26.06.2022 - 07:00 | Son Güncellenme:
Müjde Işıl - Baz Luhrmann söz konusuysa ne Shakespeare’in “Romeo ve Juliet”i bilindik bir âşıklar trajedisi ne de “Moulin Rouge!” sadece kankan danslarının mekânı olabilir. Masal anlatmayı seven sinemacı; görsel ihtişam, modernize edilmiş stil ve kurgusuyla bambaşka bir büyüye ortak eder seyirciyi. Dolayısıyla Elvis Presley’in hayatını kim böyle stilize anlatabilir, sorusunun cevabı zaten onu işaret ediyordu doğrudan.
Elvis’in yaşam öyküsüne, hayranı olmayanlar bile aşinadır. Kamyon şoförlüğünden Rock’n Roll krallığına ulaşan 20 yıllık bir kariyer. Boşandığı eşi ile kırık aşk hikâyesi. Henüz 42 yaşında vefatı. Ve hâlâ dünyada albümleri en çok satan solist unvanını elinde bulundurması.
Yıldızlığın ışıltısı içinde bir yalnızlık senfonisi, Elvis’in hayatı. Peki, senarist yönetmen Baz Luhrmann nasıl yorumlamış bu erken sonlanmış, hazin yaşam yolculuğunu? Luhrmann kendi özgün stili ile klasik biyografik anlatıyı bir araya getirmeyi tercih etmiş. Senaryo, Elvis’in hayatının kırılma anları üzerine kurulmuş. Gospel müziği ile tanışması, ilk sahnesi, keşfedilmesi, askere gidişi, evliliği gibi. Arada neler yaşandı, önemsenmiyor. Elvis’in hayatına etki eden annesi ve eşi biraz ön plana çıkarken Elvis ile menajeri Albay Tom Parker arasındaki sömürü odaklı ilişki, hikâyenin merkezini oluşturuyor. Elvis’in pasif babası yerine kucaklayıcı baba figürüne layık gördüğü Parker, filmin babacan kötüsü hâline geliyor. Tom Hanks’in ağır makyaj altında oynadığı filmde Luhrmann, Parker’ı karikatürize şekilde yansıtmayı tercih etmiş. Böylesi karanlık ve zarar verici bir kişiliğin, dış görünüşü sempatik de olsa, bu kadar karikatürize şekilde anlatılması filmin en yabancılaştırıcı öğesi. Elvis’in yaşadıklarının ağırlığı ile Parker’ın hafifliği birbiriyle örtüşmüyor.
Masumiyetin kaybı
Filmde Elvis’in yükselişi ve düşüşüyle birlikte ABD’nin sosyo kültürel yapısı ve masumiyet çağına vedası da önemli bir yer tutuyor. Siyahların gospel ve blues’unu beyazların country müziğiyle birleştiren, sahnede “kıvırtma” tarzıyla cinsel obje hâline gelen Elvis ıslah edilmesi, tek tipleştirilmesi gereken bir isyankâr olarak damgalanıyor tutucular tarafından. Siyahlara ayrımcılığın sürdüğü dönemde o da bir tehdit hâlini alıyor. Robert Kennedy ve Martin Luther King’in öldürülmesiyle masumiyet çağı da kapanıp gidiyor. Elvis’in tepkisi ise “Konuşmak tehlikeliyse şarkı söyle” mottosuna uyup dansına ve müziğine devam etmek oluyor. Açıkçası bu kısım, Presley ve Parker arasındaki dengesiz ortaklıktan çok daha iyi anlatılmış. 20 yıla yayılan ikili arasındaki karmaşık ilişki ise filmin muhteşem görsel estetiğinin gölgesinde kalmış. Bir Baz Luhrmann filmi olarak “Elvis” stilize tarzı, kurgu tekniği, renkli görselliği, gerçekten Elvis’i izliyormuşçasına muhteşem çekilmiş konser bölümleri ile izleyeni hayran bırakıyor. Elvis’in renkler içindeki karanlığa düşmesi, Parker ile savaşacak güç bulamaması ve hayallerinin bittiğini kabullenip kendi fişini çekmesinin hüznü ise filmden kalan en güçlü duygu oluyor.
Austin Butler, Oscar’a koşar
“Elvis”, En İyi Film dalında Oscar’a aday olur mu, bilinmez ama Austin Butler’ın En İyi Erkek Oyuncu adaylığını geçtik, ödülü kucaklayacağı kesin gibi. Elvis’i canlandırmıyor, yaşıyor çünkü. Bakışlarından dansına kadar fiziki ve psikolojik olarak onu o kadar özümsemiş ki Elvis’in ruhunun kendi bedenine üflendiğine ikna ediyor seyirciyi. Elvis’i canlandırması için onun seçilmesi herkesi şaşırtmıştı doğrusu. Çünkü rakipleri arasında Ansel Elgort ve Aaron Taylor-Johnson gibi iddialı isimler vardı. “The Iceman Cometh” oyununda onunla çalışan Denzel Washington, Butler’ı Luhrmann’a öneren isim. Butler seçmeler için piyano çalarak, bu filmin soundtrack’inde de yer alan, Presley’in “Unchained Melody”sini söylediği bir videoyu Luhrmann’a ulaştırmış. Sonrasında karaktere odaklanmak için yönetmenle beş ay boyunca atölye çalışması yapmış. Filmdeki şarkıların çoğunu seslendiren Butler, Priscilla Presley’in de onayını almış.