21.07.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:
SOFRADA BAŞ BAŞA / Yayına hazırlayan: GÜLİZ ARSLAN
Aynı masalın çocuklarıyız Erkan’la...
Yıllarca ayrı ayrı adımladık, şimdi birlikte temize çekiyoruz.
“Alevli Günler” oyunu ve İstanbul Halk Tiyatrosu çöpçatanlık etti muhabbetimize. Benim için kabile reisidir Erkan, muhtemelen ben de onun için, özgür ruh Hiawatha. Bir Kızılderili hikayesidir aslında yaşadıklarımız. Dürüst, samimi ve olabildiğince aşkla...
Ne söylemezsek söylemeyelim, anlarız göz ucuyla. Sahnede de böyledir hayatta da...
Sofra, yabancısı olduğumuz bir yer değil. Epeyce paylaşmışlığımız, aynı salataya şamandıra yapmışlığımız var. Çiçek, böcek
bile konuşsak araya çocukluğumuzu iliştiririz mutlaka. Hüzünlü olsun diye değil, mutluluk katsın diye sofraya. Olandan bitenden işkilleniriz fena halde. Erkan’ın o muhteşem sözüyle kendimize geliriz duvara tosladığımızda; “Tiyatro’dur, iyidir”.
Sözün özü dostlar;
İki lafın belini kırmak bizimkisi, okuyan da sağ olsun okumayan da...
Cem Davran: Mesaj mı atıyorsun?
Erkan Can: Yok siliyorum, başlamadan şu mesajı da sileyim.
Cem D.: Ben bir tane şu iPad’lerden aldım. Onu çözmeye çalışıyorum. Senaryo kağıt olarak gelmiyor artık, ona gönderiyorlar. Benim küçük oğlan Ali eline bir aldı, 50 tane şey indirdi hemen. iPad’i çok iyi bildiğinden değil, mantığını bildiğinden...
Erkan C.: Onların kafa oraya çalışıyor.
Cem D.: Aynen öyle... Sen şimdi cicozu, misketi getirsen ben hemen nasıl kavrarsam, onlar da bunu hemen kavrıyor...
Erkan C.: Cilli...
Cem D.: Cilli mi diyordunuz siz?
Erkan C.: Biz cilli deriz.
Cem D.: Bizim oğlanlara versen misketi “Nasıl atılıyor, nasıl tutuluyor”...
Erkan C.: Bir saat anlatacaksın...
Cem D.: Aynen öyle (gülüyor).
“Gençleri anlamak için biraz çabalamak lazım”
Cem D.: Sen bizim yeni diziyi (Babam Sınıfta Kaldı) ilk gün izledikten sonra “Sıcak bir iş” falan dedin ya... Hakikaten öyle galiba.
Erkan C.: Nasıl tepkiler?
Cem D.: Birinci oldu. Ama ondan önemlisi şu; ilk bölümün ertesi günü, sabah bakkaldan bir şey istedik. Çocuk geldi, “Cem Abi! Hayırlı sabahlar, bütün aile izledik, bayıldık” dedi. O “bütün aile” önemli işte. Anne, baba, anneanne, babaanne... Yeni nesil de izliyor. Güzel oldu ya... Keyfimiz yerinde.
Erkan C.: Gençlerin enerjisi geçiyor abi, o başka bir şey çünkü.
Cem D.: Onların espri anlayışları başka, algılamaları başka, hayat zamanlamaları başka...
Erkan C.: Kafalar değişik... İşte gerisinde kaldın mı yandın oğlum. Gençleri anlamak için biraz çabalamak lazım... Çabalamadın mı arıza çıkıyor.
Cem D.: Sen ilk defa bir yazı çekim olmadan geçiriyorsun değil mi?
Erkan C.: Bir dublaj var işte...
w“Bebek İşi”ndeki bebeği konuşuyorum. Bir bölüm oynadı. Güzel iş o da...
Cem D.: Seslendirme çok keyifli bir iş değil mi?
Erkan C.: Güzel... Hoşuma gitti.
İlk defa yapıyorum.
Cem D.: Dün saydım “Alevli Günler” oyununu 300’e yakın oynamışız. “Bezirgan”ı daha 39-40 oynamışız. “Alevli Günler” hepimizin hayatında yeniden başlama noktası oldu değil mi?
Erkan C.: Evet, işte o yüzden onu hep oynayalım bence.
Cem D.: Ve enteresan; bir defadan fazla izleyen sayısı yüzde 60’ı falan belki seyircinin... Üçten fazla izleyen de çok... Bir yerde mutlaka filmini de ortaya koymamız lazım.
Erkan C.: O da olacak işte.
“Kaybetme korkusu yaşayınca nasıl özenli davranıyor insan...”
Cem D.: Hani bir turnedeydik, sen, ben, Bahtiyar (Engin) kalmıştık... Sen bir konuşma yapmıştın; “Ne olur ne olmaz, ben hep sahnede kalayım. Aklınızda bulunsun...” diye, vasiyet gibi...
Erkan C.: Öyle hissediyorum çünkü. Hayatımın bundan sonraki kısmında tiyatro yapmam şart. Zaten öyle olmalıydı ama bir küstük işte, 10-12 sene yapmadık.
Cem D.: Ben de dokuz sene ara verdim. Ama şimdi tekrar kavuşunca, kaybetme korkusu yaşadığın için, nasıl özenli davranıyor insan değil mi?
Erkan C.: Bambaşka bir duygu içerisindeyim. Senin benim gibiler için tiyatro olmadan olmaz.
Cem D.: Şimdi dizi çekiyorum ya, yönetmeninden, yapımcısından, yazarından asistanına kadar herkes oyunumu oynayabileyim diye özen gösteriyor. Çok hoşuma gidiyor.
Erkan C.: Bu özeni herkesin göstermesi lazım işte.
Cem D.: “Aman bu aktörün tiyatroya da ihtiyacı var. O bize de olumlu yansır” diye düşünen bir kafayla çalışmak o kadar mutluluk verici ki... “Sabah şu saatte setimiz var” diye aradıkları zaman yataktan mutlulukla kalkıyorum.
Çok uzun zamandır da ilk defa tiyatroya giderken hangi mutluluğu yaşıyorsam, sete giderken de o mutluluğu yaşıyorum. Kaç sene oldu Erkan senin tiyatro?
Erkan C.: 38 sene. 1975’te Bursa Devlet Tiyatrosu’nda başladık. Orada
10 sene hem figürasyon yaptık hem oynadık. Askerlikten sonra, 84’te tezkere aldım. Yine Bursa’ya geldim, Bursa Meydan Sahnesi’ni kurduk Şakir Demirpehlivan’la. Turnelere çıktık. Sonra gemici kağıtlarımızı hazırladık, “Bu iş olmayacak” dedik. Olmuyor çünkü. E nasıl olacak? Konservatuvar sınavları için yaş büyük. Sonra altta bir madde varmış, yaşı büyük olanların sınıf atlaması için seviye sınavı hakkı... Onda da bir parça bir tirat istiyorlar. “Rosenberg’ler Ölmemeli”den bir sahne hazırladık. Kazandık, Yıldız (Kenter) Hoca beni üçüncü sınıftan aldı, ben birden başladım. Arayıp da bulamadığım şey, son şansımdı bu benim. Son tren, son vagon. Onu da yakaladık işte. Benim hayatımda hep öyledir zaten.
“Bu ülkede ölene kadar çalışacaksın”
Cem D.: En büyük hayalin ne?
Erkan C.: Bir tiyatromuz olsun, sabit bir yerimiz, binamız...
Cem D.: Evet ya, bizim artık devletten bir şey beklemeden, kendi imkanlarımızla kurduğumuz, hem İstanbul’a hem kendimize kazandırdığımız bomba bir salonumuzun olması lazım.
Erkan C.: Kendimiz yapacağız abi...
Cem D.: Gerekirse taş taşıyarak, inşaatında çalışarak...
Erkan C.: Sabah 9 açarım, akşam 12 giderim.
Cem D.: Aynen. Hani seni biri arıyorsa evde, uyumuyorsan, orada olduğunu bilecek. Hatta belki uyuyorsan da orada olacaksın.
Erkan C.: Birkaç oda yaparız, herkes gider kendi odasında uyur baba.
Cem D.: Nasıl Kenter hocaların tiyatrosu?
Erkan C.: Tabii Yıldız Hoca’nın yatağı var, Müşfik Hoca’nın yatağı var.
Cem D.: Hayatları orada geçmiş...
Erkan C.: Bu saatten sonra ne yapabiliriz? Bunu yapacağız başka çare yok.
Cem D.: Benim oğlanlar büyüdü ya. Onlara yetişkin muhabbeti yapıyoruz. Kredi kartı nedir, banka nasıl kredi verir, faiz maiz... İlgilerini çekiyor. Ben de diyorum ki; “Bunlardan anlayın ama siz bir tiyatrocunun oğlusunuz. Hayatınız boyunca bunlarla çok da alakanız olmayacak. Ama tabii öğrenin. Yoksa siz bir fabrikatörün çocuğu değilsiniz. Sizin babanızın da fabrikası var ama üstünde taşıyor. Bir şey olsa tık, durur. Ben sağken kendinizi en iyi şekilde geliştireceksiniz.” Şimdi sen kızına nasıl bir servet bırakabilirsin? Senin ona bırakacağın iyi bir eğitim, anlattıkların, ona yaşattıkların... Benim en büyük hayallerimden biri ne biliyor musun?
Üç-beş sene sonra bizim bir tiyatro salonumuz olsun. Hani böyle görkemli falan da değil, küçük, mahalle arasında bile olabilir, tercih ederim. Hani Roma’da falan var ya, sokak aralarında... Öyle küçük bir tiyatromuz olsun. Ben de Bodrum taraflarında olayım, oradan atlayayım geleyim.
Erkan C.: Üretelim...
Cem D.: Aynen. Emekli hayatı değil yalnız, tam tersi. Daha yoğunlaştırılmış, her günün daha anlamlı olduğu bir hayat...
Erkan C.: Bu ülkede ölene kadar çalışacaksın. Başka yolu yok. Zaten biz boş oturamayız ki. Ölürüz, hemen ölürüz.
Cem Davran: “Sahneden indikten sonra kuliste resmen zehri atmış gibi hissediyorum. Oyundan önce ağrıyan bir yerim varsa da oyundan sonra mutlaka geçiyor. Tiyatro resmen beni tedavi ediyor”
Erkan Can: “Konservatuvara son anda girdim ben. Son şansımdı, son tren, son vagon. Onu da yakaladık işte. Benim hayatımda hep öyledir zaten”
“Bir tane ağaç kesilse bile insanın içi gidiyor”
Cem D.: Bu memleket güzel memleket ya... Hani bazı yabancılar dünya haritasına bakınca “Tanrı’nın elinin değdiği yer” der ya... Baksana abi şu manzaraya... O yüzden doğanın dengesi mi bu acaba diyorum bazen. Her güzel yer aynı zamanda karışık oluyor. Mesela Mezopotamya neden karışık çünkü dünyanın en cazip bölgesi. Bu cazibe aynı zamanda kötülüğü de mi çekiyor yani?
Erkan C.: Çekiyordur bence çünkü herkesin gözü burada.
Cem D.: Dünya tarihini bu bölge olmadan yazamazsın. Kandilli de çok güzel be abi!
Erkan C.: İstanbul’un Anadolu yakası daha bir dingin...
Cem D.: Karşıda hep bir huzursuzluk var.
Erkan C.: Burası Anadolu... Orası Urumeli yakası değil mi? Rumeli yakası...
Cem D.: Şimdi üçüncü köprü dalgası var ya. Tamam ihtiyaç var ama bir tane bile ağaç gitse insanın içi gidiyor.
Erkan C.: Yanlış hesap yaptılar, binlerce ağaç gitti. E ne olacak şimdi oralar? Birileri nemalanacak oradan işte.
Cem D.: Ne kötü bir şey toplumun kafasına böyle bir şey sokmak, böyle bir şey düşündürtmek bile çok kötü... Olsa da olmasa da... Halbuki insanların birbirine güveniyor olması lazım.
“Burası Anadolu, burada herkes bir şeyini kaybetmiş, bulmuş”
Erkan C.: Çocukken Marmara’dan ne midye çıkarırdık... Şimdi çok nadir yiyorum.
Cem D.: Kendiniz yapar yer miydiniz peki?
Erkan C.: Tabii, tenekede. Motorlarla giderdik Burgaz, Mudanya, Kurşunlu... Bir ekmek alırsın, bahçelerden meyve toplarsın, Para yok ki... Denize bir dalarsın, bir sürü midye...
Cem D.: Bizde de annem ekmek arası doldururdu. Salatalık, domates, biber... Kasımpaşa’dan Taksim’e yürüyorduk, oradan troleybüse binip Bebek’te iniyorduk. Bir kişi dururdu eşyaların başında, biz de denize atlardık. Dönüşte otobüsün şoförüne rica ederdik otobüse alsın diye, mayolu almıyordu çünkü. Sanki akıntı varmış gibi, debelenerek yüzerim ben hâlâ (gülüyor). Baban Köy Enstitüsü mezunu değil mi?
Erkan C.: Evet, son dönem...
Cem D.: Cumhuriyetin en anlamlı projelerinden biriydi bence.
Erkan C.: Biz tarım ülkesiyiz ya. Milletin efendisi köylüydü. Kendin üretiyorsun. Şimdi hep tüketiyoruz.
Cem D.: Şu anda biz bir illüzyon yaşıyoruz biliyor musun? Ekonomik göstergeler de yukarı çıkınca herkes “Aa” diyor, aslında altta hiç üretim yok. Benim son yıllarda gördüğüm en önemli üretim, daha doğrusu tek üretim; Gezi Parkı.
Erkan C.: Ben çocukluğumdan pay biçiyorum. Köye gidiyorduk, hayvan gütmeye... Üç ay tatil. Dönüşte kış kavunundan tut, salça, bulgur, tarhana, erişte... Bakkaldan bir gaz, bir ekmek, bir şeker alırdın.
Cem D.: Her şeyin bir tadı vardı. Bak ilkokuldayım, okuldan eve geliyorum ama evde kimse yok. Komşular görüyor. Fikriye Teyze’ye gitsem Madam Lefterya darılacak, Madam Lefterya’ya gitsem Madam Katina darılacak, Madam Katina’ya gitsem Nebahat Teyze var, o darılacak. Ona gitsem Bakkal Selahattin Abi darılacak. Evde annesi olmayan komşu çocuğunun sokakta kalması mümkün mü? O gayrimüslim komşu teyzeler falan... Hemen biri kapar beni. İki dakikada simitler, çaylar... Hayata bak, ne kadar temiz, ne kadar kirlenmemiş...
Erkan C.: İnsanlık her yerde insanlık ama şimdi öyle değil işte.
Cem D.: Ani (İpekkaya) Abla’yla konuşuyoruz sette 6-7 Eylül olaylarını. Bu ülkenin en güzel rengi olan o vatandaşları, gayrimüslim komşularımızı, dostlarımızı nasıl gitmek zorunda bırakmışız buralardan...
Erkan C.: Burası Anadolu, burada kimseyi kimseden ayrıştıramazsın. Herkes buradan geçmiş. Herkes Anadolu’da bir şeyini düşürmüş, bir şeyini kaybetmiş... Kaybetmiş, bulmuş, harman olmuş. Yemeğini, müziğini... Renge bak, güzelliğe bak...
Cem D.: Şimdi bir tek tip insan yaratma çabası... O betorname yapılar gibi... Dışarıdan bak, devasa bir yapı, akıllı binalar ama ruhu yok.
Erkan C.: İçi boş...
“Komşunun kızına yan gözle bakmazdık”
Cem D.: Bir Nebahat Teyze vardı. Ensesinde böyle kocaman bir yağ bezesi vardı, o yüzden hafiften ürkerdim, Allah affetsin. Çok tatlı kadındı. Çocuk tiyatrosu sınavına gidiyorum, babamın kravatlarından birini bağlamışım, kocaman... Kapıdan çıkarken annem arkamdan dua ediyor, bir de Nebahat Teyze pencereden dua ediyor. Madam Katina ile Madam Lefterya istavroz çıkartıyorlar, kendi dualarını yapıyorlar. Dimitro var, Madam Lefterya’nın kocası, Mösyö Dimitro’yu o gün ilk defa ulvi cümleler kurarken duyuyorum. Niye? Mahalleden komşularının çocuğu çocuk tiyatrosu sınavına gidiyor diye. Bunun özlemini acayip çekiyorum şimdi... Ya bizde komşunun kızı kardeşti yani. Yan gözle bakmazdık.
Erkan C.: Tabii akrabadır mahalle kızı. Mahalleye kafan önde girer, önde çıkarsın. Hiç öyle sağa sola bakmayacaksın yani, karıncalara bakacaksın. Karıncaları da ezmeden tıkır tıkır yürüyeceksin. Biz öyleydik yani. Abilerimiz öyleydi.
Cem D.: Dışarıdan bakarsın mesela, serseri dersin ama mahallenin kadınlarından birini elinde pazar filesiyle görünce koşar, fileye yapışır.
Erkan C.: Ayıp diye bir şey vardı eskiden. Şimdi o da kalmadı.
Cem D.: O eski mahalle insanları memur maaşlarıyla, emekli maaşlarıyla huzur içinde yaşarlardı.
Erkan C.: Tabii oğlum eskiden bir baba çalışır, beş nüfusa bakardı.
Cem D.: Ama tiyatroya da giderler, kitap da, gazete de okurlar... Akşamüzeri kapının önünde hayatı, siyaseti, dünyada olup bitenleri konuşurlar. Bakıyorum şimdi kendi çocuklarıma, bir mahalleleri yok...
“Ben hep köpek kokardım, annem daha kapıda soyardı”
Erkan C.: Mahalleler bitti. Eskiden kimin kapısı açıksa dalıyorduk. Mahallede herkes görürdü bütün çocukları. Çocuklar mahalleden başka bir yere gitmez ki...
Cem D.: Surat leş gibi, eller toprak, dizler parçalanmış...
Erkan C.: Hep köpek kokardım. Annem daha kapıda soyardı.
Cem D.: Sen köpek kavgası ayırmıştın geçenlerde değil mi?
Erkan C.: Assos’ta. 15 köpek rahat vardı yani. Bir köpeğe 15 köpek! Bir daldım bunların aralarına, önüme gelene vuruyorum. Köpek de baktı ondan yanayım, sırt sırta verdik. Nasıl bir kavga ediyoruz, filmlerde olmaz yani. Arabaya atlayıp kaçtık sonra. Bir arkadaşımıza verdik onu. Şimdi belki ölmüştür. Benim Maki öleli de 17 sene oldu. 1.5 kiloydu Maki, her yere taşıyordum onu.
Cem D.: Benim köpekler de yaşlandı. Biri 12, biri 10 yaşında.
Dün ikisini de yıkadım güzelce. İnsanla köpek arasında öyle bir bağ, öyle bir hesapsız aşk var ki... Bakıp hemen anlıyor o gün nasıl bir ruh halindeyim... Ve ona göre davranıyor. İnsanın karısı, çoluğu, çocuğu anlamıyor bazen.
Erkan C.: Onun ruhunu iyileştireyim, morali bozuk diyor. Çoğu arkadaştan iyidir.
Cem D.: Gidiyorum yanına, oturuyorum, konuşuyorum, muhtemelen konuşmanın dokusundan bir şey kapıyor, kafasını böyle hafif oynatarak beni dinliyor.
Erkan C.: “Boşver geçer, ben ayarlarım. Sen kafana takma” diyor (gülüyor).
“Adamlığına kefilim, iyi çocuktur ama bazen tuhaflığı tutar işte”
Cem D.: Rahmetli babam, karıma
“Bu çok akıllı, çok zekidir fakat bazen tuhaflığı tutar, çocukken de öyleydi. Esintileri vardır. Üstüne gitme öyle zamanlarda. İyi çocuktur çünkü, adamlığına kefilim” demiş. Yıllar
sonra öğrendim.
Erkan C.: Ne güzel. Senin baban tiyatroyu bilen adam oğlum. Bu işe
yıllarını vermiş. O yüzden şanslısın.
Cem D.: Sahne teknisyeni benim babam. Biz onlara “tiyatro adamı”
diye bakarız.
Erkan C.: Tabii canım, kesinlikle.
Cem D.: Eski sahne şefini yolda gördüğümüz zaman nasıl herkes
önünü ilikliyor hâlâ.
Erkan C.: Benim babam da tiyatro yapmama hiç ses çıkartmadı. Peşimden geldi, takip etti...
Cem D.: Ne yapıyor bu manyak diye (gülüyor).
Erkan C.: Tabii, gizli gizli oyunları seyrediyor falan... Baştan hep istedi, bir mühendis olayım falan...
Cem D.: Hep öyle isterler.
Erkan C.: Hep öyle istedi, öğretmen olduğu halde. Sonra bir izledi, tamam dedi.
Cem D.: Bence bütün toplumun özlem duyduğu şey samimiyet. Baba-çocuk ilişkileri, anne-baba ilişkileri, komşuluk ilişkileri... Bunların hepsinin ortak bir şeyi var; samimiyet.
Erkan C.: Samimiyet her şeyi çözer bence. Yeter ki samimi olalım, samimiyetimizi hissettirelim.
“Bizi kaynaştıran ‘Alevli Günler’ oldu”
Cem D.: Biz seninle yaklaşık 30 yıldır tanışıyoruz herhalde değil mi? Aynı şeyin içindeyiz ama hiç böyle çok yakınlaşmadık.
Erkan C.: Bir türlü denk gelmedik, hayat bizi denk getirmedi...
Cem D.: Bizi kaynaştıran “Alevli Günler” oyunu oldu.
Erkan C.: 30 yıllık o açığı kapattık.
Cem D.: Kapattık resmen. “Alevli Günler”in şimdi dördüncü sezonu bitiyor. “Bezirgan”ı da daha oynayacağız.
Erkan C.: Tabii, daha Ankara’ya gitmedik oğlum. Bir İzmir daha olur.
Bir de Antalya’mız var.
Cem D.: “İhtiyar Balıkçı”yı çıkaracaksınız siz Yıldıray Şahinler’le...
Erkan C.: Yakında başlarız provalara.
Cem D.: Dizi yok mu?
Erkan C.: Kesinleşen bir şey yok. Belki belgesel yapabilirim, bakalım...