Yıllar ne çabuk geçiyor, sanki dün gibiydi en son görüşmemiz. 90 yaşında aramızdan ayrıldı koca çınar. Çok sevdiği Beyoğlu, Galata sokakları da olanı biteni, koca kalabalığı anlamaya çalışıyor gibiydi, cenazesinin kalktığı gün. Tüm sevenleri yanındaydı Usta Fotoğrafçının…
Duygu dolu, yaşanmışlık dolu, acısıyla, tatlısıyla, küfürüyle, coşkusuyla tam hayatın içinden, ne güzel bir sohbetti o gün konuştuklarımız. Paylaşmak istedim, buradan tekrar en sevdiğim röportajlarımdan birisiydi.
“Gülümse Evlat, yakışıyor” demiş, fotoğrafımı çekmiş, tab ettirmiş ve adresime göndermişti. Nasıl minnettarım asistanı Fatih Aslan’a.
Kaynaklar ve otoriteler Ara Güler’i, Türkiye’de fotoğrafçılığın uluslararası alanda ün kazanmış en önemli temsilcisi olarak gördü, kendisine sorduğumda “haberim yok, olması da gerekmiyor” dedi. Sanatçı olduğunu kesinlikle kabul etmiyor gibiydi, ama öylesin diyenleri kırmamak için adına düzenlenen törenlere de katılıyordu. Gazetecilik hayatına 1950’de Yeni İstanbul gazetesinde başlamış, ardından Time-Life, Paris-Match ve Der Stern dergilerinin yakındoğu foto muhabirliğini üstlenmiş. Aynı dönemde Magnum Ajansı’na katılmış.
İngiltere’de yayımlanan Photography Annual, onu, dünyanın en iyi yedi fotoğrafçısından biri olarak tanımlıyor. Almanlar Master of Leica unvanını, 14. Fransız Hükümeti de Legion DHoneur; OFFICIER DES ARTS ET DES LETTRE unvanını vermişti kendisine.
Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü’ne layık görüldü. Dünyanın dört bir yanında yüzlerce sergi açtı. Bertrand Russell’dan Winston Churchili’e, Arnold Toynbee’den, Picasso’ya, Salvador Dali’ye kadar birçok ünlünün fotoğrafını çekti, onlarla röportajlar yaptı. Doktora tezlerine konu oldu, hakkında kitaplar makaleler yazıldı; ama hiçbir şey onun umrunda değil gibiydi. Sanki yaptığı hiçbir şeyi çok önemsemiyordu. Hayatı o kadar rahat, o kadar doğal yaşıyordu ki, ağzından çıkan küfürler bile yaşanmışlıklarına ince bir anlam yüklüyordu.
Yılların izini taşıyan yorgun yüzünde gözleri, hayatının ne kadar dolu dolu geçtiğini, artık boş lafa, boş işe, samimiyetsizliğe ayrılacak zamanının kalmadığını, hayatın çok da kafaya takılacak bir şey olmadığını çok net ortaya koyuyordu.
İşte her anından bir şey öğrendiğim, bolca güldüğüm, farklı bir üsluba şahit olduğum çok içten “ evlat”, “ bak çocuk” diye sıcacık kelimeleriyle içime işleyen sohbetimizden satırlarıma yansıyanlar.
“Bu asırda yaşananı gelecek asırlara nakletmenize aracılık ediyor fotoğraflar, yani bir nevi tarihçilik yapıyor. Hakikatten parçalar sunar. Halbuki sanat, uydurmadan gelir, yalan vardır, rejisör vardır, yazarlar, çizerler, hayaller vardır, fotoğraftaysa sadece gerçek vardır!”.
-Ben fotoğrafçı, hele hele sanatçı hiç değilim. Foto muhabiriyim diyorsunuz?
- Tabii. Ben foto muhabiriyim, sanatçı hiç değilim, gördüğümü çekerim. Foto muhabiri bomba patladığı zaman koşar, işine bakar. Fotoğrafçı da kaçar. Anladın mı? Foto muhabiri gazeteciden olur ve önemlidir.
- Siz sanatçı değilim diyorsunuz ama fotoğraf sanatçısı olarak bir numara görülüyorsunuz, birçok ödülünüz de var?
- Hiç farkında değilim, öyle mi olmuşum? Ben bir numara olacağım diye koşmadım ki. Kafama taktığımı yapmak için çaba harcadım. İşimi çok sevdim, onlar demese de iyi olacaktım ben. Ödüllerin de çok önemi yok benim için, aldım da ömrüm bir gün daha mı uzadı? Üstelik bazen ödülü veren de niye verdiğini bilmiyor. Fotoğrafla sanat olmaz, bu kadar ucuz şey sanat olur mu? Bak evlat, etrafımızda bir hayat dönüyor, herkes yaşıyor, kimisi 80 sene, kimi 60, kimi 100 kimi de 20... Sürekli devam eden bir hayat... İşte hayat devam ederken içinden bir takım parçaları çekip makineye kaydetmek, hayatın içinde durdurmak fotoğraftır. Fotoğraflar, bu asırda yaşananı gelecek asırlara nakletmenize aracılık ediyor, yani bir nevi tarihçilik yapıyor. Hakikatten parçalar sunar. Halbuki sanat uydurmadan gelir, yalan vardır, rejisör vardır, yazarlar, çizerler, hayaller vardır, fotoğraftaysa sadece gerçek vardır.
– Picasso’nun evinde dört gün geçirmişsiniz.
- Evet, görüşülmesi çok güç birisiydi. Bir devlet başkanıyla görüşmek Picasso’yla görüşmekten yüz kat daha kolaydı. Ve görüşmesi için sizin devlet başkanı olmanızın da bir kıymeti yoktu. Picasso’nun resmini çekmeyi çok istiyordum ama maalesef ulaşamıyordum. Araya Picasso’nun çok hatırlı dostlarını kattım. Yakın arkadaşı, dava dostu ressam Pignon ile Abidin Dino’nun evinde tanıştım. Dino, beni Picasso ile tanıştırmaları için çok uğraştı ama olmadı. Hatta oğlu Claude ile dahi tanıştım ama kimse beni Picasso’yla tanıştırmaya cesaret edemedi. Ancak 1971’de Cenevre’de dünyaca ünlü ressamların albümleri ile resim sanatı üzerine yayınlar basan Skira Yayınevi’nin sahibi ile bir gün kahve içiyorduk. Bana o gün çok mutlu olduğunu, Picasso’nun albüm yapmaları için yayınevine izin verdiğini, Maurice Babey’i alıp çekime gitmeyi düşündüğünü söyledi. Hayatımın fırsatı önüme gelmişti... “Sakın”,dedim. “Beni götürmelisin, yıllardır bunu bekliyorum ben, hem resimleri hem de Picasso’nun günlük yaşamı içindeki fotoğraflarını çekerim. Kabul etmezsen beni de unut” dedim ve Skira’ya tamam dedirttim.
- Fotoğraflarını çekerken heyecanlandınız mı?
- Tabii evlat, karşımdaki Picasso. Leicam ve ben içeri girdik. Sallanan koltuğunda, bir devin karşısındaydım. Hiç istifini bozmadı. Ben de o sallanırken fotoğrafını çektim. Resim yaptığınız yeri görmek isterim dedim, odadan odaya geçtik. Burası daha karanlık, geniş bir odaydı. Duvarlarda hiçbir şey yoktu. Bir şövale, eski bir sandık, gazete kağıtları üzerinde bir yığın boya... Anladım ki Picasso dışarıda etkilendiklerini kendi süzgecinden geçirdikten sonra resimlerini karanlıkta yapıyor. Çünkü o, dışarıyı değil, içini çiziyor. Ben de onun için onu hep karanlık odada çektim. Her yer siyah, boşluk ve boşluktaki adam.
- Bu ulaşılmazlık kibirden mi rahatlıktan mıydı sizce?
- Rahat adam, ne olursan ol, senin varlığın onun için hiçbir şey ifade etmiyor. Umurunda değil. Bırak ülkende ünlü bir gazeteci, fotoğrafçı olmayı Times’tan olsan önemli değil onun için. Picasso yeni bir dünya oluşturmuş, dünyaya yeniden bakmayı öğretmiştir. İçine bakıyorsun, duygularını yansıtıyorsun resimde. Eskiden neye bakıyordu insanlar? Manzaraya, kuşa, böceğe... Picasso ne yapmıştır bilir misin? İnsanlara bakmayı öğretmiştir, öyle bir iki kişiye değil bütün dünyaya...
- Başka kimi çekmeyi çok isterdiniz?
- Einstein’ı çekmeyi çok isterdim ama ben onbeş yaşındayken o ölmüştü ve maalesef bu imkansızdı. Charlie Chaplin’i çekmeyi de çok istedim. Ona ulaşmak için her kapıyı çaldım, olmayınca günlerce kapısında bekledim, sabahtan akşama kadar... Hatta beni kabul etsin diye ona çok romantik bir mektup yazdım,” İstanbul’da yaşayan bir Türk gazeteciyim” dedim. Sonuç yok, yine kapısında beklemeye devam. Üçüncü gün eşi acıdı ve beni evlerine aldı, ancak fotoğrafı çekemedim. Chaplin felç geçirmişti. Dünyanın en cevval, en hareketli, pire gibi adamı, tekerlekli sandalyede... Şarlo dünyanın en büyük adamlarındandır ve o da benim gibi elimdeki makinenin acımasız olduğunu biliyordu!
- Fotoğraflarınızda konuyu nasıl yakalıyorsunuz?
- Yakalamıyorum evlat... İşi, konuyu veriyorlar; çekiyorum. Gazeteciyim ben, anladın mı? Hoşuma giderse çekerim. Ama manzara vs. çekmem ben. İnsan olur benim fotoğraflarımda. Hayatın var olması mühimdir benim için, hareket olsun isterim. Tarihin bir parçasıdır fotoğraflar, görsel tarih yazıyorum ben.
- Size poz verilmez siz istediğinizi çekersiniz değil mi?
- Evet, poz verdirmem ben, gördüğümü çekerim. Senin içindeki duygularla gerçek arasındaki bağı kurmaktır fotoğrafçılık. Senin anlayışına, olaylara bakışına göre bir fotoğraf çıkacaktır. Şu şuraya gelse iyi olur diyorum; ama kimseye düşündüğüm yere geç demiyorum. Böyle olsa güzel olur diyorum, bir araya gelirse çekiyorum. Herkes fotoğraf çektiğini sanıyor; ama o nasıl fotoğraf oluyor önemli olan bu. Fotoğraf için mistik havayı hissedeceksin, duyguyu yakalayacaksın. Biraz müzik bileceksin, tiyatro&sinema bileceksin, biraz resim... Yaşamayı bileceksin, ancak o zaman bir şey oluyor.
- Hayatı çok ciddiye almıyor gibisiniz, bu yıllarla mı oluşan bir şey?
- Hayat her zaman en güzel şeydir ama adamına göre de değişir hayattan ne anladığınız. Herkes kendi eğitimine, hayatına bakışına bağlı olarak hayatı özümser, kimi mesut olur kimi bedbaht. Ama çok ciddiye alınacak bir şey de değildir. Ölüm vardır hayatın sonunda. Kendini fazla hırpalamadan mutlu olmaya çalışmak gerekir bu hayatta. Onun için sen de keyfine bak... Kafanı takma olan bitene. Sevdiklerinle ol. Sevdiğin işi en iyi şekilde yapmaya çalış. Daha ne ki hayat? Çok çabalamak boşa evlat. Zaman çok çabuk geçiyor; sana da sormuyor, bil bunu!
- Siz bu hayatta en çok kime değer verdiniz?
- Benim karım yaa! Eşim, kim ondan kıymetli olsun? Yeni kaybettim ben onu. En mühim şey oydu hayatta. 35 Sene az geldi bana. Evlilik benim için mukaddes bir olaydır. Her şeye beraber bakmak, birlikte tat almaktır.
Son sorum olsun, sizi örnek alan gençlere ne dersiniz?
Öğrenilmez foto muhabirliği... Ara Güler kendi başına olmuştur. Roman birkaç kişiyle yazılır mı? Tiyatro gibi kolektif değildir ki fotoğrafçılık... Bireyseldir, romanı adam kendisi yazar, o zaman o adamı yalnız bırakacaksın ki kendi yolunu bulsun. Şimdi, gençlerin bir kısmı üç günde oldum sanıyor. Ben bu aşamaya gelinceye kadar her türlü işi yaptım. Eline bir makine alan adam 3 rulo film çekiyor, ertesi gün sergi açıyor. İyi makineyle iyi fotoğrafçı olunmaz. Böyle şey olmaz. Martinez diye bir sanat tarihçisi var, 15 sene koymadı beni dergisine, bekletti. Görmesini bileceksin. Görecek, anlayacak, değerlendireceksin.