Kültür SanatOkan Bayülgen: Yeni şöhretli bir insanımız yok

Okan Bayülgen: Yeni şöhretli bir insanımız yok

26.03.2021 - 09:51 | Son Güncellenme:

Okan Bayülgen, geçtiğimiz günlerde "Göz Açıp Kapayıncaya Kadar" adını taşıyan belgeseliyle izleyiciyi kahvenin tarihine doğru merak ve lezzet dolu bir yolculuğa çıkardı. Türk kahvesinin izini süren projesiyle bir ilke imza atan Selin Atasoy ve Okan Bayülgen docu-drama türündeki yapıtlarında bu lezzetli içeceğin hikâyesini farklı perspektiflerle ele alıyor. Arçelik'in de katkılarıyla hazırlanan belgeselde Vedat Ozan, Osman Serim, Emrah Safa Gürkan, Sahrap Soysal, Tuncer Tunceli ve Ahmet Ümit gibi kendi alanlarında tanınan isimler de yer alıyor. Kendisi de bir kahve tutkunu olan Okan Bayülgen ile sosyal medyada büyük ilgi gören belgeseli ve kahveyle ilişkisi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Okan Bayülgen: Yeni şöhretli bir insanımız yok

İhsan Dindar - milliyet.com.tr / ihsan.dindar@milliyet.com.tr

Haberin Devamı

 

Kahve belgeseline sözü elbette getireceğim ama öncelikle siz ne denli bir kahveseversiniz onu sorarak başlamak istiyorum? Günlük yaşantınızın ne kadarında var?

Balzac kadar olmasa da -ki kendisi günde 60 bardak içermiş- ben de kahve içmeyi seven biriyim. Gerçi burada Balzac'ın kahve içtiği bardağın boyutu da önemli. Küçük bardakta mı içiyor? Yoksa benim içtiğim büyük kaplarda mı? Ben gece çok geç saatlerde bile kahve içip uyuyabiliyorum? Doktora sorduğumda bu duruma karşı bir bağışıklık geliştirdiğimi söyledi. Bu normal bir şeymiş. Bu halde olan çok insan da tanıyorum. Gece çalışırken, herhangi bir şeye hazırlanırken çok kahve içen insan var. Kahvenin tadını, uyarıcılığını, kokusunu, kokusunun bizi uyarmasını, sabah kalktığımızda ilk arzu ettiğimiz içecek olmasını ve hatta güne onsuz başlayamamayı seviyoruz. Kötü bir alışkanlıkmış gibi görünmüyor bana. Örnekse sigara ya da alkol gibi değil. Pek çok yararı tıp tarafından yeni araştırmalarla da kanıtlanıyor. Ama tabii ki doz meselesi var. Ölecek kadar içerseniz ölürsünüz.

Haberin Devamı

 

Burada tabii bir diğer mesele de içmeyi tercih ettiğiniz kahvenin çeşidi. Yani şekerli, sütlü, kremalı veya sade kahve çeşitleri de bir etken bu noktada...

Ben sütle de seviyorum, bu röportaj esnasında latte içiyorum ama çoğu zaman sade bir Türk kahvesi ya da tek bir espressoyu makinalarda hazırlayıp içiyorum. Bazen arka arkaya da içiyorum. İyi bir kahvenin tadına doyamıyorum. Belgeselde de anlattığımız gibi içinde süt ve şeker olmayınca acı ve yoğun kıvamı olan bir içecek tüketiyoruz.

Okan Bayülgen: Yeni şöhretli bir insanımız yok

“Memleketimizde yükselen bilgi ile eğlenme isteği de cesaret verdi”

O halde yavaş yavaş belgesele gelelim. Elbette anlattığınız üzere bir kahve tutkunu olduğunzu çok açık. Ancak insanın hayatta pek çok tutkusu olabilir. Siz bu tutkularınızdan birini ekrana taşımayı tercih ettiniz. Bir kahve belgeseli yapmak konusunda o karar alma süreci nasıl gelişti? Bu eskiden beri kafanızda olan bir proje miydi yoksa kahve yudumladığınız bir sırada mı gelişti?

Kişinin hayatında yaptığı şeyleri bir belgeselle tanıtma şevki bende yok. Yani erotik filmlerde oynamayı düşünmüyorum. Başarıyı erotik filmlerde aramayı da düşünmüyorum. Yaptığımız şeyler illâ ki sevdiğimiz şeyler değil. Ama böyle bir proje ortaya çıkarken ve Arçelik'in de desteğini aldıktan sonra farklı bir yaklaşım nasıl olabilir diye düşündük. Tabii ki burada benim kahveyi sevmem mutlaka bir rol oynadı. Ama bu bir çay belgeseli de yapamayacağım anlamına da gelmiyor ya da enginar belgeseli de yapılabilir. Her şeyin belgeseli yapılabilir. Bu çağın ruhu enformatif işlerin öne çıktığı bir zaman. Bir yandan da yeni bir şeyler öğrenerek, hayatımıza yeni bilgiler katarak daha da mutlu olduğumuz bir zamanda yaşıyoruz. Bütün platformlarda belgesel nitelikli yeni şeyler öğreten işlerin daha çok gösterildiğini görüyoruz. Yeni nesiller özellikle de Y nesli bilgiye daha aç bir şekilde geldi. Yani bizim memleketimizde yükselen bilgi ile eğlenme isteği de cesaret verdi. Bu konuda Arçelik ile bir araya geldik. Tüm dünyanın tanıdığı Türk kahvesi yapan makinalar üretiyorlar. Bizim kahvemizin tadını ar-ge çalışmalarıyla standardize edebiliyorlar. Bu çok önemli bir konu. Niye kahvenin standart bir tadının olmasını istiyoruz? Tabii ki elden ele hünerle hazırlanıp sunulan Türk kahvesini çok seviyoruz. Ama öte yandan da Türk kahvesinin sadece Türkiye topraklarında değil, dünyaya açıldığı zaman da “bakınız bu Türk kahvesinin tadıdır” diyebileceğimiz standart bir tat olması lâzım. Yoksa bu tarihi gelenek bir anda kendisini kaybedebilir. Bilinmeze doğru gidebilir. Hatta belgeselde de Osman Serim’in de anlattığı gibi vaktiyle bir korku yaşanıyor. Acaba yeni nesiller Türk kahvesi içmezse ve teknolojik yatırımlarla Türk kahvesinin tadına sahip çıkılmazsa bu kahvenin tadı unutulur mu? Bu alışkanlık, bu gelenek yok olur mu? Soruları bir ara korku yaratmış.

Haberin Devamı

 

Siz dünyanın pek çok farklı coğrafyasını görmüş, gezmiş birisiniz. Örneğin uzak bir diyarda Türk kahvesine den geldiniz mi ya da oralarda bir bilinilirlik var mıydı?

Haberin Devamı

Yok, maalesef. Ama Amerikan filmlerinde geçer; belgeselde de anlatıldığı gibi Boşnak kahvesi olarak anılır, Yunan kahvesi olarak anılır, Türk kahvesi olarak anılır. Yine bizim belgeseldeki aydınlık ve demokratik tavrımızla kimi tarihi yaklaşımları da değerlendirdik.

Haberin Devamı

 

Bu noktada devreye tarihçi Emrah Safa Gürkan giriyor…

Evet Emrah Safa Gürkan çok güzel yaklaştı konuya. Bugüne kadar yapılmış araştırmaların, hikâyeleştirilmiş tarihi gerçeklerin ışığında bütün tezleri kucaklayan bir şekilde anlattı. Bu açıdan belgesel bir yönüyle reddedilemez haldedir. Yani birisi de çıkıp “Yahu siz Türk kahvesinin tarihini yanlış anlatıyorsunuz. Halbuki şöyle olmalı” diyemiyor. Çünkü belgesel, birçok tarihi tezi de kucaklıyor. Bir yandan kahvenin millileştirilmesi konusunda da özellikle Osman Serim’in çok güzel bir yaklaşımı var. Yunanlar dört yüzyıldır bu kahveyi içiyor. O kadar uzun süre içersen bu kahve senin kahven olur ya da Boşnaklar 400 yıl içerse Boşnak da olur. Ama unutulmaması gereken bir gerçek kahvenin Osmanlı İmparatorluğu’ndan yayıldığıdır. Türk kahvesi bu biçimi ve tadıyla İtalyanların kahve çekirdeği üretmeyen ama bütün dünyaya kahvenin nasıl içileceğini, nasıl hazırlanacağını öğreten bir ülke olarak onların kahvesine göre çok daha doyurucu, kokusu çok daha etkileyici.

 

Koku demişken Türkiye’de bu konudaki en önemli isimlerden biri olan Vedat Ozan’ın da belgeselde yer aldığını görüyoruz. Dört cilt kitap yazmış bir isim…

Evet, kokular, parfümler ve lezzetler üzerine dört cilt kitabı var. Bu kitapları herkese tavsiye ederim. Temel eser olarak her evde bulunmalı. Vedat Ozan ile konuşmak da çok eğlenceli. Emrah Safa Gürkan, Sahrap Soysal, Osman Serim, Vedat Ozan ve Ahmet Ümit’in katkıları belgeselde çok önemli. Belgeselde aynı zamanda farklı ve ilginç barıştalar var. Bir müzisyen olarak Tuncer Tunceli, sinestezinin ışığında tat, koku ve müzik ilişkisi kuruyor. VEYasin yine bir müzisyen, besteci, dj ve müzik araştırmacısı olarak çok güzel bir katkı sundu. Didem Şenol farklı ve modern bir aşçı olarak çok güzel bir katkıda bulunuyor. Tabii ekşisözlük yazarı Utku Turhan… Kendisi benim ekşisözlük’te mutlaka okuduğum biri. Onun uzun yazısı belgeselde mutlaka yer almalı diye düşündüm. Onunla canlandırdığımız bölümler belgeselin en eğlenceli yerleri oldu. Sedat Sarp’tan da bahsetmemiz gerekiyor. Kendisi çok önemli bir hekim. Onun kahveye yaklaşımı ve edebiyat bilgisi ortaya çok güzel bir anlatı çıkardı.

 

Bu kadroyu bir araya getirmek, özellikle de pandemi koşullarını düşünecek olursak zor olsa gerek?

Altı günlük bir takvim sürecinde bu isimleri bir araya getirmek zor oldu evet. Çünkü pandemi koşulları hakimdi. Daha da sıkıydı. Sabah akşam testler yaparak yapım ekibi ve yönetmenimizle bunu başardık. Bu noktada Selin Atasoy’un yazarlığından da söz etmek istiyorum. Bu belgeselin hazırlanmasından çekimine ve daha sonra kurgusu, seslendirmesi ve sunulmasına kadar hem yazarlığıyla hem de organizasyon yeteneğiyle işin ortaya çıkmasını sağladı. Bu farklı bakış açısının ortaya çıkabilmesine Arçelik yetkililerinin inanması ve güvenmesi neden oldu.

Okan Bayülgen: Yeni şöhretli bir insanımız yok

“Yeni şöhretli bir insanımız yok”

Belgesel bir docu-drama. Günümüzde belgeseller genelde bir anlatıcı üzerinden ilerlemekte. Siz bunu filmleştirdiniz. Üstelik belki de yer yer anlaşılması daha zor olan katmanlı bir yapı var belgeselde. Bu noktada kahve için insanın konsantrasyonu yüksektir diye mi düşündünüz?

Şimdi pek çok platformda belge yapıtlar mevcut. Bunlara farklı yaklaşımları açısından değinmek istiyorum. Farklı yaklaşımları var evet ama daha çok iyi montajcıların, iyi editörlerin, iyi yönetmenlerin elinde ilginç çekimler yapılmış. Bu platformlara baktığımızda hiç anlatılmayacak ve anlatılmasına da gerek olmayan, zaten bildiğimiz konuları basit stüdyo çekimleriyle yepyeni bir konuymuş gibi bize sunuyorlar. Ama bizim çekimimiz onların çekim kalitesi ya da finansal güçleri karşılaştırılabilir mi bilemem. Ben karşılaştırmam en azından. Çünkü bizim sinemamız başka, belgeselciliğimiz başka. Bu işe başlarken düşüncemiz şuydu. Ben şöhretli insanların eski insanlar olduklarını düşünüyorum her şeyden önce. Yeni şöhretli bir insanımız yok. Yeni şöhretli insan diye baktığımız bir dizide rol bulmuş, dizisi ses getirmiş ama halk onu bir senedir tanıyor. Bir fenomen, influencer ya da youtuberın işleri artarda izleniyor ya da internette yayılan korkan kirpi, anıran eşek videoları da öyle. Bir süre sonra kayboluyor. Yanlış anlaşılmasın bir fenomen ile korkan kirpiyi eşleştirmeye çalışmıyorum. Ama hükmü o kadar.

 

Peki bu şöhretlerin ne farkı var?

Eski şöhretlerin yani 90’ların ve 2000’lerin şöhretleri o günlerin medya şartlarıyla, daha az kanala rağmen izlenme için ayrılan daha çok zaman nedeniyle daha çok akılda kalıcı oldular. Bugün herhangi bir arkadaşımla konuşurken konu hemen -pandemi nedeniyle sabahtan akşama kadar evde ne kadar program varsa yiyip tükettiği için insanlar- ne izlediğimiz sorusuna geliyor. Ortak seyrettiğimiz hiçbir şey bulamıyoruz. Bir gün boyunca konuşsak meğerse aynı diziyi, aynı filmi izlememişiz. Ama çok izleme yapmışız. Sonra arkadaşım bana bir şey anlatıyor. Çok güzel bir şey izledim diyor. Nerede izledin? Diyorum. Hatırlamıyor. Ne izledin? Çok güzel bir film. Adı ne? Hay Allah unuttum. Kim oynuyordu? Şey oynuyordu… Yani buradan anlıyoruz ki seyretmiş, beğenmiş belki de ilham almış ama ne filmde oynayanları hatırlıyor ne filmin ismini hatırlıyor ne tamamını seyredebilmiş. Yarısında uyumuş ya da telefona gelen bir mesaja bakmış. Yani konsantre bir algı kesinlikle yok. Dikkat verilerek izlenmiyor. Aynı evde yaşayanlar aynı şeyi beraber seyredemiyorlar. Çünkü biri kanepede sızıverse diğeri iki bölüm ilerlemiş oluyor. Bu, bizleri birbirimizden koparıyor, kesinlikle birleştirmiyor.

 

Peki ne kalıyor bizi birleştirecek?

O da herhalde 90’ların 2000’lerin yıldızları. Bu yıldızlarla ilgili magazin haberleri yaparsanız insanlar artık bu bilgi bombardımanı içinde bunu da algılayamıyorlar. Magazin haberlerinden artık aklımızda kalanlar doğurdu, öldü ya da kovid oldu. Bunun gibi majör şeyler dışında hiçbir şeyi hatırlamıyoruz. Peki bu noktada ne yapılabilir? Biz bir hikâye anlatacağız. Ben tanınan bir insanım. Zaten insanlar benimle ilgili birçok şeyi hatırlıyor. Kahve mi içiyorum? Çocuğum var mı? Nerede oturuyorum? Herkesin benimle ilgili bir bilgisi vardır. Peki ben bunu anlatsam? Ama bunu bir hikâye anlatıcısı gibi anlatmasam. Ben bir şey Morgan Freeman gibi de etkileyici biçimde anlatırım. Ama peki ya bu Morgan Freeman’ın hayatının bir parçası olsa? Böyle düşündük. Peki ya Morgan Freeman’ın evinde geçse olay? Peki ya anlattığı şeyle ilgili bir derdi olsa? Aynı bizim belgeseldeki gibi. “Çok kahve içtiğim için mi uyuyamıyorum yoksa uyuyamadığım için mi çok kahve içiyorum?” gibi temel bir noktadan yola çıksak. Ama bir yandan da bir aksiyon olmasa; kimse denize düşmese. Yine de heyecanlı olabilir mi? Evet, olabilir. İşte hikâyemiz bu. 75 dakikalık bu belgesel filmi izleyenler “vay bunu da gözümüze soktun” gibi bir düşünceye kapılmıyorlar.

 

Şu ana kadar eleştiriler ne yönde?

Çok güzel eleştiriler alıyor.

 

Az önce bahsettiğiniz gibi olayın sizin evinizde geçmesi ilginç bir detay. Bir nevi mahreminiz…

Benim bir mahremim yok. Ancak ben soyunursam ortaya çıkar. Onun dışında evde mahrem bir şeyim yok. Evime çat kapı gelseniz ben mahrem bir şey gösteremem size. Evin tabii şöyle bir güzelliği var; benim mimariye ve dekorasyona olan merakım nedeniyle evimdeki hiçbir şey satın alınmış değildir. Sandalyeler, koltuklar, yatak, mutfak, banyo her şey yaptırılmış.

 

Son olarak Amadeus konusunu sormak istiyorum. Sizinle budan önceki buluşmamızda Mozart’ın hayatını konu alan Amadeus oyunu hakkında konuşmuştuk. Şimdi yeniden normalleşmeyle birlikte Nisan ayı programı açıklandı. Tekrardan başlayacak olması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben görev adamıyım. Başladığı anda itibaren hem Amadeus’a hem de şu an konuştuğumuz yer olan Dada Cabarett’deki yeni oyunlar için hazırız. Ama bizim zaten yasaklarla değil saatlerle işimiz var. Çünkü çocuk tiyatrosu yapmadığımıza göre oyunlar oynamamız için akşamın belli bir saatinde olması gerekiyor.

Yazarlar