30.01.2022 - 07:00 | Son Güncellenme:
Seray Şahinler
İtalyan yazar Giulio Cavalli’nin “Dalga”sı son yılların en etkileyici romanlarından. Kendi halinde, huzurlu bir kasabanın kıyısına vuran bir cesetle başlıyor her şey. Ve zamanla “aynı” cesetten on binlercesi vuruyor o kıyıya. Alabildiğince kaos…Son 10 yılın en büyük ve kangren meselelerinden mültecilikten, bireyin zaman ve durum karşısındaki vahşiliğinin “su yüzüne çıkışı” Dalga’yı Giulio Cavalli ile konuştuk…
”Dalga” etkisinden kolayca kurtulamayacağım bir roman. Sizi bu çarpıcı dünyaya davet eden neydi?
Gazetecilik mesleğimden ötürü göç meselesiyle ve hemen her gün Akdeniz’de gerçekleşen facialarla ilgileniyorum. Bir keresinde Lampedusa’lı bir balıkçıyla konuşmuştum. Bana başından geçen bir olayı anlattı. Teknelerinin ağına cesetler takılmış; güvenlik güçleri tekneye el koyar korkusuyla onları denize geri atmışlar fakat ertesi gün aynı cesetler yine ağlarına takılmış ve balıkçılar onları yeniden denize atmış, bu böyle sürüp gitmiş. Ona onca gün denizde kalmış cesetlerin nasıl göründüğünü sorduğumda “haşlanmış” diye yanıt vermişti. Bir insan betimlenirken mutfakla ilgili bir sıfattan faydalanılması beni derinden etkilemişti. Sanıyorum romanı yazma fikri tam o anda doğdu.
“Kıyıya vuran cesetler” bugünün gerçeği. Sınırlar kalkıyor derken sınırların kapatıldığı bir dönemde yeni hayat umudundaki insanların kaçınılmaz sonu bir sahile vuran cansız bedenler... “Dalga” çok güçlü metaforik çağrışımlara sahip. Yaşadıklarımız bu dalganın neresinde?
Biz göçmenleri uzun zaman önce yedik. Evet, menülerimizde onların uzuvları yer almıyor, bu doğru fakat mültecilere yönelik yamyamlık, dışarıdan sevimli göründüğü için fark edilmesi çok daha zor bir vahşetle vuku buldu: “Öteki” addederek insan dışlaştırdığımız anda zaten onları kimliklerinden koparmış oluyoruz. Tek ayırt edici özelliği (ister dinî, etnik ya da başka bir topluluk olsun) bir gruba mensup olmak olarak görülen bir insan zaten yenmiş bir insandır. O artık yoktur. İktidarın anlatısına hizmet eden bir “şey”dir sadece. Avrupa’da insan haklarının ve onurunun yağmalanma süreci çocuk oyuncağı. Bir kere insanları “biz” ve “ötekiler” olarak ayrıştırdıktan sonra hiç suçluluk duymadan birilerine her türlü vahşeti uygulama potansiyeli barındıran insan muamalesi yapmak için onu “öteki” olarak etiketlememiz yeterli. Bu durum göçmenlerle yaşanıyor ama pek çok başka kategoride de aynı mekanizma işliyor, fakirleşme korkusunun fakirlerden nefret etmemize yol açması gibi. Yeni dünya egemenlikçiliği, temelde empatiden vazgeçme hakkını, dolayısıyla da benmerkezciliği öğütler. Bu mekanizma bir kez harekete geçirildi mi gerisi çorap söküğü gibi gelir, hoş görme cesaretini göstereceğimizi asla tahmin etmediğimiz en insanlık dışı hareket dahi kolaylıkla icra edilebilir hale gelir.
”Dalga”da çok katmanlı bir örgü söz konusu. Cesetlere odaklanırken cesetleri bulanların hayatına da pencere açıyorsunuz. Aynı zamanda güç, iktidar, inanç ve insanın hırsının canavarı olması… Yaşayanların ölüler üzerinden inşa ettiği bir hayat. İnsanın doğası dalgaların gücüne güç mü katıyor?
Ölülerden sanki “hiç yaşamamışlar” gibi söz edilmeye başlandığı anda bu güç artıyor. Propaganda, ölülerin yaşarken kim olduklarına, hayallerine, çektikleri acılara dair en ufak merak kırıntısını yok etmeyi başardığında onlar politik ve ekonomik bir oyunun parçalarına dönüşmüş oluyorlar. Tanıklık ettiğimiz trajedi sadece denizlerdeki yastan ibaret değil, asıl trajik hal duyarsızlaşmamız, üstelik bundan hiç utanç duymamamız. Çağımızın iki katil tipi var: Deniz kazasını önlemek için yardım elini uzatmayanlar ve kıyı şeridindeki cesetleri, daha büyük ve önemli bir çarpışmanın kaçınılmaz “sivil zaiyat”ı gibi gösterenler. Ne var ki bizi hayran bırakmak istedikleri misyon, rezil bir bireycilikten başka bir şey değil. O ölümlerin nasıl aktarıldığını bir düşünelim: “Normal” addedilen bir vatandaş öldüğünde gazete sayfaları onun aile fotoğraflarıyla döşenir, hayalleri ve hedefleri neydi, onlara yer verilir ve anne babası ve arkadaşlarıyla röportajlar yapılır; diğer taraftan çoktan nesneleşmiş biri öldüğünde ise bu kişi istatistikler için bir rakam olmaktan öteye geçemez. Olsa olsa ceset tüm dünyada yankı uyandıracak kadar dramatik bir imgeyle yansıtılırsa galeyana geliriz. Alan Kurdi olayında olduğu gibi.
Cesetlerin tek tip oluşu üzerinden bu sorunun evrenselliğini okumak mümkün mü?
Cesetlerin hepsi birbirinin aynı ama yaşayanlar da öyle. Farklı olduklarını sanıyorlar ama aslında basitçe aynı insanlık dışı vahşetin çeşitli hallerinden ibaretler. Diller farklı, ten renkleri farklı, ülkeler farklı olabilir ama insanlığın kaybedilmesi süreci küresel boyutta cereyan ediyor. Dünyanın şu an içinde bulunduğu dönemde, gezegenin neresinde olursa olsun aynı hassas noktaları uyaran küresel bir leş kokusu solunmakta. İnsan korkuya kapıldığında, hangi kıtada olursa olsun, kurda dönüşür çünkü hayatta kalmak için öncelikle ötekileri öldürmek zorunda olduğu fikrini meşrulaştırır.
Sizce bugün hepimizin kıyısına vuran ne? Bu dalgalar insanlığı nereye sürükleyecek?
Asıl kazazadeler biziz. Diğerleri boğularak ölüyor, bizlerse her gün ölüyoruz, nefes alsak dahi ölüyoruz, yemek ve uykuyla kendimizi kandırarak ölüyoruz. Bundan birkaç onyıl sonra itibarımızı alıp götürecek tek hakiki dalga utanç olacak. İnsanlığın sefaleti günümüzdeki yegâne istila. Avrupa, tarih tarafından yargılanacak, çocuklarımız bizlere tüm bunlar olurken neredeydiniz, neden sesinizi çıkarmadınız diye soracak. Tren vagonlarındaki Holocaust ile Balkan Rotası ve Akdeniz’in ortasındaki soykırım arasında bir fark yok. İmha çağında yaşıyoruz; önceki dönemlere göre tek fark, bu imhanın internette ya da gazetelerde rahatça anlatıldığına tanıklık etmemiz. Ama asıl şöyle bir temel fark var: günümüz imha hareketini finanse eden, örgütleyen ve meşrulaştıran örgüt, bir zamanlar özgürlük ve adalet talebiyle kurulmuş olan Avrupa Birliği’dir. Özgürlüğü yasadışılaştırmak, vahşetin ve gaddarlığın politik başarısıdır. Görmüyormuş gibi davranabiliriz ama tarih bize bunların hesabını soracak.