09.06.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:
SOFRADA BAŞ BAŞA / Fotoğraflar: HÜSEYİN ÖZDEMİR
Her hafta bu sayfalardaki “Sofrada Baş Başa” sohbeti bu kez Gezi Parkı’ndaydı. 90’lı üç öğrenci ile kahvaltıda buluşan Prof. Dr. Nilüfer Narlı:
“7 Haziran sabahı eyleme katılan üniversiteli gençlerle buluştuk. Onların ne istediğini, onların dünyayı nasıl algıladığını onların nasıl sokağa çıktığını çok merak ediyordum. Harika bir sohbet gerçekleştirdik. Ben bu sohbette az konuştum, onları dinledim. Biz eski kuşak, yeni kuşaklardan öğreniyoruz. Yani onları daha fazla anlamam gerektiğini düşünüyorum. Siyasetçilere de buradan mesajım: Gerçekten talepleri dinleyin gençlerin ne istediğini bilin. Ve lütfen kimse onları ‘CIA’in çocukları’, ‘faizci lobisi’, ‘illegal örgüt’, ‘çapulcu’ diye yaftalamasın. Ben bugün her insanın bir hazine olduğunu tekrar keşfettim.”
Nilüfer Narlı: Öncelikle sizi tanımak istiyorum.
Yiğit Ergeçen: 22 yaşındayım. Teksas’ta Rice Üniversitesi’nde Mimarlık ve Sanat Tarihi okuyorum.
Nilüfer N.: Ne zamandır İstanbul’dasınız?
Yiğit E.: Mayıs başından beri İstanbul’dayım ama olaylara cuma günü akşamından itibaren katılmaya başladım. Biraz daha hızlanmaya başladığında...
Nilüfer N.: Niçin sokağa çıktınız? Sizi tetikleyen ne oldu?
Yiğit E.: Yani artık biraz sıkıldık diyelim.. Olanların hepsi biraz fazla gelmeye başladı. Özgürlüklerimizin gitmesi, kamusal alana verilen zarar... Sonuçta insanların gelip eğlendiği bir yerin alışveriş merkezi olması kabul edilebilir bir şey değildi. Onun dışında cidden birikmiş bir şeyin ortaya çıkması denebilir gerçekten.
Savaş Özdemir: 19 yaşındayım. Özyeğin Üniversitesi İşletme Bölümü’nde okuyorum. Olaylara ilk gün katıldım. İkinci gün polisin arkadaşlarımızın çadırlarını yakmasıyla birlikte ben de merak edip geldim. Medyada da hiçbir şey yoktu
o gün. Geldim ve gördüm. Polislerin gerçekten insanlara durduk yere gaz attığına şahit olunca arkadaşlarıma destek vermenin ahlaki bir sorumluluk olduğuna karar verdim. Bunun dışında şöyle bir şey var; uzun bir süredir iktidar partisi kendi dışındaki insanların özgürlüklerini ve yaşam alanlarını soyut manada kısıtlıyordu. Sokakta içki içemiyorduk son yasaklarla birlikte. Zaten uzunca bir süredir kültürel olarak içmemiz belli bölgeler dışında çok sıkıntılıydı. Onun dışında metroda öpüşen gruba satırlarla saldırılması, öpüşen çifte anonslarla uyarı yapılması... Gezi Parkı, İstanbullu olan herkesin geldiği, keyfini çıkardığı bir yeşil alan ve somut olarak bu şeyin de yok edilmesi tepkinin bir anda odaklanmasına sebep oldu. Biz de genciz, öfkeleniyoruz.
“İnsanların birbirine nasıl destek olduklarını gördüm”
Ayşe Çalışkan.: 22 yaşındayım. Boğaziçi Üniversitesi’nde Uluslararası Ticaret’te son sınıfta okuyorum. Buraya geldim çünkü insanlara destek vermek istedim. İlk gün hiçbir şeyden haberim olmadı. İkinci gün arkadaşlarımdan duydum. Facebook’tan falan görüyoruz bir şekilde ama çok farkındalık yaratmadı. Sonrasında bu saldırılar olduktan sonra arkadaşım dedi ki “Haydi bir gidelim bakalım ne varmış.” Sonra aramızda “Gitsek mi, gitmesek mi? Acaba ne kadar doğru?” diye konuştuk. Çünkü daha önce hiç eyleme katılmamıştık. Böyle düşünürken birden böyle polisler geldi, biber gazıyla... Öyle olunca biz de katılmak istedik. Cumartesi günü kalabalık bir ortam vardı. Biz Hisarüstü’nden geldik, Taksim’e geçtik. Taksim’de baktık her şey yolunda, polisler geri çekilmişti, insanlar halay çekiyor. Herkes alkışlıyor falan. Sonra biz de Beşiktaş’a geçtik, oradan da Hisarüstü’ne geçeceğiz, öyle planladık. Birden polis geldi, gaz bombaları, insanlara dayak atıyorlar, bir yandan tutuklamalar... Ara sokaklara kaçıyoruz, orada da polis insanların üzerine gaz atıyor. Gerçekten çok korkutucuydu. Hayatımda ilk defa böyle bir şeye katıldım. Ama orada insanların birbirine nasıl destek
olduklarını gördüm.
“Artık o kadar çok ideoloji var ki ideoloji yok”
Nilüfer N.: İnsanların birbirine böyle destek olması sizde nasıl duygular yarattı?
Ayşe Ç.: Birlik ve beraberliğin hâlâ olduğunu düşündüm açıkçası. Çünkü orada öndeki insanlar bir yandan gazı yiyor, onlar çekiliyor arkadakiler geliyor. Tamam polise de, iki-üç kişi taş attı. Ama onların içinde de vardı öyle saldırgan tipler. Bize diyorlar ki “İçinizden onları çıkarın” O zaman siz de çıkarın, biz bunu nasıl yapabiliriz? Bu bir tercih meselesidir aslında. Yani insanın direkt üzerine atması, tutukladıktan sonraki dayaklar tercih meselesidir. Tamam, bomba atabilirsiniz ama insanların üzerine değil. İnsanları tutuklayabilirsiniz ama bu şekilde değil. Bunu düşünerek bir yola girdiğimizi düşünüyorum. Bunun dışında o akşam Beşiktaş’ta gerçekten çok büyük olaylar oldu. İnsanlar ellerinde ilaçlarla yardımcı olmaya çalıştılar. Kendisi göremiyor ama başkasına ilaç sıkıyor mesela...
Yiğit E.: Örgüt öne çıkıyor Başbakan’ın sözlerinde. Bizi birçok sıfatla tanımlamaya çalıştı, bunların arasında örgütçülük de var.
Savaş Ö.: Başta “CHP’liler” dedi. İçerdeki grubun CHP’lilerle hiçbir ilgisi olmadığı anlaşıldı. “Çapulcu” dedi. Alakasız insanlar oturuyor..
Savaş Ö.: “Faiz lobisi” olduk.
Nilüfer N.: “Faiz lobisi”, “CIA’in çocukları”... Ayrıca inanılmaz bir dezenformasyon var. Yeni sosyal hareketler Türkiye’de çok zayıf. Latin Amerika’da çok güçlüdür. Şimdi eski hareketler, eski sosyal hareketler direkt iktidarı değiştirmeye, iktidara gelmeye, devrim yapmaya çalışıyordu. Fakat yeni sosyal hareketler belli meseleler üzerinden hareket ederler ve yeni sosyal hareketler insan hakları söylemini kesinlikle dillerinden düşünmüyorlar. Mesela Latin Amerika sosyal hareketlerine baktığımızda onurları çiğnenen yerlilerin onurlarını iade etme gibi hareketler var. Yeni sosyal hareketlerde insan hakları söylemi çok önemli ve insanlar küresel bir tepki veriyorlar.
Savaş Ö.: Böyle bir şey aslında örgütlenerek çok zor. Örgütlerin kendi siyasal duruşları, ideolojileri vardır. Uluslararası düzlemde çok fazla yankı bulamazlar. Çünkü ideolojiyi ön plana çıkarırlar. Mesela eski eylemlerde, CHP eylemlerinde CHP sloganları, TKP eylemlerinde TKP sloganları duymaya çok alışığız. Ama bugün CHP sloganı da atılıyor, TKP sloganı da. BDP halay da çekiyor. Gerçekten o kadar fazla ideoloji var ki artık ideoloji yok.
Nilüfer N.: Evet ideoloji yok ama burada da ilkeler var. İnsan haysiyeti, özgürlük alanlarının daraltılmaması, insanların sosyalleşebileceği, kültürel aktivitelerini yapabileceği kent alanlarının şehrin efendilerinin kararlarıyla düzenlenmemesi... Şimdi burada şehirdeki insanlar şunu düşündü: Biz kentin efendisiyiz, bundan sonra yapılacaklarda lütfen bizim fikrimizi sorun.
“Beyoğlu Belediyesi’nin neden sesi çıkmıyor?”
Ayşe Ç.: Metrobüsün rengine halkoyuyla karar veren insanlar, şimdi burayı yıkacaklarını söylüyorlar. Ama mesela ben şunu merak ediyorum; Beyoğlu Belediyesi’nin neden hiç sesi çıkmıyor? Bizim muhatabımız aslında Beyoğlu Belediyesi’dir. Onun da çıkıp bir şeyler söylemesi gerekir. “Olmaması gerekiyordu ama bize de baskı yapıldı, elimizde olmayan sebeplerle oldu, çok özür dileriz” gibi bir şey söylemesi gerekiyor bence.
Nilüfer N.: Evet bu çok güzel bir soru. Ben de bu soruyu soruyorum ama cevap bulamıyorum.
Savaş Ö.: Sessizliğiyle zaten bir şey söylemiş olmuyor mu? Şimdi bugün Beyoğlu Belediyesi de mesela “Hayır burada eylem yapmayacaksınız, biz burada AVM yapacağız, Topçu Kışlası yapacağız” deseydi, temelde renk belirtmiş olurlardı. Bugün herkes biliyor ki Türkiye’de parti içi demokrasi çok sıkıntılı bir noktada ve insanlar partileri içindeki üstten gelen emirlere çok fazla tepki gösteremiyor.
“Burası yapamadığımız üniversite şenlikleri gibi”
Ayşe Ç.: Buraya Şirinler köyü diyorlar ya, gerçekten öyle. Yapamadığımız üniversite şenliklerimiz gibi aslında...
Nilüfer N.: Çok yaratıcı
sloganlar var.
Savaş Ö.: İnovatif eylemler...
Nilüfer N.: İnovatif eylem. Kesinlikle katılıyorum.
Yiğit E.: Bir de bizim bu kadar karşı olmamızın sebebine gelirsek; yapılmak istenen şeylerinin “neden”i yeterince verilmediği için. Neden AKM’yi yıkıyoruz, neden buraya Topçu Kışlası yapılıyor? Bunları hiçbir zaman açıklaması gelmedi. Çünkü biz istiyoruz, çünkü Tayyip Erdoğan istiyor... Bir tarihi eser yeniden inşa edilebilir mi?
Nilüfer N.: Şimdi şöyle: İkinci Dünya Savaşı’nda biliyorsunuz, birçok Avrupa kentinde yıkılan bina tekrar inşa edildi. Savaş dönemlerinde olur, töarihi eser inşa edilebilir. Eğer o tarihi eser bir savaş sonunda yıkıldıysa... Ve insanlar o eserin siyasi hafızları için çok önemli olduğunu düşünüyor ve istiyorlarsa...
Yiğit E.: Yani bir anıt değeri olduğu zaman...
Nilüfer N.: Ama örneklere bakarsak onlar bazı binaların çoğu İkinci Dünya Savaşı’nda yıkıldığı için inşa edildi.
Savaş Ö.: O halka bir anlam ifade ediyormuş. Bugün bizim için Topçu Kışlası mı daha fazla anlam ifade ediyor, yoksa şehirde kalmış, Kuzey Marmara Ormanları’nı saymazsak, son parça yeşillik mi daha fazla anlam ifade ediyor? Buraya AVM yapılması, kapitalizmin son alanımızı da alması gibi geliyor.
Yiğit E.: Kültür merkezi olsa da değişen bir şey yok.
Savaş Ö.: Evet, her şekilde buradaki değerin yok edilmesi olacak yani.
Ayşe Çalışkan: “Bir şeyler yapmak istiyorum ülkem için. Şu anda böyle bir ortam var, katılmaktan başka bir şey gelmiyor elimden”
Yiğit Ergeçen: “Buraya Neden Topçu Kışlası yapılıyor? Neden AKM’yi yıkıyoruz? Bunların açıklaması gelmedi”
“Belki de artık putlara ihtiyacımız yoktur hocam?”
Yiğit E.: Topçu Kışlası neden yapılıyor? Buraya onu tekrar yaparak “Taksim artık bizimdir” imajı verilmek isteniyor bence. Burada bir alışveriş merkezi olmazsa devletin çok bir şey kaybedeceğini sanmıyorum.
Nilüfer N.: Hafızayla da ilgili. Siyasi hafıza ortak birleştirici referanslar üzerinden hareket etmenin önemi iyice ortaya çıktı. Eğer siyasi hafızada birtakım karışıklıklar varsa, bu bir binayla ilgili olabilir, bir sultan ismi ile ilgili olabilir... O isimlerden vazgeçmenin önemli olduğunu ben de öğrendim. Bu eylemleri izledikçe ben de öğreniyorum. İnsanları dinliyorum, sizleri dinliyorum, öğreniyorum.
Siyasi hafıza karşıtı sembollerden kaçınmamız gerektiğini düşünüyorum.
Savaş Ö.: Türk tarihi o konuda çok acı çekmiş bir tarih. Siyasi sembollerin insanları bölmesi açısından, mesela İttihatçılar
ve sonrasında Kemalistler, Türkiye’de iktidarı ellerinde tuttular. Zamanında muhafazakar kesimin canını yakmışlar. Bu da bir gerçek mesela şu an çok fazla kişinin saygı duydugu Atatürk bile muhafazakar zihinde “İstiklal Mahkemeleri’nde bizi kestirmiş adam”, tırnak içinde söylüyorum.
Nilüfer N.: Ben Atatürk’ün hâlâ ortak bir referans olduğunu düşünüyorum.
Savaş Ö.: Bugün Türkiye halkı tamamen bütünleştirecek siyasi bir güç var mı bilmiyorum. Atatürk dendiğinde İslamcıların aklına ne geldiğini biliyoruz. Sosyalistlerde de Mustafa Suphi’ler geliyor. Çok fazla kişi onların gemisini batıran kişinin Atatürk’ün gemisiyle gittiğini düşünüyor.
Yiğit E.: Topçu Kışlası’nı da Atatürk’ün yıktırdığını...
Savaş Ö.: En fazla saygı duyulan, en fazla üzerinde birleşilen kişiler bile bizim konumuzda bir kesime acı çektirmiş olduğu düşünülen kişiler. Ya da artık belki putlara ihtiyacımız yoktur hocam?
Yiğit E.: Burası onu göstermiyor mu?
Nilüfer N.: Evrensel değerde buluşmakta yarar var.
Savaş Ö.: Ama umursamazca “Yavuz Sultan Selim” deniliyor yeni köprünün adına. Doğa katliamını bir kenara bırakıyorum hani Türkiye’de yaşayan Alevilerin gerçekten canını yakabilecek bir isim aslında
her duyulduğunda. Ama iktidar bunu umursamıyor ve yeni köprüye bu ismi koyuyor.
“70’ler ve 2000’ler Türkiye’si iki farklı gezegen gibi”
Savaş Ö.: Ben dün hocalarımla konuşuyordum. Birisi bana “Siz çok cesur bir nesilsiniz. Biz o kadar değildik” dedi. Belki bizdeki cahil cesaretidir, sonuçta 80’i filan görmedik. Hocam dedi ki: “Biz de küçüktük, biz de görmedik. Sizde farklı
bir şey var. Bir umut var, bir şeylerin değişeceğine dair...” Önemli bir şey bence.
Nilüfer N.: 70’li yıllardaki eylemlerde insanlar bir örgüte üye olurlardı. Orada belli bir sosyalizasyondan geçer, belli bir teoriyle bilgilenir ve örgüt hiyerarşisi içerisinde hareket ederlerdi. Fakat burada insanlar hiçbir örgüt üyesi değil ve hayatlarında ilk defa birisi onlara “Sokağa çık” demeden sokağa çıktılar. En büyük fark burada. Kuşaklar olarak bakarsak
Z kuşağı dediğimiz kuşak çok hızlı öğreniyor. Onlar için hız çok önemli. Biz eleştiriyorduk “Kitap okumuyorlar” diye. Fakat o kitaptaki bilgiyi çok hızlı almak istiyor. Onlar için zaman çok daha farklı. Kendilerine güvenin de çok daha fazla olduğunu düşünüyorum. Çok daha kentliler... Tabii bazı olumsuzluklar var dil açısından; Türkiye’deki gençler istenen düzeyde konuşamıyorlar. Ama en önemlisi şu; inisiyatif alabiliyorlar. O yüzden
70’li yıllarda olduğu gibi bir örgütün onları yönlendirmesi, sosyalize etmesi gerekmiyor. Ve öyle bir dönemde yaşıyoruz ki onlar zaten sosyal medya üzerinden gündemi takip ediyorlar. 70’lerin Türkiye’si çok kapalıydı. Artık herkes dünyayı takip ediyor. Ve kendisiyle ilgili bilgileri hızla dışarı aktarabiliyor.
70’li yılların Türkiye’si ile 2000’li yılların Türkiye’si iki farklı gezegen.
Ayşe Ç.: Şimdi bakıyorum ne değişti diye... Gerçekten değişen birçok şey var. Üniversitelerde de aynı şekilde hocalarımız kendilerini daha çok geriye çektiler, siyasi tutumlarını göstermek istemiyorlar. Çok fazla değişim var aslında ortada. Böyle de bakılmalı. Mesela bireyler “Benim üç çocuk doğurup doğurmayacağıma
karışma, benim kürtajıma karışma, benim çocuğuma nasıl davranacağıma, altı yaşında okula gönderip göndermeyeceğime hiçbir şekilde karışma” diyor. Bu sokakta nasıl yürüyeceğime, arkadaşımla nasıl konuşacağıma kadar beni sınırlıyor. Hatırlıyor musunuz 17-18 yaşında, voleybolcu bir kız otobüse şortuyla binmiş ve orada tartaklanmıştı. Sonradan ne oldu bilinmiyor. Böyle şeyler çok fazla var, birikim üzerine birikim.
“Futbol gibi: Allah’ını seven defansa gelsin”
Nilüfer N.: Siz böyle şeylerle karşılaşıyor musunuz bir genç kız olarak?
Ayşe Ç.: Tabii ki. Yani derslerimde
bile karşılaşıyorum. Sonuçta kadrolaşma olduğu kesin.
Savaş Ö.: Bu mücadelenin bu nesilde daha fazla artmasında “Hayat futbola fena halde benzer” sloganı geçerli. Bir futbol takımı defansı ne zaman yapar? Karşı taraf saldırı yaptığında değil mi? Ne zaman “Allah’ını seven defansa gelsin” diye çağrı yapar insanlar? Karşı taraf organize bir atak yaptığında... Bugün bizim nesildeki özgürlük hareketinin bu kadar patlak vermesinin bir sebebi karşı taraftan sürekli saldırı. Yaşam biçimimiz kısıtlanıyor.
Gezi Parkı’nda bir tabak karpuzun fiyatı 5 TL. Çay 1 liraya satılıyor. Parka gelenler direnişi desteklemek için yiyecek getirdiği için bedava yiyecek de bulmak mümkün.
“Benim vatandaşlarım derken bana hitap ettiğini hissetmiyorum”
Yiğit E.: Meseleye mimarlık öğrencisi olarak da bakıyorum. Amerikalı bir yazar var, Jane Jacobs diye. Amerika’nın şehir tarihini yazmış. “Büyük Amerikan Şehirlerinin Yaşamı ve Ölümü” diye bir kitabı var. Demiş ki: “Şehirlerde yapılacak her şeyin halktan gelmesi ve halk için olması gerek.” Sonuçta burada halktan gelen bir şey yok. Burada halk buna karşı çıkıyor. Ve dolayısıyla buraya yapılacak bir şeyin yararlı olabileceğini düşünmüyorum.
Savaş Ö.: Halk tanımlarımız da birazcık çelişiyor iktidarla. Tayyip Erdoğan diyor ki; “Halk biziz, siz vesayetçisiniz, eski rejimin insanlarısınız. Siz halk değilsiniz, elitsiniz. Nişantaşı’da, Cihangir’de oturan elit kesim...” diyerek dışlıyor. Hani “zengin çocuk” dışlaması gibi...
Yiğit E.: Ötekileştirilmeye çalışılıyoruz yani...
Savaş Ö.: Bir realite değil bu.
Nilüfer N.: Şunu sorayım, bunu hissettiniz mi siz? Kendinizi ötekileştirilmiş hissettiniz mi?
Ayşe Ç.: Kesinlikle “Benim vatandaşlarım” derken bana hitap ettiğini düşünmüyorum.
Savaş Ö.: Şu var; Başbakan ve iyelik ekleri arasında çok ciddi bir ilişki var mesela. “Benim polisim” diyor, “eylemciler” diyor. Birini sahiplenirken ötekini, bizi, hak savunanları, toprağı savunanları ötekileştiriyor. Üsluptan da
bu tarz şeyleri çıkarmak o kadar zor değil.
“Gaz caydırıcı değil”
Ayşe Ç.: Aslında en büyük provokatör kendisi çünkü orada 2010’da PKK’nın yaktığı Türk bayrağını burada yakılmış gibi söyledi. Bu da çok yanlıştı. Dünkü konuşmasını izlediğimde, insanlar hep birbirlerini aradı. Yani ben gece vakti uyanıp da Tayyip Erdoğan’ın konuşmasını dinliyor ve üzülüyorsam, buna tepki göstermek istiyorsam bir şeylerin değişmesi gerekiyor. 22 yaşında bir gencim, bir şeyler yapmak istiyorum ülkem için. Şu anda böyle bir ortam var, buna katılmaktan başka bir şey gelmiyor elimden, ne yapacağımı bilmiyorum.
Nilüfer N.: “Türkiye ile ilgili uykularınız kaçmaya başladıktan sonra ne yapabilirim?” diyorsunuz...
Savaş Ö.: Aslında hepimiz Gezi Parkı’nı savunmak istiyorduk ama 50 kişi vardı burada. Onların çadırları yakıldı, olaylar büyüdü. Tamam. Ama ilk gün neden 50 kişi vardı? Bu soruyu da sormak lazım. Bu kadar kişi şu an tepki veriyorsa bir hafta önce de verebilirdi.
Nilüfer N.: Ama belki tepki vermeye, sokağa çıkmaya çekiniyordu. Çünkü Emek Sineması olayını biliyorsunuz. Küçük bir grup sanatçı Emek Sineması’nın önüne gelmişti ve biber gazıyla karşılaşmıştı. Biber gazı da insanları caydırmış olabilir. Dediğiniz gibi bir farkındalık oluşmamış olabilir.
Savaş Ö.: Ben ilk gün gaz yedim, savunmasızdım. İkinci gün gaz yiyeceğimi bilerek geldim, üçüncü gün de... Çünkü ahlaki bir duruş için o gazı yemem gerekiyordu. Gaz o kadar caydırıcı bir şey değil. Asıl insanların gelmesini engelleyen şey, değişim adına bir umutlarının olmaması. Çünkü özellikle biz 90 nesli sosyal eylemlerle hiçbir şeyin değiştirildiğini görmedik. O yüzden başta “Ee ne olacak ki?” dedik. Sonra birazcık umudumuz olmaya başladı.
Nilüfer N.: Bu çok önemli. Umut kelimesinin gerçekten altını çizmek istiyorum. İçinizde o umut olduğu zaman daha fazla sokağa çıkarsınız.