31.07.2022 - 02:15 | Son Güncellenme:
CEYDA ULUKAYA
CEYDA ULUKAYA- İstanbul’un en görkemli anıtsal yapılarından, Bizans mimarisinin en güçlü temsilcilerinden, dünya mimarlık tarihinin en özel yapılarından biri Yerebatan Sarnıcı. Tarihi 6. yüzyıla uzanan bu devasa sarnıç, şehrin Bizans’tan Osmanlı’ya ve daha sonra Cumhuriyet’e uzanan tarihinin de tanığı, üzerinde kurulan binlerce yıllık uygarlığın yeraltındaki uzantısı. Yaklaşık beş yıldır ziyarete kapalı olan yapı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce kapsamlı bir restorasyon sürecinden geçerek orijinaline en yakın hali ve büyüleyici atmosferiyle yeniden kapılarını açtı. İBB Kültür Varlıkları Projeler Müdürü Merve Gedik, restorasyon çalışmaları kapsamında yapıdan 700 kamyon betonarme, çimento vb malzemeyi çıkardıklarını anlatıyor. Depreme dayanıklı hale getirilen sarnıç, yeni yürüyüş yolu ve İtalyan aydınlatma tasarımcısı Adriano Caputo’nun imzasını taşıyan etkileyici ışıklandırmasıyla bizi tarihin derinliklerine gizemli bir yolculuğa davet ediyor. Bu yolculuğa arkeolog ve mimarlık tarihçisi Dr. Kerim Altuğ’la çıkıyoruz. Doktora tezinde sadece tarihi yarımadadaki 158 sarnıcı kataloglayan, aynı zamanda “Arkeolojik Gezi Rehberi: Yeraltındaki İstanbul” kitabının yazarı Altuğ’dan hem Yerebatan’ın hem de şehirde saklı diğer sarnıçların hikayelerini dinliyoruz.
SARNICIN TARİHİ
Yerebatan Sarnıcı, Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinopolis’in en önemli kamusal su deposu. Justinianus döneminde, bugünkü Sultanahmet Camii’nin olduğu alandan sahil yoluna dek uzanan idare merkezinin ve şehrin su ihtiyacını karşılamak üzere inşa ediliyor. Üzerinde dönemin adliye yapısı Stoa Bazilikası bulunuyor, ki Bazilika Sarnıcı olarak anılması bu yüzden. Sarnıcın inşasına da tanık olan tarihçi Prokopius “İmparator, hukukçuların kendi işleriyle meşgul olduğu imparatorluk stoasının geniş avlusunun altını derinlemesine kazdırdı, bir kanadını kaldırarak buraya büyük bir sarnıç inşa ettirdi” diye anlatır. Amaç, kışın yağışın bol olduğu mevsimde şehre bolca temin edilen suları kurak yaz mevsimi için saklamaktı. Çünkü şehrin en önemli sorunu suydu. Yazılı kaynaklardan bildiğimiz kadarıyla Yerebatan’ın su temini ağırlıklı olarak 2. yy’da İmparator Hadrianus döneminde inşa edilen su yolundan sağlanıyordu.
SÜTUNLARIN SIRRI
Sarnıçtaki Medusa kabartmalı iki bloğun Geç Antik Çağ’a ait olduğu düşünülüyor.
Sarnıcın çapraz tonozlardan oluşan örtüsünü taşıyan 336 sütun bulunuyor. Esas tasarım, mermer sütunlar ve sade, bezemesiz sütun başlıklardır. Ancak daha nitelikli sütunlar da görüyoruz, neden? Mermerler Marmara Adası’ndaki ocaklardan gemiyle getiriliyor ve her zaman planlandığı zamana yetişmeyebiliyor. Belki bir fırtına çıkıyor, sütunlar denizin dibini boyluyor. Yapı ustaları ise İmparator’a söz verdikleri şekilde işleri yetiştirmek durumunda. O zaman da stoklardan alıyorlar. Örneğin üzerinde tiyatro maskı olan başlık, 3. yy’da Severus Hanedanlığı dönemine ait bir yapının parçasıdır. Gözyaşı sütunu olarak anılan etkileyici sütun hakkında çok hikaye vardır. Sarnıçta çalışan işçilerin gözyaşlarını anlatır derler. Aslında bir ağacın budaklarını resmeder, Beyazıt’ta bulunan 4. yy’a ait Theodosius takının parçalarından biridir.
MEDUSA EFSANESİ
Sarnıçta iki adet Medusa kabartmalı blok yer alıyor. Bunların 4. yy’a ait eserler olduğu düşünülüyor. Konstantin Forumu’nun girişinde bulunan, ki bugün o forumdan geriye yalnızca Çemberlitaş kaldı, dev kemerli kapıların kilit taşlarıydı. 6. yy’da belki bir depremde o yapılarda çökme meydana geldi ve sarnıç inşasında ihtiyaç duyulunca taşıyıcı unsur olarak buraya getirildi. Burası Bizans dönemi sonuna kadar sarnıç işlevini korudu. Sütunların tepesine kadar suyla doluydu, kimse içine girip gezmiyordu. Dolayısıyla birileri görsün diye konmadı buraya. Osmanlı döneminde de sütunların ortalarına dek çamur dolgu vardı. O nedenle 1985’te yapılan onarıma kadar Medusa’nın varlığından habersizdik. Bizans döneminde Medusa’nın mide ve sindirim sistemi rahatsızlıklarına karşı koruyucu olduğu inanışı var. Hatta minik, madeni Medusa muskaları çıkar İstanbul’daki kazılardan. Dolayısıyla içme suyunun içine de böyle bir sembolik anlam yüklenerek konmuş olabilir mi diye düşünebiliriz. Ama esasen teknik bir amaçla konduğunu biliyoruz.
MİTLERLE DOLU
Yerebatan hakkında birçok mit var. Evliya Çelebi’nin Zeyrek’teki büyük sarnıcı anlatırken içerisinde karakoncolos cadılarının yaşadığını söylemesi, bu tür yapılara dair böyle bir inanışı getirmiş. Kimileri cin bodrumu demiş, cinler burada yaşar, cin mahkemeleri burada kurulur gibi mitler var. Tabii bu, yapının ürkütücü görselliğinden kaynaklı. Osmanlı’da bu yapı biliniyor ama asıl olarak 16. yy başlarında buraya gelen Fransız topograf Petrus Gyllius’un kitabında “Ayasofya’nın yanıbaşında dev bir sarnıç buldum” diye yazması Batılı gezginlerin buraya ilgisini artırıyor. Sonraki dönemde, Thomas Allom’un gravürlerinde de görürsünüz, sarnıcı sandalla gezdirme bir sektör haline geliyor. Tamamen karanlık bir ortam, elinizde meşaleyle burada sandalla gezdiğinizi düşünün. Oldukça gizemli, ürkütücü bir atmosfer.
ŞEHRİN SAKLI HAZİNELERİNE YOLCULUK
BİNBİRDİREK SARNICI
İstanbul’un ikinci büyük sarnıcı, 224 sütunla desteklenen Binbirdirek Sarnıcıdır. Özgün adı bilinmese de Romalı konsül Theodorus Philoksenos’un sarayı ile ilişkilendirilir. Osmanlı döneminde içinde su bulunmadığından sarnıçta ipek ve iplik bükenler çalışmaya başlamış. Karanlığın içinde sayısız gibi görülen sütunları nedeniyle Binbirdirek adı bu dönemde verilmiş. 4. Murad döneminde üzerine Tayyarzade ve sonradan Fazlı Paşa konakları inşa edilmiş. 1873 tarihli, yazarı bilinmeyen bir kitaba göre Fazlı Paşa’nın kızı Gevherli Hanım Sultan, sarnıcın üstündeki konağı bir kumarhaneye çevirmiş. Buraya türlü hilelerle soktuğu İstanbul zenginlerini soyduktan sonra Binbirdirek Sarnıcı’na hapsettirir ya da cellatlara teslim edermiş. Reşad Ekrem Koçu, bu hikâyeden ilhamla “Binbirdirek Batakhanesi” adlı bir roman yazmıştır.
ŞEREFİYE SARNICI (CİSTERNA MAXİMA)
Binbirdirek Sarnıcı’nın yanı başında yer alan ve İstanbul’daki üçüncü büyük kapalı sarnıç olan Şerefiye Sarnıcı İBB’nin yürüttüğü kapsamlı restorasyon sonucu geçtiğimiz yıllarda ziyarete açılarak Bizans anıtları arasında önemli bir gezi durağı oldu. Tümü 5. yy’a ait Korint üslubunda başlıklar taşıyan 32 sütunlu bu dev su haznesi, Sultanahmet bölgesinde görülmesi gereken bir anıt eser olarak öne çıkar. Binbirdirek ile çağdaş olan sarnıç II. Theodosius döneminde 5. yy’da inşa edilmiş.
SPHENDON SARNICI
Bizans döneminde kentin önemli kamusal yapısı olan Hipodrom’un günümüze ulaşan kalıntıları arasında Sphendon öne çıkar. Yapının anıtsal görünümlü güney ucunu oluşturan kavisli bölümü tanımlayan bu gösterişli mimariyi Nakilbent Sokağı yönünden gözlemlemek mümkün. Hipodrom’un günümüze ulaşan bu kesimi, 25 adet tonozlu mekân ve yarım daire formunda bir koridordan oluşur. Başlangıçta oturma sıralarına geçiş veren kemerli açıklıklara sahip olan yapı, olasılıkla 447 yılında meydana gelen deprem ertesinde dönüşüm geçirmiş ve Büyük Saray’ın ihtiyacı için su temin eden bir sarnıç olarak işlevlendirilmiş. Restore edilerek ziyarete açılacağı günü bekliyor.
MYRELAİON SARNICI
Laleli Caddesi’nde ilk sağa saptığımızda karşımıza çıkan merdivenlerle ulaşacağımız Bodrum Camii’nin hemen yanı başında Bizans İstanbul’unun günümüze ulaşmış en erken yapılarından biri yer alır. Bu yapının ilk evresi, 5. yy’da inşa edilmiş, ancak yapılış amacı bilinmeyen, dairesel planlı ve kubbeli, rotunda adı verilen tipte bir yapıdır. Roma’daki Pantheon ile büyük benzerlik gösterir. 10. yy’da İmparator Lekapenos burada bir saray ve Myrelaion Manastırı’nı inşa ettirdiğinde, olasılıkla kubbesi daha önceden yıkılmış haldeki bu yapı, üzerine inşa edilecek yeni yapılara teras vazifesi görecek bir sarnıca dönüştürülmüş. Sarnıç yakın geçmişe değin çarşı olarak kullanılmaktaydı. İç mekânın algılanmasını önleyen dükkânlar neyse ki kaldırıldı. Ancak sarnıç ne yazık ki ziyarete açık değil.