12.10.2014 - 02:30 | Son Güncellenme:
FIRAT KARADENİZ - firat.karadeniz@milliyet.com.tr
Usta yönetmen Derviş Zaim’in, insanın doğa üzerinde kurduğu tahakküme odaklanan filmi “Balık” bu cuma vizyona giriyor. Hem Altın Koza hem de Altın Portakal’da yarışan yönetmenle Sanem Çelik ve Bülent İnal’ın rol aldığı yeni filmi “Balık”ı, film vesilesiyle çevre mevzusunu, Türk sinemasını ve kendisinin de içinde olduğu yönetmenlerin Altın Portakal’da yaşanan kriz sonrasında aldıkları kararı konuştuk.
Yeni filminiz “Balık”, insanın doğa üzerinde kurduğu tahakküme odaklanıyor. Buradan yola çıkarak, size göre dünyanın ve haliyle insanların en büyük sorununun çevre olduğunu söylemek mümkün müdür?
Biz problemlerimiz arasında her zaman bölüşüm, paylaşım, ekonominin dengesi, konut, istihdamı sayıyoruz. Peki bunlar neye bağlı? Enerjiye bağlı. Enerji neye bağlı? Doğaya... Bizim doğayla bugün kuracağımız ilişki bütün geleceğimizi etkileyecek. Kaynaklar da sonsuz değil. Öyle bir fikre kapıldı bir ara insanlar. Ama daha sonra anladılar. Bunun üzerine insanda var olan “her şeyi, hemen isteme” durumunu da eklerseniz tablonun çok da parlak olmadığını görürsünüz. Bu nedenle insanın doğayla olan ilişkisinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu ilişki bir dengeye kavuşturulmazsa insanlığın duvara çarpış süreci daha da hızlanacak.
“Sanem’e film çekeceğiz gel dedim, bir haftada geldi”
Sizin gelecekle ilgili endişeleriniz var mı? Özellikle Türkiye açısından soruyorum...
Kaynakların hor kullanıldığı doğrudur. Bu her yerde var. Bizde de var. “Bindiği dalı kesme” durumunun olduğu çok açık. Bu filmi yapma nedenlerimden bir tanesinin de
bu olduğunu söylemem mümkün.
Çevreyi koruma adına Türkiye’de bir ayaklanma da yaşandı. Peki Gezi Direnişi sizi nasıl etkiledi?
Bu daha önceden kafamda oluşmuş bir projeydi. Bu nedenle filmin Gezi’yle ilintili olduğunu söylemem mümkün değil. Bundan önce yaptığım “Devir” filmi de Gezi Direnişi’nin başladığı gün vizyona girmişti.
“Filler ve Çimen”de de Sanem Çelik’le çalışmıştınız. Kendisi de yurt dışından bu film için geldi. Nasıl gelişti süreç?
Ben telefon ettim Sanem Çelik’e. “Film çekeceğiz, gel” dedim. Senaryoyu yolladım. Bir hafta sonra atladı, geldi. Setlerden de çok uzun süredir ayrıydı. Fakat beni daha evvelden tanıdığı için bir rahatlık hissetmiş olmalı. Gelir gelmez giysi provalarını yaptık ve çekime başladık. Bu nedenle kendisine bana gösterdiği teveccüh ve güven için
bir kere daha teşekkür etmek isterim.
Kalbi ve kafası açık bir kızdır Sanem.
Bir oyuncunun bu özelliklere sahip olması büyük bir avantajdır. Kendini sürekli yenileyebilme kapasitesi ve potansiyeli de
bir avantajdır. Çünkü bunun aksi örnekleriyle çok fazla karşılaşıyorum. Bu özelliklerinin devam ettiğini görmek de beni mutlu etti. Oyuncular arasında bir kimya da oluştu. Bu da önemliydi. Bülent (İnal) Bey’in de ilk başrolü. Bursa’nın Gölyazı köyündeki çekimlerde oyuncuların da birbirine uyduğunu gördüm. Tabii setin huzurlu olmasının da payı var bunda. İşin kalitesini belirleyen şeylerin başında da zaten setin huzurlu olması gelir. Bunu yaratamazsanız çabanız boşa gidebilir.
İki mevsime yayılan bir çekim yapmışsınız. Hem yaz hem de kış sahneleri var. Zorlu muydu bu süreç?
Evet, zorladı. Şöyle oldu: Biz İstanbul ve Bursa’da kar yağmasını bekliyorduk. Bekliyorduk beklemesine de kar yağmıyordu! Bu nedenle kar yerine tuz kullandık. Kamyonlar dolusu tuz döktük.
“Bakanlığın desteği sayesinde yeni isimler ortaya çıktı”
Sinemamızın 100’üncü yılı. 90’lı yıllardan beri etkili bir yönetmensiniz. O yıllardan bugüne Türk sineması nasıl bir değişim yaşadı sizce?
Yeni isimlerin ortaya çıkması, yeni denemelere girişiliyor olması olumludur. Kültür Bakanlığı’nın destek mekanizmasının daha da diri hale gelmesi sayesinde yeni yüzlerin ortaya çıktığını da söyleyelim. Kültür Bakanlığı dışında başka bir iç ya da dış kaynak yoktu. Bu gelişmenin sonucu olarak yeni ve farklı işler yapılıyor mu peki? Elbette hayır. Temel mesele Türk sinemasının akacağı dere yatağının net değil flu olmasıdır. Ya da şu tartışılabilir: Net bir dere yatağı olmalı mı olmamalı mı? Ben bir dere yatağının oluşmasının hayırlı olacağını düşünenlerdenim. Fakat böyle bir oluşum şimdilik yok. Birtakım damarların oluşma ihtimali görülüyor.
Yakın tarihli bir söyleşinizde Türk sineması için “Sinema nihilizm batağında” demiştiniz. Bu sözünüzü biraz açmanız mümkün mü?
Sinemanın bir değer araştırma platformu olması gerekir. Bu fonksiyonu üstlenmiyorsa sinemada bir boşluk, bir çürüme var demektir. Bunu Türkiye’de yapan kimse yok demiyorum. Yapanlar elbette var. Fakat bunların etkisi cılız. Türk sineması değer araştırma fonksiyonunu biraz ihmal etmiş gibi duruyor. Dolayısıyla bu durum bizim ruh yoksunluğumuzu ortaya çıkarıyor. Bu da hayırlı değildir.
“Festivalden çekilmek gündemde değildi”
İmzanızın olduğu açıklamada, “Festivali yani alanımızı terk etmiyoruz” diyorsunuz. Bu karar oybirliğiyle mi alındı yoksa filmlerin çekilmesi gündemde miydi?
Bu kararı oybirliğiyle aldık. Filmlerin yarışmadan çekilmesi gündemde değildi.
Sansüre karşı mücadelenin devam edeceği de yapılan açıklamada vurgulandı. Planınız nedir?
Böyle bir olayın bundan sonra bir daha yaşanmaması için gerekenler yapılacak. Fakat kesin bir şey söylemem mümkün değil. Bu da zamanla belli olacak.
"Kıbrıs’ta barıştan umutlu değilim”
Memleketiniz Kıbrıs’la ilgili “Çamur” ve “Gölgeler ve Suretler” adlı iki film çektiniz. Son gelişmeleri de göz önüne alarak adada barıştan yana umutlu musunuz?
Hayır. Bununla ilgili bir fıkram var, onu anlatayım: Hitler, Stalin, Makarios ve Rauf Denktaş, Hakk’ın rahmetine kavuşup öteki dünyaya gitmiş. Şeytan’la karşılaşınca merak ettiklerini sormuşlar. Hitler “Dünya ne zaman faşist olacak?” demiş. Şeytan “Bin senesi var” deyince Hitler “Ben göremedim” diyerek ağlamaya başlamış. Stalin ise “Dünya ne zaman komünist olacak?” diye sormuş. Şeytan “İki bin sene sonra” deyince Stalin de ağlamaya başlamış. Makarios ile Denktaş ise “Kıbrıs’a ne zaman barış gelecek?” diye sormuş. Şeytan ağlamaya başlamış, “Ben göremeyeceğim” diye. Bu işin latife tarafı tabii.
Fakat bence Kıbrıs’taki barış ihtimali halkların inisiyatifinde değil.