12.05.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:
Sofrada Baş Başa / Yayına hazırlayan: ULAŞ GÜRŞAT
On beş yıldır hem sahne dışında hem de sahnede enstrümanlarımızla da arkadaşlık yaptığım İlhan Erşahin’le İstanbul’da en sevdiğimiz yerlerden birinde, Karaköy manzarasında güzel bir öğle yemeği yedik. Tatlı ama kısa bir sohbet yapabildik çünkü İlhan’ın Amerika’ya gitmesi gerekiyordu. Aslında konuşacak daha çok şey vardı. Buradan sonra sanırım Londra’da ve Brezilya’da bu ay içindeki konserlerimizi ve sohbetlerimizi devam ettireceğiz.
Hüsnü Şenlendirici: Hıdırellez geliyor. Sen yoksun değil mi Hıdırellez’de burada? (Bu buluşma 2 Mayıs Perşembe günü gerçekleşti)
İlhan Erşahin: Yokum. Ben şimdi Amerika’ya gidiyorum
Hüsnü Ş.: Hıdırellezleri sever misin? Kutlar mıydınız ufakken?
İlhan E.: Yok. Ben yeni öğrendim ne olduğunu. Birkaç sene evvel gittim.
Hüsnü Ş.: Çok güzel. Biz, Park Orman’da çalacağız, Can Bonomo’yla falan.
İlhan E.: Hıdırellez buraya ait bir
şey mi, yoksa Bergama’da filan var mıydı eskiden?
Hüsnü Ş.: Yok, Hıdırellez normalde işte bahar bayramı denir ama Romanların daha çok baharın gelişini kutladığı bir eğlencedir.
İlhan E.: Sizin ailenizde öyle bir şey
var mı?
Hüsnü Ş.: Var tabii, hepsinde var. Bütün Romanlarda var. Sadece Romanlar değil birçok insan da kutluyor Hıdırellez’i.
İlhan E.: Ben Hıdırellez’i bilmiyordum.
Hüsnü Ş.: Hıdırellez güzeldir, çok eğlencelidir. Mesela bizim eski Hıdırellezlerde, Bergama’da bir gece önce ateş yakılır, ateşin üstünden atlanır. Bütün dertlerimi, tasalarımı bu ateş yaksın, uzaklaşayım falan... Ertesi gün de yaprak sarmalar, dolmalar yapılır. Yeşillik, çimenlik bir yere gider bütün mahalle...
İlhan E.: O zaman bir kere Bergama’ya gidelim beraber, orada yapalım.
Hüsnü Ş.: Keşke Bergama’da yapabilsek Hıdırellez’i ama işte bu Park Orman’da yapılacak olan onun İstanbul versiyonu olacak.
İlhan E.: Bir sene oraya gidelim beraber.
Hüsnü Ş.: Bergama’da muhteşem olur canım. Uçurtmalar yapılır, mangallar, etler, sazlar, enstrümanlar... Herkes zaten müzisyen, herkes gelirken klarnetini, davulunu, trompetini alır...
İlhan E.: Herkes müzisyen değil mi?
Hüsnü Ş.: Tabii tabii...
İlhan E.: Ne kadar değişik. Ne güzel.
Hüsnü Ş.: Eskiden daha güzeldi Hıdırellezler ama olsun yine de. Bir dahaki sefere götüreyim ben seni Bergama’ya. Hatta orada müzik yapalım.
İlhan E.: “Wonderland”e orada
klip yapalım.
Hüsnü Ş.: Off muhteşem olur,
yapalım valla.
“Brezilya’da kaybolalım, kaybolursak güzel olur”
Hüsnü Ş.: Biz bu arada kaç sene oldu tanışalı? 15 desek, 98’de mi tanıştık?
İlhan E.: Evet, 98 olmalı.
Hüsnü Ş.: Aynı şirkette çalıyorduk ama sonra ayrıldık.
İlhan E.: Haftaya da Londra’ya gidiyoruz.
Hüsnü Ş.: Londra’ya gidiyoruz. Ben Londra işini unutmuşum ama önemli bir şey o galiba. Neydi Londra’ya gittiğimiz iş?
İlhan E.: Basketbol...
Hüsnü Ş.: Avrupa Basketbol Şampiyonası değil mi?
İlhan E.: Öyle bir şey.
Hüsnü Ş.: Avrupa Basketbol Şampiyonası için hazırlanan bir belgesel varmış galiba. Onun gala gecesinde çalacağız Londra’da. Vay be.
İlhan E.: 15 sene evvel tanıştık ama bugünlerde hep dolaşıyoruz. Demek ki ilerliyoruz.
Hüsnü Ş.: İlerliyoruz tabii. Demek işe yarıyor birlikte olmamız.
İlhan E.: Haftaya Londra’dayız, ondan iki hafta sonra Brezilya’dayız.
Hüsnü Ş.: Aman Allahım. Yalnız senin yıllardır niye beni Brezilya’ya götürmediğini anladım. Hani dedin ya “Götüreceğim, götüreceğim” diye. Brezilya çok acayip bir yer.
İlhan E.: Acayip bir yer yani.
Hüsnü Ş.: Korktum ben oradan.
İlhan E.: Öyle mi?
Hüsnü Ş.: Dünyayı dolaşan bir adam olarak, Brezilya’nın enerjisi çok farklı, diğer ülkelere hiç benzemiyor.
İlhan E.: Niçin korktun? Acaba güzellikten mi?
Hüsnü Ş.: Çok güzel kızlar var, 24 saat eğlence var. Orada kaybolabilirim ben mesela.
İlhan E.: Kaybolalım. Kaybolursak güzel olur zaten.
İlhan E.: Brezilya hakikaten nefis
bir yer.
Hüsnü Ş.: Sen beni Brezilya’ya götüreceksin ya, ben de söz seni Bergama’ya bir Roman düğününe götüreceğim.
İlhan E.: Tamam.
Hüsnü Ş.: Kesin. Orada beraber çalacağız seninle.
İlhan E.: Ama bir gün de bizim orada turne yapmak lazım. Çok büyük bir ülke.
Hüsnü Ş.: Böyle üç-dört konser yani en az. Dolaşalım, gelelim işte. Gezilir, gezilir Brezilya’da.
İlhan E.: Düşün Brezilya bütün Avrupa’dan daha büyük yani.
Hüsnü Ş.: Çok büyük değil mi?
İlhan E.: Tabii. Kuzey bambaşka, güney bambaşka yani.
“Rio Karnavalı’na altı dansöz götürelim”
Hüsnü Ş.: Sen en çok neresini seviyorsun Brezilya’nın?
İlhan E.: Her yere gitmiyorum. Hepsi güzel, hepsi farklı. Sao Paulo çok farklı, Rio çok farklı. Güney’deki Florianopolis’e gittim orası çok değişik.
Hüsnü Ş.: Peki şimdi biz bu gittiğimizde nerede çalacağız?
İlhan E.: Aynı yerde. Sao Paulo’da.
Hüsnü Ş.: O zaman yine göremeyeceğiz Rio’yu. Aslında ben ne yapmak istiyorum biliyor musun?
Rio Karnavalı var ya, var mı bağlantın?
İlhan E.: Yani buluruz.
Hüsnü Ş.: Bak biz buradan böyle çok iyi 6 tane bellydancer, dansöz tamam mı? Güzel kıyafetler, muhteşem böyle tam Turkish ve Wonderland Orkestra çalıyoruz, kızlar da dans ediyor. O geçit töreninde düşünsene bizi, oryantallerle...
İlhan E.: Severler. Hani şimdi bir dizi var Brezilya’da. Rio, İstanbul ve Kapadokya’da geçiyor
Hüsnü Ş.: Allah Allah.
İlhan E.: Oradaki diziler bayağı izleniyor.
Hüsnü Ş.: Brezilya dizisi mi bu? Türk dizisi değil. Hiç haberim yok benim.
İlhan E.: Yok mu? “Salve Jorge” diye bir şey. Bayağı Kapadokya’yı çektiler, İstanbul’u çektiler. Küçük bir İstanbul seti kurmuşlar. Bayağı acayip bir şey.
Hüsnü Ş.: Allah Allah. Güzel, kaliteli bir şey mi bari?
İlhan E.: En iyi dizi şimdi orada.
Her gün belki 20-30 milyon kişi izliyor.
Hüsnü Ş.: Sen hep oradasın, bu yüzden yarı Brezilyalı sayılırsın zaten.
İlhan E.: Senin gibi. Hepimiz Brezilyalıyız.
“Paris’e konser için gittik. Bizi unuttular. Yemek yiyip döndük”
Hüsnü Ş.: Şeyi hatırlıyor musun Paris’e gittik. Kimler vardı orada? Sen, ben, başka?
İlhan E.: Çalmadığımız gece?
Hüsnü Ş.: Evet çalmadığımız gece, kimler vardı başka? Hatırlıyor musun bizi unuttular ve çalmadık sarayda. Paris’te güzel bir akşam yemeği yiyip döndük. Paris’te büyük bir sarayda bakanlar, bir şeyler var, konuşma yapıyorlar...
İlhan E.: Odalar çok sıcaktı,
biz çalacaktık ama sıcak olduğu için direkt herkes kalktı çıktı, biz de aletlerle öyle kaldık.
Hüsnü Ş.: Allah’tan çıkmadık sahneye. Tam sahneye doğru yürüdük insanlar döndüler, gittiler ama bizim orada olduğumuzu bilmiyordu çoğu. Seyirciler bilmiyordu mesela bizim orada olduğumuzu. Bilselerdi belki biraz durup dinlerlerdi.
İlhan E.: Ama dünyada her yer güzel ya. Öyle değil mi?
Hüsnü Ş.: Her yerin farklı bir şeyi var kendine göre.
İlhan E.: Sen Tokyo’ya gittin mi?
Hüsnü Ş.: Gittim.
İlhan E.: Çok güzel.
Hüsnü Ş.: Çok gezemedim ama enteresan, güzel bir yer. Şu 2000’lerin başında Amerika turnesini hatırlıyor musun? Hani sözleştik her akşam başka ülkenin mutfağını yiyeceğiz. Bir arkadaş vardı en enteresan yemekleri o yiyordu. Vietnam restoranı mıydı, tuhaf bir yemek getirdiler ona, böyle üzerinde karıncalar varmış gibi.
İlhan E.: Evet onu hatırlıyorum.
Hüsnü Ş.: Onu yedi ve kızarmaya başladı. Neyse şu film projesi var. Yapamadık bir türlü.
İlhan E.: Yapalım.
Hüsnü Ş.: Çok iyi değil mi sence? Anadolu’da yetişmiş bir klarnetçiyle, New York’ta yetişen bir saksafoncu biraderin hikayesi.
İlhan E.: Bence o çok iyi, doğru bir insana anlatalım onu.
Hüsnü Ş.: Amerika’ya geliyorum ben düşün, senin arkadaşlarla çalıyorum falan filan, ben ilk defa görüyorum ama o ortamı. Ben seni bir düğüne götürüyorum, orada senden harmandalı istiyorlar falan ya da oyun havası istiyorlar
“Senin oğlun da aynı senin gibi çalmaya başladı”
Hüsnü Ş.: En son Türkiye’de aldığın albüm hangisi?
İlhan E.: Duman.
Hüsnü Ş.: Vay güzel. Nasıl?
İlhan E.: Ben Duman’ı çok seviyorum. En sevdiğim Türk grup.
Hüsnü Ş.: Allah Allah.
İlhan E.: Valla...
Hüsnü Ş.: Rock müzik değil mi abi Duman? Rock’çı adamlar.
İlhan E.: Evet, ne güzel.
Hüsnü Ş.: Ama seviyorsun.
İlhan E.: Çok seviyorum. Hem arkadaşlarım hem de müzik olarak seviyorum. Yani şey var onlarda, hakikilik var böyle. Hani Anadolu rock ya da Türk pop ya da öyle bir şey değil.
Hüsnü Ş.: Kendi tarzları var.
İlhan E.: Evet kendi tarzları var ve hep beraber çalıyorlar ya başka proje yapmıyorlar sadece onlar yani. Çok hoş bir şey. Çok cesur. Bir sound’u var.
Hüsnü Ş.: Ben de bir ara çok çaldım rock’çılarla. Sahnede değil belki ama albüm kayıtlarında. Bir ara neredeyse hepsiyle mutlaka birer-ikişer şarkı çaldım. Mesela ilk Athena’nın yıllar önce yaptığı bir albümde “An” diye bir şarkıları vardı. Onda mesela birlikte bir şey yaptık. Şarkının sonuna doğru benim bir solom vardı. O şarkı hem benim çok sevdiğim hem de birçok insanın o birleşimden hoşnut kaldığı bir şarkıdır.
İlhan E.: Athena da çok iyi. Ben de çok seviyorum. Senin oğlun da senin gibi çalmaya başladı.
Hüsnü Ş.: Evet. Ben uzaktan dinlediğim zaman ben mi çalmıştım bunu diye tereddüt ediyorum. Çok benziyor.
İlhan E.: Ama ne güzel.
Hüsnü Ş.: Güzel bir şey tabii. Birçok genç klarnetçinin benim tarzımda çaldığını duyuyorum ama kendi oğlumun çalması kadar normal bir şey yok. Benim genlerimi taşıyor.
İlhan E.: Klarnette kendi stilini
yarattın. Ben duyuyorum sokakta falan klarnetiçiler var.
Hüsnü Ş.: Benziyor değil mi?
İlhan E.: Sadece geleneksel klarnet çalmıyor, senin müziğin de var.
“Justin Bieber sevimli çocuk değil mi?”
Hüsnü Ş.: Biraz daha kültürel yerlerde çalmak daha keyif veriyor yani. Öbür türlü yoksa direkt piyasaya bağlanıyor Taksim Trio’ya yazık oluyor çünkü bence Taksim Trio’nun değerini yurt dışında daha iyi biliyorlar. Bu arada bugün (2 Mayıs 2013) Justin Bieber konseri var. Ne düşünüyorsun?
İlhan E.: Ne bileyim ya.
Hüsnü Ş.: Sevimli çocuk değil mi?
İlhan E.: Komik biraz yani.
Hüsnü Ş.: Hayır çok acayip bir paketleme mi var sence? Çok iyi bir PR.
İlhan E.: Bence öyle olması lazım çünkü böyle birini üretiyorlar ya arada sırada böyle birisi çıkıyor ve o kadar patlıyor ki inanamıyorsun. Twitter’da
56 milyon takipçisi falan var.
Hüsnü Ş.: Ama bence neden böyle oluyor biliyor musun? Bazı ülkeler kendi bünyelerinden, kendi topraklarından çıkan sanatçıları inanılmaz şekilde destekliyorlar. Mesela evvelki gün International Jazz’da çaldık. Dünyanın en önemli sanatçıları, cazcıları vardı orada mesela. Ben bugün gazeteleri alıyorum, haberleri okuyorum mesela hepsi de olmayacak şeyler yazmışlar. Orada geceye gelip sadece konuşma yapan...
İlhan E.: Kim geldi, kim gitti...
Hüsnü Ş.: Kim gelmiş, kim gitmiş, kimle konuşmuş falan... Çalan insanlardan ne bahsediyorlar, ne festivalden adam gibi bahsetmişler yazık ben de hâlâ kızıyorum neden müzikle haber olmuyoruz diye.
İlhan E.: Her şey böyle fast food, junk food kültürü oldu, her şey consumer (tüketici). Al al al... O gecede aslında müzikten bahsetmiyorlar sadece kim geldi, kim gitti, ne giydi çünkü sistem öyle kuruldu. Ama tabii ki bizi takip eden ya da bizim gibi müzik yapan insanlarda tabii ki yüzdeleri çok var dünyaya baktığın zaman ama bütün kapitalist sistem öyle kuruldu. Justin Bieber gibi bir adam lazım yoksa sistem çöküyor yani.
Hüsnü Ş.: Bugün Benfica-Fenerbahçe maçı var. Sen Türkiye’den en çok hangi takımı seviyorsun?
İlhan E.: Öyle bir şey yok bende. Mesela Avrupa’da oynadığı zaman Fenerbahçe. Bugün Fenerbahçeliyim, yarın Galatasaraylıyım. Sonra Beşiktaşlıyım.
Hüsnü Ş.: Yeter ki bizi Avrupa’da temsil etsinler. Brezilya’da futbol maçlarına gidiyor musunuz?
İlhan E.: Valla bakıyorum ben orada ama öyle. Tabii maça gittim birkaç kere. Ben güneyine gittim sadece, Rio’da maça gitmedim. Avai, lokal takım ama çok güzel yani.
Hüsnü Ş.: Brezilya’da futbol fena bir şey canım. Acayip bir şey. Brezilya’da zamanımız olup bir maça gitsek aslında.
İlhan E.: Belki olur.
“16 yaşımda ska grubu saksafoncu arıyordu, 3 haftada öğrenip çaldım”
İlhan E.: Ben ilk saksafonla başladım ve komik bir şekilde başladım. Çalmayı istiyordum. Liseye başladım, sporcuydum o zamanlar, takıma başladım, squash oynuyordum. Yeni arkadaşlarım olmaya başladı, onlar müzisyendi, böyle cool tipler. Athena gibi bir grupları vardı. “Üç hafta sonra konserimiz var, saksafoncu lazım sen çalar mısın?” dediler bana. Direkt “Tamam çalıyorum” dedim. O gün gidip saksafon kiraladım başladım ve üç hafta sonra konsere çıktık. İsim de
“The Playboys”. Sonra okullarda, liselerde çalmaya başladık. O çocuklar hâlâ müzisyen İsveç’te. Onlar müzik yazıyorlar daha çok. Prodüksiyon yapıyorlar.
Hüsnü Ş.: İsim değişti mi? “Playmen” oldu mu?
İlhan E.: Bazen düşünüyoruz hepimiz hâlâ müzisyeniz, bir gün
o grubu bir daha yapmamız lazım. Video klipler çektik o zaman.
16 yaşında dans ediyoruz. Ska danslar falan yapıyoruz. Ben aynıyım, aynı saçlar, başlar.
“İlk klarneti elime dedem ‘Yeter kafamı şişirdin’ deyip vermişti”
İlhan E.: Eskiden ben hep uzun ses diyafram çalışması yapıyordum. Konservatuara gitmediğim için ben geç başladım.
16 yaşındayken başladım ama çok iyi bir hocam vardı. Çok ünlü bir saksafoncu, Joe Henderson diye. O bana en önemli şeyin ton olduğunu söyledi. “Sonrası, nota falan zaten gelir her gün uzun nota çal” demişti. Ben böyle 10 sene her gün iki saat uzun nota çalıştım. Böyle meditasyon gibi birşey. Uzun nota bir şekilde kolay geliştiriyor. Renk duymaya başlıyorsun. Çok ilginç bir şey.
Hüsnü Ş.: Ben gözümü Bergama’da, Atmaca mahallesinde açtım. Kendime geldiğimde, kendimi bilmeye başladığımda ilk duyduğum sesler enstrüman sesleriydi. Zaten babam trompetçiydi. Yan komşum klarnetçi, öbür yan komşum klarnetçi, karşımızdaki trompetçi, öbür taraftaki davulcu ve hani insan sesi duymaya başlıyorsun aynı anda enstrüman sesleriyle haşır neşir olmaya başlıyorsun. Evdeki eşyalar mesela masa, sandalye, trompet, yastık, klarnet...
İlhan E.: Sen öyle büyüdün yani, her yer müzik.
Hüsnü Ş.: Her yer enstrüman. Bir de aynı mahallede dedemin enstrüman kiraladığı bir dükkan vardı. Orada ayakkabı tamiri yapıyordu. Eski bir klarnetçiydi dedem. Annemin babası. Hem ayakkabı tamiri yapıyordu hem de duvarda klarnet, trompet, davul, trampet falan asılıydı, onları kiralıyordu. Ben, arkadaşlarım dışarıda oyun oynarken dedemin dükkanına gidiyordum. Orası bana lunapark gibi geliyordu. Hepsini kurcalıyordum. Biraz davul çalıyordum, biraz trompet üflüyordum, klarnet bilmem ne derken adam en son dayanamadı, galiba dört yaşlarında filandım, “Gel buraya otur bakayım, yeter artık kafamı şişirdin” dedi. Ufak bir klarneti vardı çıkarttı çantadan “Al bunu bakalım, hadi” dedi. Dört yaşında falanım düşün. “Harmandalı”yla başladım işte. Benim yaşıtlarımdan, aynı yaş ortalamasından, üç-dört tane klarnetçi vardı bizim mahallede. Kendi aramızda rekabet oluyordu. O çok iyi bir şeydi. Sonra düğünler başlıyor. Köy düğününde çalıyorsun mesela. Bergama’da ilk önce mahalledeki düğünlerden başlıyorsun. Sağdıçlar gelirken giderken eline tutuşturuyorlar klarneti “Çal bakayım lan” diyerek. İlk trampetle başladım köy düğünlerinde çalmaya. Balkanlarda vardır
ya trompet, klarnet, davul. Ben trampetle başladım.
İlhan E.: Çok farklı büyüdük. Benim ailede hiç müzisyen yok. Ama annemin tarafında onun dedesi filan, bayağı müzisyen, sanatçı vardı. Ama benim ailede şöyle ilginç bir şey vardı, herkes çok müzik dinliyordu ve çok seviyordu ve herkes değişik stil. Abim hep Led Zeppelin’ler, bir ablam daha çok Miles Davis, caz falan, diğer ablam da böyle David Bowie, T. Rex filan. Sonra babam Türkiye’den Orhan Gencebay, Ajda Pekkan, annem İsveç müziği dinliyordu. Evde hep farklı müzikler vardı.
Hüsnü Ş.: O da renklilik gösteriyor işte senin müziğinde. Ben de mesela Gönül Akkor, Orhan Gencebay o zaman kim varsa işte.
ERŞAHİN’İN TERCİHİ NUBLU’NUN ÜSTÜNDEKİ BANK CAFE