19.05.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:
SOFRADA BAŞ BAŞAYayına hazırlayan: AYDİL DURGUN
Meltem’i tanıyalı uzun yıllar oldu. Barış Pirhasan’ın Budapeşte’de çektiği “Usta Beni Öldürsene” filminde birlikte çalıştık. Nerdeyse 20 yıl olmuş.
O günden bu yana, her yolumuz kesiştiğinde daha ileri bir Meltem gördüm. Hep kendini aşmak isteyen, çalışan, bir yerde durmayan, en popüler olduğu dönemde her şeye ara verip Los Angeles’a eğitime giden... En son rejisini yaptığı “Bent” oyununu izledim. Yeni mezun ettiği öğrencilerini, ne kadar usta ve disiplinli oyuncular haline getirmiş, hayranlıkla izledim. Keşke genç olsaydım da ben de Meltem’in rejisinde oynasaydım diyerek kutladım oyuncularını. Meltem her daim güler yüzlüdür, gönül insanıdır, onunla çalışmak da eğlenmek de çok keyiflidir.
Eski İstanbul sahil balıkçılarının sahiciliğine sahip bu mekanda birlikte yemek, ikimizin de ruhuna uygundu. En sevdiğim balık olan istavrit tava ve rakı eşliğinde...
Tuncel Kurtiz: “Bent” oyununu izledim. O kadar güzeldi ki seni bir rejisör olarak orada görmek. O genç çocukların sana olan sevgisi... Tekrar tebrik etmek istiyorum. Şahane bir oyunculuk dersi verdin çocuklara. Çok zor bir iş yaptılar. Hepsi amatördü onların değil mi?
Meltem Cumbul: Evet hepsi öğrenciydi, mezun olduktan sonra ilk profesyonel işleri. O kadar mutlu oldular ki Tuncel abi senin orada olmandan.
Tuncel K.: Ben de senin onlara verdiğin emeği ve onların sana ve işe verdiği emeği görünce çok mutlu oldum. Bir de Barış’ın, sevgili Savaş Dinçer’in oğlunun, hazırladığı dekoru da çok beğendim. Müziği çok beğendim. Her şeyiyle mükemmel bir iş yapmışsın. Bu çıkmadı mı piyasaya peki? Yarışmalara falan katılamadın mı?
Meltem C.: Şimdi daha az oyun oynandığı için yarışmalara katılmadı. Seneye değerlendirmeye alınacak. Ama seyirci ilgilendi, sağ olsun. Hâlâ cuma ve cumartesilerde Galata Hamursuz Fırını’nda devam ediyor.
“Ben Fatih’e Maradona diyorum, gol atar daima”
Tuncel K.: Buranın da başka bir yeri var bende, sevgili Fatih Akın ki sen de çalıştın onunla, “Yaşamın Kıyısında”da benim son planım burada oğlumun bana verdiği kitabı okurken çekilmişti. Fatih’i de anmış olalım burada böyle.
Meltem C.: Analım, anmaz mıyız! Artı Fatih babamın söylediği bir repliği...
Tuncel K.: Onu çok iyi biliyorum çünkü ben söyledim. O repliği hastanede söyledim: “İhtiyarlık hiç iyi bir şey değil, hiçbir manası yok .mına koyayım.”
Meltem C.: O kısmı eklemiş.
Tuncel K.: O kısmı eklemiş. “İhtiyarlık, heç iyi bir şey değil. Heç bir manası” yok diye laz olarak söyledim, bir de küfürü eklemiş.
Meltem C.: Çok sonra bana Fatih söyledi biliyor musun? Bu cümle babana ait diye. Benim haberim yoktu.
Tuncel K.: Bana söyledi, “Meltem’in babasından aldım” dedi. Ben Fatih’e Maradona diyorum. Gol atar daima. İnşallah gol atmaya devam eder. O, çalışkan, çok yetenekli bir adam.
Meltem: Tuncel abi asıl benim sana olan hayranlığım... Çok küçükken “Sürü” filmini izledim ben. Yaşım çok küçüktü, nasıl bana izin verip o filmini izlettiler bilmiyorum ama Kuşadası Açıkhava sinemasında “Sürü” filmini izlediğimde sana hayran kalmıştım ve aradan yıllar yıllar geçti, 96 yılında Budapeşte’de karşımda aniden seni görünce çok heyecanlandım. Her sabah senin çalışman, egzersizlerini yapman, koşman... Bunları hep öğrencilerime anlatıyorum.
Tuncel K.: Hâlâ yapmaya çalışıyorum. Artık 78 yaşındayım. “Sürü” filmi benim için de çok önemlidir. Yani hem Yılmaz Güney hem onun yanında Zeki Ökten. Ben Zeki Ökten’i 1961’de galiba tanımıştım. Münir abiyle çalışmıştım, ondan sonra da Aksaray’daki Kulvar Tiyatrosu kapanınca işsiz kaldık, kimseden iş bulamadım. Dört-beş arkadaş inanılmaz bir Anadolu turnesi yaptık. Vala Önengüt, Oğuz Oktay, Nurettin Sezer ve ben. Bir ciple “Samanyolu”nu oynayarak Anadolu’yu dolaştık. Geldiğim zaman da iş bulamayınca gittim Şehir Tiyatrosu’nda Kemal Tözem’den iş istedim. “Biz yalnız lise mezunlarını alıyoruz” dedi. “Ben amatör tiyatro yaptım, Münir Özkul ile Haldun Dormen ile çalıştım” deyince beni aldı. Yevmiyeli kadroyla, “III. Selim” oyununa girdim. Arkada mızrak tutan bir delikanlı vardı. O da Zeki Ökten’di ve Nişan Hançer’in asistanıydı. Yıllar sonra ben işte “Sürü” filminde Zeki Ökten’le karşı karşıya oluyorum ve o benim rejisörüm oluyor. Yılmaz Güney hapishanede... Yılmaz’a büyük bir saygıyla bakıyor. Onun notlarını alıyor ama tabii ki film Zeki’nin filmi oluyor. Yılmaz olmasa da o film olmayacaktı ama. Zeki’yi çok seviyorum, o filmi de çok seviyorum. “Sürü” gerçekten benim için hayatımın en önemli rollerinden bir tanesidir. O rol sayesinde ben Peter Brook ile çalıştım. Yılmaz bana iki tane kanat taktı. Kanatlardan birisi “Umut”, birisi de “Sürü”ydü. Sonra seni tanıdım. Meltem Cumbul... Çok iyi, genç bir oyuncu. Budapeşte’de seninle karşılaşmak da bana ayrı bir sevinç vermişti. Güzel günler yaşadık orada.
Meltem C.: Aslında ben 7-8 yaşında falanım “Sürü”yü izlediğimde.
Tuncel K.: Yapma ya!
Meltem C.: Sonunda o yediği dayaklardan ötürü babaya karşı gelen oğul, 7 yaşında olmama rağmen çok etkilemişti beni.
Tuncel K.: Sen demek ki dövülen çocuktan değil de gelinden yanaydın, babaya karşıydın.
Meltem C.: Evet, onlardan yanaydım çünkü gelinin suskun hali benim çok içimi paralamıştı. Yaşım çok küçük olmasına rağmen çok gözyaşı döktüğümü hatırlıyorum. Tarık Akan’ın oynadığı karakter daha sonra dikleşmeye başladığı andan itibaren beni çok etkilemeye başlamıştı çünkü o hep böyle uzun boyuyla başını eğme hali benim içimi paralamıştı.
Tuncel K.: Şimdi ben seni methedeceğim yine çünkü durmayan bir insansın; en hoşuma giden tarafın. Devamlı kendine bir şey eklemeye çalışıyorsun.
Bir yandan hocalık yapıyorsun, ben yapamıyorum bu çok önemli.
Meltem C.: Mimar Sinan’da devam ediyorum, evet. Atölye çalışmaları da devam ediyor.
Tuncel K.: Bende o yetenek yok mesela. Ben rejisörlük yaparken arkadaşlarımla çok güzel çalışırım da bana zamanında Mimar Sinan’dan teklif geldiğinde kabul etmedim örneğin. Amerika’ya gidiyorsun, orada okulda okuyorsun, çalışıyorsun, orada emek veriyorsun ve bunu anlayan anlıyor ki
ben o anlayanlardan birisiyim.
Meltem C.: Teşekkürler Tuncel abi.
Tuncel K.: Çok güzel bir şey yapıyorsun hem de. Burada da İstanbul’u yaşıyoruz yine. Sen nerelisin aslında?
Meltem C.: Ben baba tarafından Akşehir, Konyalıyım. Anne tarafından Selanik, İzmir. Senin de Selanikli olduğunu biliyorum.
Tuncel K.: Ben baba tarafından Selanikliyim, anne tarafından Bosnalıyım ama bizim aileler çok erken gelmiş. Babamlar 1913’te gelmiş Arnavutköy’e.
Meltem C.: Öyle mi? Tuncel abi sen nasıl oyuncu olmaya karar verdin? Çünkü filoloji okuduğunu biliyorum.
Tuncel K.: Ben oyuncu olmak istemedim de aslında yazar olmak istiyordum. Hikayeci olmak istiyordum. Sait Faik’i çok seviyordum. Matinelerde hikayelerimi okurken Gürkal Aylan geldi Federasyon Tiyatrosu’ndan. “Biz seni başrol seçtik” dedi. Öyle başladık. Ondan sonra ben kendi tercüme ettiğim “Beş Gün” diye bir oyunu sahneye koydum. Güzel bir şey oldu. Bu arada sevgili Özdemir Asaf’ı daha genç yaşımda abi olarak seçtim kendime, o beni arkadaş olarak seçti. Münir Özkul’la çalıştım. Cahit Irgat’ı çok erken yaşta tanıdım, şiirleriyle aktörlüğüyle. Ve Can Yücel’le tanıştım. Onlara “benim üniversitelerim” diyorum ben. Ondan sonra Metin Serezli ile oyun oynadık. Sonra Metin Serezli beni Dormen Tiyatrosu’na tavsiye etmiş. Küçük bir rolle Dormen Tiyatrosu’na girdim.. Ama yazarlığım geri kaldı.
Meltem C.: Senaryon da var.
Tuncel K.: Var bir şeyler ama eksik tabii. Bir yazar değilim. Belki olabilirdim... Ama sen Konya’dan erkenden ayrıldın herhalde değil mi?
Meltem C.: Ben Akşehir’de evde doğmuşum, sekiz aylıkken ayrılmışız Akşehir’den. Biz çok yer dolaştık. Söke, Dinar, Avanos, İzmir... Ben 13 yaşındayken İstanbul’a geldim.
“Her yer senin mekanın haline geliyor zamanla”
Tuncel K.: Ben de şöyle böyle hatırladığım kadarıyla Kırıkkale, Reşadiye, Kandıra, Posof, Ayvalık, oradan Amerika’ya gittik, Detroit, New York, oradan geldik Silifke, Tarsus, Tarsus’tan Edremit’e gittik. Edremit’teyken 14 yaşındaydım. Güzel şeydi dolaşmak.
Meltem C.: Evet, bir tek çok sık okul değiştiriyorsun, arkadaşlarından ayrılıyorsun...Uyum sağlama yeteneği geliştiriyorsun ama bir yere karşı bağımlılığın kalmıyor. Sanki her yer senin mekanın haline geliyor bir yerden sonra.
Tuncel K.: O da güzel bir şey, her yerde kendini gösterme şansın var. İstanbul’u da hâlâ seviyoruz. Sevilmeyecek olur mu? Şu güzelliğe bak... Ama bu büyük binalar, bu yüksek alışveriş merkezleri onlar biraz İstanbul’dan uzaklaştırıyor beni. Onun için Edremit’teki köyümü daha çok seviyorum artık. Artık Arnavutköylü değilim. Arnavutköy de çok güzel hâlâ ama Arnavutköy’e geldiğim zaman bir kapıdan girip öteki kapıdan Boğaz’a atlardım. Derken darbe geldi ve Özal Paşa ile birlikte “kazıklı yol” yapıldı. “Kazıklı yol”dan sonra denizde balık da kalmadı. Artık Boğaz’da ben denize giremem. Arnavutköy hâlâ güzel diyorum ama Kara Miço yok. Kara Miço’nun karısı yapmıyor artık o taratoru. Artık o basit meyhaneler kalmadı. Burası bana yakın geldi, bayıldım bu meyhaneye.
Meltem C.: Ben de burasını çok seviyorum. Biz burada “Aşk Yakar” dizisini çektik Tuncel abicim. Dizinin erkek karakterleri burada dertleşirdi. Çok çok güzel bir mekan burası.
Tuncel K.: Rakı da pek güzel geldi.
“Bize dinozor diyorlar”
Meltem C.: Çok senelerin yurt dışında geçti Tuncel abi, peki Türkiye’yi özlüyor muydun o dönemlerde?
Tuncel K.: Özlemez olur muyum canım ama bir kısmı gönüllü sürgündür. Bir kısmı da başka, özellikle Kenan Evren darbesinden sonra artık benim için geri dönüş şansı da kalmamıştı. Hele “Duvar” filminde oynadıktan sonra iyice yasaklandı. Özlem gidermek için Yunanistan’a gidiyordum. Nasıl Nazım Hikmet karşı kıyı memleket diyorsa... Yaman Okay gelirdi mesela ben Atina’dayken. Beraber Berbayanni içip konuşurduk. Sonra bir gün geldiğimde Yaman ile Tarık karşıladılar beni. Özlemez olur mu insan canım ama özlediğimiz yerlere geldiğimiz zaman bakıyoruz ki artık çok şey değişmiş. Bize artık dinozor diyorlar.
Meltem C.: Estağfurullah öyle şey olur mu?
Tuncel K.: Diyorlar tabii, hâlâ daha solcu olduğumuz için dinozor diyorlar biraz da. Oysa biz hep haktan, emekten yana olduk. “Ve ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi” dedik Can Yücel’in ağzından. Özdemir Asaf’ın ağzından: “Çağırdığım balık yemi çıkar dedi, oltayı görmeden gelmem” dedik. “Oltayı göster kardeşim, oltayı” derdi. Yem koyma. Yem koymayalım, açık olalım,
doğru konuşalım. Benim üniversitelerim onlar. Ben bir üniversite talebesiydim, elimde bir dolu kitap vardı: Nietzsche vardı, James Joyce vardı, Özdemir Asaf vardı, Yaşar Kemal vardı, Kemal Tahir vardı, Sait Faik vardı, Oktay Rıfat vardı. Onun için genç aktörlere onu söylüyorum okumanız lazım.
Meltem C.: Ben yalnızlığımı hep kitaplarla paylaşmışımdır.
O dünyaların içinde kendimi kaybetmişimdir. Çok küçük yaşta biraz ağır kitaplar abim tarafından okutuldu bana ama, yani 7 yaşımda “Sürü”yü izleyip 9 yaşında “Yüzyıllık Yalnızlık”ı okumak biraz ağır.
Tuncel K.: Çok benziyoruz birbirimize, ben de aynı şekilde.
14 yaşında Emile Zola okuyordum, düşünebiliyor musun yani? Şimdi yeniden okuyorum Emile Zola’ları. Toprağın ve natüralizmin ne olduğunu şimdi görüyorum. Tekrar tekrar okumak da güzel aynı kitabı, aynı filmi tekrar tekrar seyretmek de güzel.
“Cesur kadınlarımızı da unutmayalım”
Tuncel K.: Bugün çok güzel insanları andık. Mustafa Kemal Atatürk’ü unutmayalım.
Meltem C.: O zaman şerefe Tuncel abi. Kadınlarımızı da unutmayalım. Türkiye Cumhuriyet’i kurulduğu andan itibaren büyük savaş veren kadınları, Türkiye’de yaşayan, ataerkil düzen içinde kendini var etmeye çalışan Afife Jaleler, Semiha Berksoylar, cesur kadınlar...
Tuncel K.: Cesur kadınlar, o kadınlar ki sahneye çıkmış oyunlar oynamış...
Meltem C.: Cahide Sonku, Halide Edip Adıvar... Cesaretlerine içmek istiyorum.
Tuncel K.: Şükufe Nihal. Bu arada çok kişiyi unuttuk tabii. Mesela çok önemli şairlerimiz var. Ece Ayhan unutulacak bir adam değil zaten. Orhan Veli var ya...
Meltem C.: Ben konservatuvara Orhan Veli şiiri ile katıldım ve karşımda Müşfik Kenter vardı. “İstanbul’u dinliyorum” şiir ve bir de Müşfik hocanın karşısında, ben tabii Müşfik Kenter’in jüride olacağını ve hocam olacağını bilmediğim için, Mimar Sinan Üniversitesi sınavına girdiğimde dedim ki Allah beni ne yapmasın, ben nasıl böyle bir şiir seçtim. Neden Orhan Veli, neden “İstanbul’u Dinliyorum?” Ustası karşımda. “Bir garip Orhan Veli” o dönemde tek kişilik oyunu hocanın. Dedim ki “Karşınızda bunu okumak çok zor”. Ben tabii titremeye başladım. Bilmiyordum hocaların kim olabileceğini. Nazım Hikmet de seçsem, Orhan Veli de seçsem yine de kuvvetli bir sınav vermem gerekiyormuş Zeliha Berksoy ve Müşfik Kenter’in karşısında. O da gözlüklerini hafif indirerek dedi ki: “Evladım burada hepimiz aynıyız. Hadi oku bakalım.”
“Kontrolsüz deliyim biraz, ne yapacağım hiç belli olmuyor”
Tuncel K.: Peki, şiir seviyor musun?
Meltem C.: Ben Edip Cansever’i çok severim. Bana bir tane Edip Cansever şiiri varsa aklında ve okursan o kadar mutlu olurum ki.
Tuncel K.: İyi arkadaşımdı onun için şiirini ezberlemedim.
Meltem C.: İyi arkadaşın mıydı? Tuncel abi, bana biraz ondan bahseder misin?
Tuncel K.: İyi içerdi. Bir gün bana “Mutluluk nedir acaba?” diye sordu. “Çalışıp iyi bir şey üretmektir değil mi Edip” dedim. “Doğrudur, çok doğrudur” dedi. Bir de Kapalıçarşı’da kuyumcu dükkanı vardı, oraya giderdim. “Elmas yüklü gemiler geçerdi boğazdan ben Ruhi Bey nasılım...” aslında şiirdir o. Onu Ezel’de kullandık biliyorsun.
Meltem C.: Ben Ezel’i çok severek izledim. Takip ettim, yazarlarını her zaman tebrik ettim. Çok güzel bir karakter yarattın.
Tuncel K.: Onlar güzel yazdılar ben de onların yarattıklarını aktarmaya çalıştım. Yazılmadan da bir şey oynayamıyorsun.
Meltem C.: İkinci sezon değil ama birinci sezonu çok sevmiştim.
Tuncel K.: Evet, ben de aynı fikirdeyim.
Meltem C.: Nasıl gidiyor şimdi “Muhteşem Yüzyıl”daki Ebussuud?
Tuncel K.: Çok güzel... Bana bir sürü tabancalı dayı rolleri teklif ettiler oynamadım. “Sürü”den sonra herkes beni ağa olarak görmek istedi, oynamadım. Şimdi Ebussuud’dan sonra din adamı oynatmak isteyecekler muhakkak. Ama ben Beyoğlu’nda bir kıza âşık bir adam ya da bir dilenci oynamak isterim açıkçası.
Meltem C.: Öyle mi? “Usta Beni Öldürsene” oynadığın karakter birazcık...
Tuncel K.: O güzel bir karakterdi çok da hoştu ama biraz kısa bir karakterdi.
Meltem C.: Evet kısaydı doğru ama ne kadar uzun süre kaldın orada, ne kadar hazırlandın, çekimin olmadığı dönemde geldin. Biz Haluk Bilginer’le çekimdeydik ama sen çekimin olmadığı halde orada çalışmaya devam ediyordun.
Tuncel K.: İngilizce o monologu en iyi şekilde aktarmak istedim. Bana diyorlar ki mesela “Bir günde oynarsın hepsini”. Ben bir günde oynayacağım rol için bile en az bir ay çalışmak isterim. Bir günde oynanacak rol oynamak istemiyorum.
Meltem C.: Bir de o dönemde ben, çok beğendiğim bir dansçının, Mehmet Sander’in senin yeğeninin olduğunu öğrenmiştim.
Tuncel K.: Mehmet Sander.
Çok da önemli bir delikanlıdır.
Meltem C.: Ben kendisine kadeh kaldırmak istiyorum.
Tuncel K.: Hadi bu da Mehmet Sander için. Bir gün Roxy barda, bir toplantıda: “Dayım kontrolsüz delidir, ben kontrollü deliyim” dedi. Güzel bir laf, doğrudur.
Ben kontrolsüz deliyim biraz.
Ne yapacağım hiç belli olmuyor.
“Bu röportaj ne kadar iyi oldu; rakı da içiyorum, yasakları deldim bugün”
Tuncel K.: Gelelim yemeğe. Ne yemek yapıyorsun sen?
Meltem C.: Ben Türk işi yemeklerin hepsini yapmayı çok seviyorum.
Tuncel K.: Neler yapıyorsun?
Meltem C.: Dolma, barbunya, zeytinyağlıların hepsi bir kere, İzmir’den, annemden ötürü. Kuru fasulye, pilav... Çeşitli soslarla makarna yapmayı da çok seviyorum.
Tuncel K.: Bayılıyorum makarnaya ben de. Başka neleri seviyorsun?
Meltem C.: Meze yapmayı seviyorum. Şimdi önümüzde mesela biber, patlıcan, böyle soslu yoğurtlu.
Tuncel K.: Biz buna Leyla, rakıya da Mecnun diyoruz. Leyla ile Mecnun’un birleştiği gibi birleşiyorlar. Bu röportaj ne kadar iyi oldu, rakı da içiyorum. Yasakları deldim bugün.
Meltem C.: Et yemeği sevmiyorum.
Tuncel K.: Ben çok severim ama yemiyorum. Gel mesela Edremit’te bir Kasap Osman var. Ondan bir bonfile al, bir pirzola al, bir sucuk al. Bak nasıl seversin çünkü o dağlarda yetişen koyunların, danaların etleri; kekik yemiş, ot yemiş, hiçbir şekilde GDO’lu bir şey yememiş. Onu yediğin zaman iş değişiyor. Çocukluğumuzda Uludağ’da yediğimiz pirzolayı yiyemiyorsun artık.
Meltem C.: Sizin orası çok güzel. O kadar güzel ağırladınız ki beni.
Tuncel K.: Ne güzeldi seninle sahnelerimiz, kaşık oyunumuz falan...
Meltem C.: Sonra ben Kozlu köyünde atölye çalışması yaparken Menend (Kurtiz), sen, ben yediğimiz yemek.
Tuncel K.: Çok güzeldi. Orasını çok seviyorum, inşallah bozulmayacak orası. Ben artık oradan ayrılamam. Cahit Irgat’ı andığım zaman aklıma hep o şiir gelir. “Oğlum Mustafa’ya. Oğlum Mustafa Irgat, anan Urgan, baban Irgat. Bin atına dünya senin, dilediğin gibi oynat.” Mustafa Irgat da çok erken öldü, Zeynep Irgat ne yapıyor bilmiyorum şimdi. Mina benim hocamdı, üniversitede. Benim hocamdı derken, ben derslere ara sıra girerdim.
Meltem C.: İstanbul Üniversitesi?
Tuncel K.: Evet. Ondan sonra felsefe, Macit Bey’in dersleri. Hilmi Ziya Ülken’in dersleri, sanat tarihi derken Haldun Taner’le tiyatro kursları. Hiçbir üniversiteyi bitirmedim. Hâlâ biyografilerimde üniversite mezunu diye yazıyorlar. Çok içerliyorum, ne olur şu gazetede benim hiçbir üniversiteden mezun olmadığımı yazın. Ben kantin kuşuydum. Kantinlerde sohbet etmeyi çok severdim. Güzel kızları da çok severdim yalan söylemeyelim şimdi. Hatta en son “Duvar” filmini bitirdikten sonra bir Fransız kızla beraber oturuyoruz bir lokantada, garson geldi elinde iki tane armanyak konyak. armanyak konyak ben söyleyemem, param da yok. “Biz söylemedik böyle bir şey”. “Yukarıdan söylediler” dedi. Kafamı bir kaldırdım Yılmaz ile Fatoş. Yılmaz: “İhtiyar, güzel içkileri ve güzel kızları sever” dedi. En sonunda ben de en güzel kızı buldum işte, Menend’i buldum.
“Tabancayı kullanmadın herhalde değil mi Tuncel abi?”
Tuncel K.: Cahit Irgat, Erol Günaydın, Suna Keskin, ben aynı tiyatroda oynuyoruz. Dedikodular: “Alkol tiyatrosu kuruldu”. Nazım Hikmet’in “Yolcu”sunu oynuyoruz. Ben de duvara bir şişe votka, bir şişe rakı, bir şişe viski, bir şişe cin... Bütün içkileri koydum. Altına da yazdım son sözünü “Yolcu” piyesinin: “Yolcudur Abbas, bağlasan durmaz.” Arkadaşlar bunları içtiğimiz anda zaten bu tiyatro biter. Bunlar hep duracak burada. Onları çok seviyoruz fakat burada işimizi daha çok seviyoruz. Hiçbir yerde oynatmadılar Ankara ve İstanbul dışında. Bir tek Giresun’da oynadık. Giresun’a ve Muzaffer Bey’e buradan sevgiler. Hiç unutmam Muzaffer Bey’i, Muzaffer Sineması’nın sahibi, Giresun’da. Bana bir tane de güzel bir tabanca hediye etmişti.
Meltem C.: Kullanmadın herhalde
diye düşünüyorum Tuncel abi.
Tuncel K.: Kullanmadım, en sonunda denize attım.
Meltem C.: Şiddete karşısın değil mi?
Tuncel K.: Şiddete karşıyım tabii. Ona bile gerek yokmuş. Yılmaz öldürdükten sonra attım tabancayı denize çünkü onu taşıyorsan yanında mutlaka bir gün kullanırsın.
Meltem C.: Bunların hiçbirinin gereği yok. Barış içinde olalım.
Tuncel K.: Nasıl barış içinde olacağımızı bulalım. Ermeni’si, Kürt’ü, Laz’ı, Yezidi’si, Süryani’si, Rum’u. O ne kadar güzeldi benim Arnavutköy’üm.
O Arnavutköy’ü hatırlıyorum. Berber Niko’yu hatırlıyorum. Balıkçı Taso’yu hatırlıyorum. Bakkal Vangel’i hatırlıyorum. Ermeni, koyu Beşiktaşlı, kuru kahveciyi hatırlıyorum. Hep beraber yaşıyorduk, bir gün bile evimin kapısını kilitlediğimi hatırlamam. O güzel insanlar nereye gittiler? Yaşar Kemal’in lafıyla:
“O güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler.” Yazık...
Meltem C.: Bir Yezidi köyünde çekim yapıyoruz “Maruf” filmini çekiyoruz. Yaşı bayağı fazla, üç ihtiyar bizi ağırladı. Keçiler var bir de. Ailelerin hepsi İsveç’e gitmişler, kaçmışlar. Eniştem Süryani’dir bu arada. Bize çok yardımcı oldu o dönemde. Bu yezidi köyünde ben amcayla konuşmaya başladım ve amca bana dedi ki “Güneşe selam ederim, güneşe dua ederim bir Yezidi olarak, güneşledir benim işim” dedi kısacası. “E amca dedim, bütün ailen İsveç’te, sen burada tek başına ne yapıyorsun?” “Kızım İsveç’te güneş vardır? Altı ay vardır, altı ay yoktur. Ben şimdi ne yapacağım, nasıl dua edeceğim?” dedi. O topraklarda rahatını bozmamak lazım, değil mi? n
İKİLİNİN TERCİHİ KARAKÖY’deki AKIN BALIK OLDU