15.11.2020 - 03:10 | Son Güncellenme:
Ercan Kesal’ın edebi yetkinliğini yani yazılarını, kitaplarını ve senaryolarını çok iyi biliyoruz; oyunculuğunu da... Ancak ilk kez yönetmen koltuğuna oturduğu, İstanbul ve Adana Film Festivali’nin ödül şampiyonlarından “Nasipse Adayız”da hem başrolü üstlenerek hem de plan sekansların hâkim olduğu zor bir tekniği tercih ederek sinemada yapacaklarının sınırı olmadığını da gösterdi bizlere. Kesal’ın yıllar önceki siyasete atılma tecrübesinden yola çıktığı ve “politika cangılında insanın kendi kör noktasıyla karşılaşmasını” anlattığı bu film, uzun süre konuşulacak.
2000’lerin başında deneyimlediğiniz adaylık sürecinden yola çıkarak önce kitap yazma sonra da film yapma sürecini anlatır mısınız? Konunun kitapla kalmayıp sinemaya da geçişinin nedeni neydi?
Bir adamın politika dünyasındaki aday adaylığı meselesini öteden beri film yapmak istiyordum. Başımdan benzer bir hikâyenin geçmesi de bu isteği hızlandırdı. Tretmanı bitirdiğimde yazdıklarımın giderek bir kısa romana dönüştüğünü görünce kitap olarak yayımlamaya karar verdim. Sonra aynı romandan kahramanın bir güne sığan hikâyesini senaryolaştırdım. İlk filmimde iyi bildiğim, çok hesaplaştığım, adeta künhüne vardığım bir hikâyeyle sete çıkmak istedim. Mevzu tek başına bir politik hiciv değildi çünkü. İnsan nefsinin en ağır sınandığı bir alan olan politika cangılında kişinin kendi kör noktasıyla karşılaşmasını anlatmak istedim. Kör nokta, çoğu zaman hiç fark etmediğimiz ve karşılaştığımızda neye uğradığımızı şaşırdığımız gerçek öznemiz!
Doktor Kemal Güner’i sınıfsal ve cinsiyetçi davranışları açısından mütecaviz, sevilmesi neredeyse imkânsız biri olarak resmetmenizden yola çıkılırsa, 20 yıl önceki siyasete atılma hamlenizin pişmanlığını seyirciyle paylaşma filmi de denebilir mi “Nasipse Adayız” için?
Kitapta da filmde de en acımasız davrandığım karakter Kemal Güner oldu. Otobiyografik öğelerin fazlasıyla yer aldığı bu hikâyeyi yaşadığım dönemde kendime çok kırılmış ve kızmıştım. Başıma gelenleri ve verdiğim tepkileri kendime hiç yakıştıramamıştım. Bu yüzden ne kadar ağır eleştirsem gerçeğe o kadar çok yaklaşacaktım. Cesaretle yazmaya ve çekmeye çalıştım.
Doktor Kemal’in sloganı “Onu tanıyorsunuz.” Halk, bir siyasetçiyi ne kadar iyi tanıyabilir? Yahut tanıdığını zannettiği, ne kadar doğrudur?
Öyle bir özgüveni var! Öyle zannediyor daha doğrusu. “Onu tanıyorsunuz,” sloganının arkasında kendinden ve yaptıklarından o kadar emin bir ruh hâli var ki sokağın acı gerçeğiyle karşılaştığı ilk anda zaten tuzla buz oluyor her şey.
Başından beri tercihiniz yönetmek ve başrolü oynamak mıydı? Başka bir isim yönetsin veya oynasın diye düşündünüz mü?
Yönetmen konusunda farklı bir arayışım hiç olmadı ama başrol için epey düşündüm. Sonunda en iyi ve en rahat kendimi oynatabileceğime karar verdim. Zaman sorunum da vardı. Risk almak istemedim.
İlk uzun metraj yönetmenlik tecrübeniz size neler kazandırdı? En çok hangi aşamalarda zorlandınız?
Filmi yazarken bir yandan çekersiniz. Yazmayı kolaylaştıran bir şeydir bu! Nasıl bir film çıkacağını kestirebiliyordum. Ön hazırlık süreci verimli geçti. Yardımcı yönetmenler ve görüntü yönetmeniyle uzun süre beraber olduk. Tüm mekânlar tek tek gezildi ve deneme çekimleri yapıldı. Sete epey hazır çıktım. Bu yüzden asıl zorluğu post sürecinde yaşadım diyebilirim. Çünkü set bitiyor ve masanın üzerinde yüzlerce saat çekilmiş bir malzeme sizi bekliyor. Sizin ve kurgucunun önerileriyle filmi adeta yeniden çekiyor ve kuruyorsunuz.
Film plan sekanslardan oluşuyor. Neden daha zor olan bu yöntemi tercih ettiniz?
Zor ama becerebilirsem filmin taşıdığı tüm risklerin üstesinden gelebileceğimi anladığım bir tercihti. Senaryonun hemen hemen yarıya yakını dayanışma gecesi, mevlüt ve sünnet salonlarında geçiyordu. Tüm oyuncular, yüzlerce figüran... Kameranın bir düğün videosu mantığıyla kahramanın peşine düştüğü ve arkadaki dünyanın fütursuzca akıp gittiği bir çekim tekniği... Üstesinden geldiğimizi düşünüyorum.
Filmde hâkim gücü eleştirmek yerine durum tespiti yaptığınıza dair hayli yorum yapıldı. Bu konuda siz ne dersiniz? Ercan Kesal’dan daha cesur hamleler beklentisi mi var?
Sinemanın politik doğruculuğa ihtiyacı yok. Filmler öğretmen, psikolog, din adamı ya da politikacı değillerdir. Başımıza gelen her şeyin müsebbibi biziz. Biz müsaade etmesek bunlar olmazdı. Soyut bir iktidar ve düzen eleştirisi çok daha kolay. Ama kaba propagandanın esiri olursunuz. Benim derdim insanın karanlığı, bitmeyen iktidar talebi, hükmetme isteği, ikiyüzlülüğü, en bayağı olanla en kutsal olan arasında hızla yer değiştirebilme yeteneği... Kederi, umudu ve coşkusu da elbette...
MİZAH TARZI MELANKOLİK KOMEDİ
Filmin tarzı tanımlanırken mizah kelimesi geçiyor mutlaka. Ben ise gerilimi çok daha fazla hissettim filmde. Protez diş ve bebekle fotoğraf çektirme sahnesi bile acıtıcıydı. Belki de hikâyenin fazlasıyla gerçekçi oluşundan yahut toplum olarak siyasetle fazla içli dışlı oluşumuzdan. Siz filmi nasıl tanımlıyorsunuz?
Şöyle bir film çekeyim ya da tarzı şu olsun diye çıkmıyorsunuz sete. Derdinizi en iyi anlatabileceğiniz ve sizin de meşrebiniz olan bir dil yakalamaya çalışıyorsunuz. Nasıl yaşıyorsanız, nasıl düşünüyorsanız ve dünyayla nasıl bir ilişkiye giriyorsanız bu filminizin diline de yansıyor. Yazdıklarım gibi bir film çektiğimi düşünüyorum. “Peri Gazozu” gibi, “Cin Aynası” gibi bir film. Sözünü ettiğiniz mizah tarzı için melankolik komedi diyebilirim... Bir yazımda melankoliyi tarif ederken “kıymık” metaforunu kullanmıştım. Hiç beklemediğiniz bir anda tırnağınızın arasına batan, küçük ama çok canınızı yakan bir şey!
Filmde anlattığınız, siyasetteki çürümüşlükten kurtulmanın çözümü nedir sizce? Sinemanın buna katkısı olabilir mi?
Bir sinemacı gibi değil de 60 yıldır bu topraklarda yaşayan birisi olarak konuşmalıyım o zaman: Hükümetlerin halkı değil halkların hükümetleri yönettiği bir dünya mümkün, ona bakılmalı. Siyaset dünyasının ana nirengi noktası “erk”i tuzla buz edecek bir usul var mı, o aranmalı. Tüm siyasi partilerde lider demokrasisi değil parti içi demokrasi esas kılınmalı. Seçimlerimiz mutlak bir çaresizlik ya da pişmanlıkla değil yönetenlerimizi istediğimiz zaman geri çağırabileceğimiz kolaylıkta olmalı. Siyaseti çürüten tüm unsurlar bu besi yerinde yaşam alanı bulamamalı. Filmlere gelirsek; onlar dünyayı değiştirmez, onlardan böyle bir görev beklemek haksızlık. Onlara kaldıramayacağı yükler yüklemek nafile. Filmler ruhumuzu kavramalı ve sarsmalı. Ruhumuza girmeli ve bizi değiştirip dönüştürmeli. Biz değişir dönüşürsek ancak dünyayı değiştirme cesaretiyle yeni bir yolculuğa başlayabiliriz.
Röportajın tamamı Milliyet Sanat’ın kasım sayısında.
“Bir kum tanesinden tüm evreni tarif edebilirsiniz”
Filmde bütün hikâyeyi tek bir gecede anlatmanın avantaj ve dezavantajları neler oldu?
Benzer deneyimleri “Bir Zamanlar Anadolu”da ve “Anons” filmlerinde de yaşadım. Bir gecelik ya da bir günlük hikâyeleri seviyorum. Derdimi daha iyi anlatıyorum. Öncesini ve sonrasını seyirciye bırakabileceğim ve ânın peşine düşen bir senaryo, çok daha sıkışmış ve verimli ilerliyor. Bir kum tanesinden tüm evreni tarif edebilirsiniz!