. Daha doğrusu, belki hep hayatımızdaydı bir şekliyle; zira balık yemek için boğaza gitmek gerekirdi, herşey her yerde bulunmazdı. Güzel bir yemek için yola çıkmak çok yeni bir şey değilse de, bunun bir lifestyle meselesi haline gelmesi ve yaygınlaşması yeni bir durum. Her hangi bir şeyin tadına bakmak, onu yemek, ondan zevk almak bir yaşam biçimi, bir felsefe, bir değer haline geldi. Elini atsan, şarap turları, peynir tadımları, yöresel yemek gezileri... Yemek yemek, bir araç olmaktan çıkalı çok oldu, başlı başına bir amaç haline geldi. Hem de hemen herkes için. Yemekten anlamak ve zevk almak, yemeğe düşkün bir kaç arkadaş, yemek eleştirmenleri ve şefleri çoktan aşmış vaziyette; herkes hapur hupur yemeklere yumuluyor, sonra da üzerine yorum yapıyor.
Diyeceğim o ki, yemeğin ve yemenin kendisi popüler oldu. Kim popüler yaptı, kim belirledi ve yönlendirdi bu popülerleşmeyi, o da ayrı soru elbette; ekonomi, politika, medya, reklam, pazar derken özneler bol. Şurası net ki, bir şey ne kadar popülerleşirse onunla ilişkimiz de o kadar artıyor ve yaygınlaşıyor. Maruz kalışımız ve etkisinde kalışımız da bir o kadar artıyor. Yemenin kendisi bu kadar popüler değilken; yemek yemekle, yemek yapmakla, yemek yemekten zevk almakla ilişkimiz ve yakınlığımız da bu şekilde ve dozda değildi. Şimdiyse kaçınılmaz, her yerde, herkeste, herkesle...
Yemek yemek, karın doyurmaktan ve hayatta kalma aracı olmaktan ibaretken, kimsenin bize bunun üzerinden laf etme hakkı yoktu. Oysa şimdi, dünya mutfağına ne kadar hakim olduğumuz, yeni tatlar denemeye ne kadar açık olduğumuz, o sosun o ete ne kadar yakışıp yakışmadığını değerlendirebilme kapasitemiz hep bizim hakkımızda bir şeyler söylüyor. Ne kadar entelektüeliz, ne kadar elitiz, hayattan zevk almayı ne kadar biliyoruz, ne kadar eğitimliyiz, ne kadar zenginiz, ne kadar mükemmeliz... Alt tarafı bir sushi yemedik diye yiyeceğimiz yaftalar belli değil yani!
Bu kadar sarılıp sarmalandığımız, bu kadar popüler ve kaçınılmaz olan bir şeye maruz kalırken, yine mi bir paradoksa düşüyoruz acaba? Zira yemeğin hayatın göbeğine yerleştiği bir gurmeliğe bunca maruz kalırken, bir yandan zihnimizin içinde sağlıklı olmak, zayıf olmak ve diyet yapmakla ilgili onca mesaj ve kural kırk tilki gibi gezinmeye devam ediyor. Her birimizin zihninde iki farklı temsil var bir bakıma. Biri ‘Yemek ye! Yemekten zevk al! Git, bul, ye! Oh canına değsin!’ diyor; diğeri ‘Ama sakın kilo alma!’. Zihnimizin içinde tepişip duruyor bu temsiller, biz de ‘Anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?’ sorusu karşısındaki gibi hangisini seçeceğimizi bilemiyoruz.
Her türlü popülerliği aynı anda yakalamaya çalışırken helak oluyoruz belli ki, çünkü o maruz kalış bize gerçek bir özgür karar alanı bırakmıyor. Bize bırakılan tek alan, durup durup yemekle uğraşmak. Yemeği yemekle ya da yememekle. Hayatlarımızda başka neler oluyor ki, onlara bakmak ve onlarla uğraşmak o kadar zor, biz durup durup yemekle uğraşıyoruz? Sabahtan akşama, bugünden yarına, yazdan kışa, düşündüğün tek şey yemek olsun! Başka da bir şeye kafayı yorma! Bak malzeme bol; ister diyetini düşün, ister tadım kursunu düşün, ister yemek tariflerine gömül, ister sağlıklı beslenmeyle kafayı boz... seçim senin, yeter ki yemekle uğraş, gerisini de boşver!
Niye ki?