Kokusu Ege ve barış... Dışı çorak, içi yeşil, sofrada çilingir...Ut aynı, oyun aynı, meze aynı...Ah, bir de politikacılar olmasa...
"AYA Yorgi Kilisesi'nin, yüksek, uzun mu uzun bahçe duvarının içinde kocaman bir çınar ağacı vardı. Bahar geldiğinde, o çınar yüzlerce çaylakla dolardı. Bütün o sokak, Vodina Caddesi ve duvar, çaylak pislikleri ile bembeyaz olurdu. Çaylaklar işte o ağacın üzerine tünerler, sonra ne olursa birdenbire havalanırlar. Uçarlar, kavga ederler, bağırırlar."
Aleko kalktı, ahçının mutfaktan uzattığı sigara böreğine uzandı. Alıp tekrar oturdu. Adam, "eline sağlık ahçıbaşı" diye seslendi ve rakısından bir yudum aldı. Eliyle tutup sıcak börekten ısırdı. Sanki tarih öncesinden söz eder gibi dalgın, kesintili sayıkladı:
"Çaylaklar geldiği zaman yazdır artık. Herkes temiz giysilerini giyer. Zaten bir kışlık bir yazlık giysimiz olurdu en çok. Onların altından iskeleye yürürken, kenarlardan geçerdik. Üstümüze pislemesinler diye. Çaylaklar her yıl gider, yine gelirlerdi. Kilisenin bahçesi onların mekanıydı.
Sonra çaylaklar da gelmez oldu. Çaylaklar gitti; sanki o Rumlar da beraber gitti. Nereye gittiler, niye gelmiyorlar?
O ağaca bugün baktım. Küçülmüş, dalları çatalları yok olmuş. Ölmüş mü, yaşlanmış mı, dalları mı kırılmış?
Çaylaklar gelseler şimdi nereye konarlar?"
Adatepe'den kalkan feribot Gökçeada'ya doğru yol alırken, o çok sevdiğim dostumun bana armağan ettiği, Oryal Gökdemir'in "Çilingir Sokağı" kitabında, "Eftepi" adlı öyküden yukarıdaki satırlar.
Sahi nereye gitmişti bu Rumlar. Göç mü etmişlerdi, göçe mi zorlanmışlardı?
Ege'nin lacivert sularını yara yara ilerleyen feribotun güvertesindeyim. İstanbul'un simsiyah bulutlarından kurtulup, Ege'nin o masmavi havasına ve güneşine kavuşmanın mutluluğunu ve keyfini çıkarmaya çalışıyorum. Acı ve sevinç dolu öyküleri okurken kızgın güneşin bedenimi bir alev gibi sarmaladığını hissediyorum. Yanımda 19 yaşında gencecik bir öğretmen iken Gökçeada'ya tayin edilen Erol Saygı'nın kitabı ve sevgili masa arkadaşım Nazım Alpman'ın yayınlanamamış Gökçeada röportajını da aynı anda okumaya çalışıyorum.
Öykülerden belki, feribotumuz Gökçeada'ya doğru yanaşırken bir mahzunluk, bir hüzün kaplıyor içimi. Karşımda çorak topraklar, Kuzu Limanı'ndaki tek tük binalar ve dağın üst kısımlarında yeni yapılan çirkin yapılar. Bilmem, birden ihanete uğramış gibi hissediyorum kendimi. Kıyıda iki sıra halinde dizilen askerlerin arasından geçip, şehrin içine doğru süzülmeye başlıyoruz. Çorak topraklardan çıkıp, yemyeşil vadiler içine daldığımız zaman, birden korsan adaları geliyor aklıma. Hani dıştan bakıldığı zaman hiçbir özelliği olmayan, ancak içine girilince gizemi ve güzelliği ortaya çıkan bir mücevher kutusu gibi...
Yol kenarlarında, Ege ve Akdeniz'in o kendine
has mersin bitkisi. Mis gibi kokusu içimi doldurduğu zaman Ege'de olduğumu iyice hissediyorum. Çevremiz ise çam, keçi boynuzu, zeytin ağaçları ile kaplı. 4 kilometre sonra merkeze Çınarlı'ya ( Panayia) geldiğimizde adanın o kendine has dokusunu yakaladığım zaman daha çok seviniyorum. Şaşkınlık içinde etrafı seyrederken birden dar asfalttan ayrılıp, kıvrımlı dar bir yoldan, volkanik bir tepenin ovaya ve baraja bakan yamacına kurulan Tepeköy'e (Agridia) yaklaştığımızı anlıyorum.. Dağlardan akan sular çeşmelerde
son bulurken, köye vardığımız zaman yabancı plakalı yüzlerce otomobille burun buruna geliyoruz. Aracımızı zorlukla park edip, bir gece önce Meryem Ana'ya adanan kurbanların kesilip, pişirildiği Evangelismos Kilisesi'nin bahçesine ulaşıyoruz. Yaşlısı, genci, Türkü, Rumu, Çingenesi yüzlerce insan, elinde tencere, tabak ya da naylon torbaları ile kilisenin içinde dağıtılan kurban etlerini almak için sıraya girmiş. Etini alan bir köşede yemeğini yerken, büyük çoğunluğu da evinin yolunu tutmuş. Kahveler hıncahınç insan dolu. Kimi uzun yıllar görmediği komşusu ile kucaklaşırken, kimi de hasretle sarıldığı yakını ile sohbete koyulmuş. Yaşlı yüzlerde sevdiklerine kavuşmanın sevinci, orta yaşlılarda ise derin keder vardı. İnsan selinin aktığı daracık sokaklarda dolaşırken, belli ki yeni restorasyondan çıkan şipşirin bir evin önünde buluyoruz kendimizi. Kapının önünde tertemiz giyimli, bize sevgiyle bakan ortayaşlı bir adam. Kırık Türkçesi ile "hoşgeldiniz" diyor. Ve Kuççomalis ile dostluğa ilk adımı atıyoruz.
53 yaşındaki Kuçcomalis Kyriacos bu güzel köyün, bu güzel evinde doğmuş. 1967'de sanat tarihi öğrenimi için Paris'e gidince bir süre gelememiş. Hele göçler ve tatsız olaylar başlayınca o çok sevdiği köyünden iyice ayrı kalmış. Ve son 25 yıl içinde ancak üç kez gelebilmiş Tepeköy'e. Ve her geldiğinde bir eksiğini tamamlamış, eski günlere döndürmüş evini. Fransız karısı Margarita, kızları Praskevi ve Maria ile dostluk kahvelerimizi içerken, dalıp gidiyor Kuçcomalis ve sonra sevgiyle elimi tutup, "Biliyor musunuz, eskiden bu köyden şen kahkahalar yükselirdi. Şimdi ancak bir ay, o da Meryem Ana'nın ölüm yıldönümü yortusundaki panayır zamanı köyümüz neşeleniyor. Bir zamanlar bin 500 kişinin yaşadığı köy şimdi 30 ihtiyara kaldı. Onlarda yalnızlığa terkedildi. İsteğimiz uluslararası kaynaşma ve dostluk. Politikanın bizim için hiç önemi yok. Artık Türkiye ve Yunanistan'ın dost olması lazım" diyor.
Eller ve yürekler dostluğa uzanıyor, göz pınarlarından yaşlar süzülüyor. Karşılıklı adresler alıp, fotoğraf çektirdikten sonra yine dar sokaklarda ilerliyoruz. Yolun üstünde metruk bir ev. Kapısı, penceresi kırık. İçerde dokuma tezgahı. Aceleden mi acaba kumaş daha yeni dokunurken tezgahın üstünde kalmış? Birden kalbimin büyüdüğünü, ezildiğini, yandığını, sızladığını hissediyorum. Dalgın dalgın yürürken, köyün tek lokantasının önündeki masaya çöküyorum.
Yanımda tüm sevimliliği ile Yorgo Zarbozan. O da 1958'de lise ve üniversiteye gitmek için köyden ayrılmış. Kimya mühendisi olmuş. Fabrikalar kurup, paralar kazanmış. Ama doğduğu toprakların kokusunu içini iyice yakmaya başladığı zaman malını mülkünü satıp, köyüne dönmüş. Önce evini onarmış, sonra pansiyonculuğa başlamış. Arkasından bir de lokanta açmış. Yani iş adamlığında garsonluğa terfi etmiş!
Şimdi üst kısımları çorak olan dağlara bakıyor ve yaşadıklarını anlatmaya başlıyor Türk vatandaşı Yorgo:
"Kara sapanın girmediği yere çapa ile girerdik. Dağların doruklarına kadar arpa ve buğday ekerdik. Köyümüzde bir ilkokul, 2 gazino, 3 ayakkabı imalathanesi, 2 zeytinyağı fabrikası, 3 elbise atölyesi, 9 ticari dokuma tezgahı vardı. Tüm adada 8 bin Rum, 500 Türk yaşardı. Ve bizler çok iyi geçinirdik. Ne oldu ise 1965 yılından sonra oldu. Önce Dereköy'ün yakınlarına açıkhava cezaevi yapıldı. Serbest gezen mahkumlar huzurumuzu kaçırınca köy yavaş yavaş boşalmaya başladı. Okullarımız kapatıldı. 1965 - 67 arasında ovalar istimlak edildiği zaman yumurtanın tanesi 28 kuruştu. Ama arsalarımızın metrekaresi 8 kuruştan alındı."
Yorgo dertli, Yorgo yorgun ama köküne dönmenin keyfini de yaşıyor kendi topraklarında. Ve kravatı atıp, ayağına bir blucin geçirip, elinde hesap pusulası ile masalar arasında dolaşıyor. Kimi ile sohbet ediyor, kimine kendi elinden çıkan mezeleri ikram ediyor.
Akşamın alacası çöktüğü zaman gecemiz panayır eğlencesi ile noktalanıyor.
Önce biz konuklara masa ve iskemle bulunuyor. Köklerini bulmak için ata topraklarına koşan gencecik kız ve oğlanlar kendi yaptıkları yemekleri masalar arasında pay etmek için oradan oraya koşturuyorlar. Niko meze dolu tepsiyi masamıza getiriyor. Kadehler dostluğa kalkıyor. Köyün en büyük meydanını Avusturalya'dan, ABD'den, Almanya'dan, Fransa'dan, İngiltere'den, Güney Afrika'dan ve Yunanistan'dan gelen Türk vatandaşı Rumlar dolduruyor. Bir köşede Atina'dan gelen çalgıcılar. Ege zeybeğine benzeyen ada havaları yeri göğü inletirken, pistte 3 büyük halka halinde halay çeken dostlarımız arasına karışıp, ellerimizi kenetliyoruz.
Ut aynı, keman aynı, oyun aynı, mezeler aynı, adetler aynı. Bir de her devirde kendi çıkarları için arı kovanına çomak sokan politikacılar olmasa...
YARIN: DEREKÖY, ZEYTİNLİKÖY VE BADEMLİKÖY