04.05.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:
Seçkin Selvi / Milliyet Sanat - 11 Mayıs-6 Haziran tarihleri arasında gerçekleşecek 15.Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali ve 4.Uluslararası Tiyatro Olimpiyatları’nın programı, tiyatro ve dans sanatları ile kuramlarına ilgi duyan herkesi coşturacak kadar zengin etkinlikler içeriyor. Başta Dikmen Gürün Uçarer olmak üzere, çok çetin bir sürecin üstesinden gelerek bu başarılı sonuca ulaşan İKSV ekibini içtenlikle kutluyorum.
38 oyun ve dans gösterisi, 1 Lorca sergisi, 12 sempozyum ve konferans, dile kolay. Bir başka sevindirici nokta da, bu oyun ve dans gösterilerinden 22’sinin Türk tiyatro topluluklarının çalışmaları olması. Ayrıca 3 oyun da Türkiye - ABD (“Mutlu Günler” ve “Wall”) ve Türkiye-Fransa (“Oyun Sonu”) ortak yapımı. Bu oyunlar ilk kez festivalde perde açacak olsalar da, hemen hepsinin belirli bir nitelik çizgisinin üstünde olacağını şimdiden söyleyebiliriz diye umuyorum.
Peki, bu olumlu tabloya bakıp Türk tiyatrosunun dünya tiyatrosunda tartışmasız bir yeri olduğunu söyleyebilir miyiz? İşte burada işler karışıyor. Türkiye’den festivale katılan topluluklar arasında İstanbul Devlet Tiyatrosu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, İzmit Şehir Tiyatroları gibi ödenekli kurumların ve Dostlar Tiyatrosu, Oyun Atölyesi gibi başarılarını yıllardır kanıtlamış deneyimli tiyatroların yanı sıra, yerli-yabancı çeşitli festivallerde ödül almış, adını duyurmuş, o festivallerin katılımcıları ve izleyicileri tarafından deneysel çalışmalarıyla tanınan genç topluluklar öne çıkıyor: Studio Oyuncuları, 5. Sokak Tiyatrosu, Tiyatro Oyunevi, Bilsak Tiyatro Atölyesi, Semaver Kumpanya, Tiyatro Boyalı Kuş, Altıdan Sonra Tiyatro.
Ne var ki, bu grupların büyük çoğunluğu ya yabancı yazarların oyunlarını oynuyorlar ya da Antik çağ yazarlarından esinlenerek yapılan çalışmaları sunuyorlar. Bu durumda, Türk tiyatrosunun dünyadaki konumunu iki farklı göstergeye bağlamak gerekir: Yazarlar ve yorumcular/icracılar.
Kim önce gelir?
Hiç kuşkusuz, tiyatro öncelikle bir icra sanatıdır; izleyiciye sahneden sunulmak için yapılan bir çalışmadır. Tiyatro, opera, bale, müzik gibi icra sanatlarını, edebiyattan ve plastik sanatlardan ayıran en büyük özellik de aynı yapıtın farklı yorumcuların elinde, çok farklı biçemlere, anlamlara bürünebilmesidir. Sanatçıları geliştiren, tiyatronun çağına tanıklığını pekiştiren de bu sürekli yenilenen, yinelenen yorum çeşitlilikleridir.
Pek geliştirilmemiş bir ülke olarak bilim ve teknoloji alanlarında çok parlak buluşlara sahip değilsek de, farklı sanat dallarında başka ülkelerle boy ölçüşecek sanatçılarımız var. “Dâhi çocuklar” diye sıradan çocuklardan ayırıp yetiştirdiklerimizin dışında, sıradan olmayan yeteneklerini sıradan koşullarda geliştirmiş tiyatro yönetmenlerimiz ve oyuncularımız olduğu için övünebiliriz. Burada isim saymak istemiyorum. Kim olduklarını, kendileri de bizler de biliyoruz. İçlerinden kimi yönetmen ya da oyuncu olarak yabancı ülkelerde de çalıştılar, çalışıyorlar ve ayakta alkışlanıyorlar.
Ancak, bir ülkenin tiyatrosunu evrensel platforma taşıyan, dünya tiyatrosunun içinde yer edinmesini sağlayan yönetmenler ve oyuncular mıdır? Çok bilinen bir örnekle yetinmek istiyorum. Peter Brook, müthiş bir yönetmendir. Laurence Olivier müthiş bir aktördür. Ama İngiliz tiyatrosu, ne Brook’la ne de Olivier ile başlar ya da biter. Hamlet, Olivier’nin üstün yorumuyla mı Hamlet olmuştur; yoksa Olivier, Hamlet’teki üstün yorumuyla mı unutulmazlar arasına girmiştir?
Bu, yumurta-tavuk ikilemi kadar karmaşık bir durum değil. Bir ülke tiyatrosunun evrensel değerinden ve gücünden söz edebilmek için öncelikle o ölçütlerde oyun yazarlarının gerekli olduğu su götürmez bir gerçek. Dünyanın her yerinde yapıtları sahnelenen bir Shakespeare, bir Moliere, bir Çehov, bir Ibsen, bir Goldoni, bir Pinter, bir Ionesco, bir Miller olduğu için o ülkelerin dünya tiyatrosunda yerleri var. Yazarlarımızın oyunları, (şu ya da bu biçimde hısım ülkeleri hesaba katmadan) çeşitli ülkelerde oynandığı, defalarca talep bulduğu, o ülkelerin seyircileri tarafından beğenilip benimsendiği zaman, evet ancak o zaman Türk tiyatrosunun dünyadaki yerini konuşabiliriz.
Düşüncem ve niyetim, yazarlarımızın değerini bilmezlik değil. Geçmiş kuşaklarda da, genç oyun yazarları arasında da çıtayı yükseltenler olduğu yadsınamaz. Doğrusu istenirse, dünya tiyatrosunda da son yıllarda bir yazar bunalımı görülüyor. Onu, daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, sahne teknolojisinin günümüzde çok gelişmesine karşılık yazarların henüz o teknolojiye uygun oyunlar üretmeye başlamamış olmasına bağlıyorum. O yüzden ister istemez biçim ön plana çıkıyor, öz geriye düşüyor. Dünya tiyatrosunda on - on beş yıl içinde o tekniği kullanarak özü de yansıtabilecek oyunlar çıkacaktır diye umuyorum.
Türkçe mazereti
Yine de, geleneksel tiyatro kalıpları içinde bile yazarlarımızın oyunları evrensel boyuta ulaşamıyor. Bu noktada, her zaman sığınılan “Türkçenin dünyada çok yaygın dil olmadığı” mazeretine pek itibar etmiyorum. Üstelik, yukarda sözünü ettiğim yabancı festivallerde beğenilen topluluklarımız, oyunlarını yabancı dillerde oynamıyorlar. Ama izleyici, dili anlamasa da oyunculuk ve yorum kalitesini algılıyor. O oyunlar yabancı yazarların yapıtları olduğu için, izleyicinin zaten oyun hakkında bilgisi var denilebilir; buna da katılmıyorum. Başka ülkelerde yerli oyun yazarlarımızın, üstelik Türkçe oynanan oyunlarının da başarılarının örnekleri var.
Dionisos şenliklerinin topraklarımızda başlamış olmasını, geleneksel tiyatromuz diye nitelendirilen seyirlik köy oyunlarıyla ortaoyunu ve Karagöz gibi kentsel, ama belirli yazılı metinlere bağlı olmayan oyunları şimdilik bir yana bırakalım. Batı dünyasında sahneye ikinci oyuncunun çıkışıyla başlayan gerçek anlamdaki tiyatro, Thespis’le İ.Ö. 6. yüzyıla kadar gidiyor.
Aiskhylos, Sophocles, Euripides, Aristophanes, bugün hâlâ oynanagelen oyunlarını İ.Ö. 5. yüzyılda yazıyorlar. Corneille’in “Le Cid”i 1637, Shakespeare’in “Romeo ve Juliet”i 1596, “Hamlet”i 1600, Moliere’in “Tartuffe”ü 1664, “Cimri”si 1668, John Gay’in “Dilenciler Operası” 1728 tarihlerini taşıyor. İlk Türk oyunu olan Şinasi’nin “Şair Evlenmesi” ise 1860.
Kısacası, İsa ile Muhammed arasındaki 600 yıllık fark, son dönemlerde daha hızlı kapansa da süregidiyor. Batı’da kilisenin en güçlü olduğu ortaçağda bile, dinsel temalı olsa da tiyatro, “gizem oyunları”, “mucize oyunları”, “ibret oyunları” biçemlerinde varlığını sürdürdü. Oyun yazarlığının gelişim sürecinde kopukluk olmadı. Burada değerli dostum Ceyhun Atuf Kansu’nun “İstanbul’un Fethi” şiirinden dünümüzü ve bugünümüzü en iyi anlatan dizeleri anmadan geçemeyeceğim:
“Ve surlarda açılan gedikten
Onlar çıktı Orta Çağdan
Bizler girdik Orta Çağa...”
İlk oyun metninin yazılışından bugüne yalnızca 146 yıl geçmiş olması, oyun yazarlığımızın bugünkü durumu için yine de çok hayıflanılacak bir panorama sergilemiyor. Onlarla bizim aramızdaki süreç farkını göz ardı etmememiz gerekir. Ne var ki, bu da sığınılacak bir mazeret olmamalı. Sevgi gibi, ölüm gibi, savaş gibi, politika gibi çok evrensel temaları işlerken bile, yazarlarımız yerellikten ve yavanlıktan bir türlü kurtulamıyorlar. Bu sorunun üstesinden gelindiği zaman, Türk tiyatrosunun dünyadaki yerini rahatça konuşabiliriz.