04.03.2012 - 02:30 | Son Güncellenme:
Miraç Zeynep Özkartal/zeynep.ozkartal@milliyet.com.tr
Fotoğraflar: Ercan Arslan
Türk edebiyatının vefakar arkeologu”. Yıldırım Türker böyle diyor Selim İleri için... Gerçekten de yıllardır büyük bir vefa, zaman zaman da cefayla edebiyatı kıyıda köşede kalmış, kadri kıymeti bilinmemişlerini seriyor önümüze Selim İleri. Edebiyata gösterdiği özeni okuruyla paylaşıyor.
Bu çabası, Aydın Doğan Ödülü’nün jürisi tarafından da görüldü ve bu yıl öykü dalında verilen ödül, Selim İleri’nin oldu. Ödülle yeni kitabının kırkı karıştı aslında. İstanbul hakkında yazdığı sekizinci kitap “Yaşadığım İstanbul”da geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Selim İleri ile yaşadığı ve özlediği İstanbul’dan yola çıkıp bugünün İstanbul’unu konuştuk.
* Kitaba “Benim ve ben yaştakilerin İstanbul macerası, sürekli değişen İstanbul’a tanıklık” diye başlıyorsunuz. İç açıcı bir tanıklık mı bu, iç acıtıcı bir tanıklık mı?
Samimi konuşmak gerekirse, çok ciddi şekilde iç acıtıcı bir tanıklık. Ama bunları hep tekrarladığınız vakit size yaşlı bir bunak muamelesi yaptıklarından, ben artık bunları çok fazla içtenlikle konuşmayıp “İyi tarafları da var” diye yalanlar ekliyorum. 1980’lerde yazdığım bir yazı var, “Moda Plajı Son” diye. Yalnızca bir plaj gibi geliyor insana. Halbuki onunla birlikte bir kültür de kayboluyor. O yazıyı şöyle bitirmişim: “İnsan yaşarken tarihe karışabilir mi? Evet, İstanbul’da karışabilir”. Çok iç acıtıcı.
* Yazılarınızdan birinde Menderes’in İstanbul’da yaptığı değişiklikleri “uğursuz istimlak hareketi” diye eleştiriyorsunuz.
Kendisine de büyük uğursuzluk getirdi. Menderes’in uğursuz akıbetinin maalesef bir kısmı bu istimlak hareketleriyle ilintilidir.
“Taksim Meydanı aslını ne zaman koruyabildi ki?”
* Menderes döneminde Peyami Safa bir teklif getiriyor: “Sur içi İstanbul’a dokunulmasın”. Bugünün bir edebiyatçısı olarak sizin İstanbul’la ilgili teklifiniz ne olur?
Aman var olana dokunmayalım, onu koruyalım. Peyami Safa o devirde siyasi tarafı da güçlü olan bir adam. Onun bile sözüne kimsenin itibar etmediğini düşünecek olursak; ben söylesem ne olacak, söylemesem ne olacak. Haydarpaşa’yı ilk yazanlardan biri benim. Yankısı ne oldu? Hiçbir şey...
* Yazdıklarınızın tepkinizi dile getirmekte yeterli geldiğini düşünüyor musunuz?
İtiraf etmek gerekir ki bazılarında tepkimi dile getirmeye yanaşmadım bile. O kadar sivri bir ortamda yaşanıyor ki, bunu siyasi bir kavga haline getirmiş gibi oluyorsunuz. O kavganın rantı, kitabınızın satışı ya da şöhretinizin devamı için bir fırsat gibi görünüyor. Bunlardan hep uzak durmaya çalışıyorum.
* Nurullah Ataç, 1954’te Kapalıçarşı yandıktan sonra “Eskiden kalmış olan yıkılmaz, ama kendiliğinden yıkılırsa artık onarılmaz” diyor. Hemfikir misiniz?
Kitapta Ataç’ı eleştiriyorum ama bugünkü koşullar Ataç’ın haklı olduğunu ortaya çıkarıyor. Ben Yahya Kemal gibi yıkıntıyı koruma taraftarıyım; yeni bir şey eklemeyelim.
* Taksim projesini beğeniyor musunuz?
O Taksim meselesini anlayabilmiş değilim. Topçu Kışlası’nın vaktiyle yıkılması tabii ki bir aymazlık, gaflet parçalarından biri. Fakat o kışlanın yeniden yapılmasının imkansızlığını düşünmemek de bana tuhaf geliyor.Onu yapan insanlarda başka ruh vardı, bu çağın insanında başka ruh var. Taksim Meydanı’nın başına bunlar ilk defa gelmiyor. “Taksim Meydanı aslını ne zaman koruyabildi ki?” diye sorulabilir.
‘Birçok sebepten dolayı gerici sıfatıyla yüz yüze geliyorum’
* Bu kaçıncı İstanbul kitabınız?
Sekizinci.
* İstanbul’u yazmanın sizdeki karşılığı ne? Tarihe not düşmek mi? Aşk mektubu mu?
Başlangıçta sadece talep karşılığıydı. Bana ilk “İstanbul yazısı yaz” diyen rahmetli Çetin Emeç’ti. Başlarda bir tür iş olarak gördüğüm bir şeydi. Sonra sonra, hiç olmazsa hatırladıklarımızın yazıya geçmesi endişesi başladı. Aşk mektubu sözü hoşuma gitti, bazı yazılar hakikaten öyle oluyor. Bir aşk olduğunu yazarken de, sonradan okurken de hissediyorum.
* Ama mevcut sevgiliye değil de, kaybolmuş sevgiliye mektuplar...
Bana o yakışır.
* Bugünün İstanbul’unun sizce yazılmaya değer yanı yok mu?
Arada çok hoş birtakım şeyler yapılıyor. Çok emek verilmiş restorasyonlar var, mesela Kılıç Ali Paşa Camii restorasyonunu yazmak isterim.
* Yine geçmişe dönük bir örnek verdiniz.
Evet. Yeniye karşı bir istek duymadım. Belki de tutucu olmaktan kaynaklanıyor.
* Kendinizi tutucu mu görüyorsunuz?
Hayır. Kendimi tutucu bulmuyorum. Ama hiçbir şey beğenemiyorum yeniler arasında. Bana anlamsız geliyorlar. Bazen başkaları bu kadar çok beğeniyorken ben niye beğenmiyorum diye düşünüyorum. Uzaktan baktığım vakit, niye aralarına katılamıyorum diye üzüldüğüm oluyor. Eskiden sinemaya gitmeyi çok severdim. Sinema salonuna gidiyorsunuz, sizin hatırladığınız o ilkel gösterim aletleriyle seyrettiğiniz filmlerin yerine birdenbire bir yağmur sesi başlıyor. Sinemada zelzele olduğunu zannedip iki defa kapıya fırladım. Artık gitmiyorum. Sinemada son seyrettiğim film “Issız Adam”.
* Kendimi tutucu bulmuyorum dediniz ama kitapta “mükemmel bir gerici” olduğunuzu yazmışsınız.
Yalnızca İstanbul’la ilgili konulardan dolayı değil, birçok sebepten dolayı bu sıfatla yüz yüze geliyorum. Eskiden bu beni çok üzüyordu. Artık hiç üzerinde durmuyorum. Bu anlamda gericiysem, neredeyse memnuniyet duyduğumu söyleyebilirim. Türkiye’de mahalle baskısı her anlamda, her yerde, herkes için var. Bu baskının altına girip birtakım şeyleri eksik söylemeyi veya devamlı denge kollamayı tercih ediyorsunuz. Ben artık bundan vazgeçtim.
* “Yaşadığım İstanbul”da değişen İstanbul’un yenilik hastalığına tutulduğunu söylüyorsunuz. Neden yenilik bir hastalık size göre?
O değişimler acaba yenilik mi, yoksa İstanbul gibi tarihi bir kentin dokusuna hiçbir şekilde sızamayacak olan, bir yerlerden edinme mimarı alımları mı? Yenilik hastalığı yalnız İstanbul’un dokusuyla ilgili değil, her şeyde var. Edebiyatta da, tiyatroda da, iş hayatında da... Eskiden villalar, bilmem ne konakları, rezidanslar deniyordu. Şimdi şu başlamış: İstanbul sarayları... Yeni kelime bu. İstanbul kendi saraylarını koruyamazken yeni ‘İstanbul sarayları’ inşa ediyor.
‘Ayrıksı demeleri gizli gizli hoşuma gidiyor’
* Bu yılki Aydın Doğan Ödülü’ne değer görüldünüz. Bu ödül size ne getirdi?
O kadar şaşırdım ki. Havuzdaydım. Telefon çalıyor, susuyor, yeniden çalıyor. Ablama bir şey oldu diye çıktım havuzdan. Baktım, üç defa Doğan Hızlan aramış. Aydın Doğan Ödülü’nün bu yıl edebiyat dalında verildiğini bile bilmiyordum.
* Ödül gerekçesinin hangi bölümü daha çok hoşunuza gitti?
“Edebiyat yaşamı boyunca Türk edebiyatına yaptığı katkılar” bölümü. Şunu samimiyetle söyleyeyim, şu anda edebiyatımızın gelmiş olduğu çizgide bu ödülün ömrü boyunca edebiyatın içinde kalmış birine çok büyük sevinç duydum. Kendi adıma değil, edebiyat gayretini hâlâ korumak isteyenlere verildiğine çok sevindim.
* Türk edebiyatında ayrıksı bir yere sahip olduğunuzu söylemiş jüri. Bu sıfatı kabul ediyor musunuz?
Başıma gelenlere bakarsanız etmememe imkan yok. Hiç müdahil olmadığı halde bir uçtan bir uca devamlı savurulmuş bir insanım ben. O açıdan kabul ediyorum, gizli gizli de hoşuma gidiyor. Bir yere ait olmamanın, Türkiye gibi siyasi anlayışı oturmamış ülkelerde daha doğru bir davranış olduğuna inanıyorum.
Selim İleri’nin İstanbul üzerine kitapları
* “İstanbul, İlk Romanımda Leylak”
* “İstanbul Seni Unutmadım”
* “Yıldızlar Altında İstanbul”
* “İstanbul Hatıralar Kolonyası”
* “İstanbul Lale ile Sümbül”
* “İstanbul’un Tramvayları Dan Dan!..”
* “İstanbul’un Sandık Odası”
* “Yaşadığım İstanbul”