25.01.2008 - 00:00 | Son Güncellenme:
ATAY: "'TUTUNAMAYANLAR' İLE ÇOK BASİT BİR İŞ YAPMAK İSTEDİM; İNSANI ANLATMAK... Belki hatırlamazsınız ama bugün siz öleli, tam 30 yıl oluyor. Bu, ölümünüzün 30. yılında sizinle ilgili çok ama çok çok güzel bir yazı yazmak istemiş ve fakat becerememiş bir kitap eki editörünün özür mektubu. Ama denedim emin olun... Hatta haddimi aşıp sürrealist bir öykü bile tasarladım; Edirnekapı Şehitliği'ndeki yerinizden kalkıyorsunuz - gelin mezar demeyelim o yere - 13 Aralık 2007 sabahı; anneniz Muazzez Hanım arkanızdan sesleniyor "Sıkı giyindin mi Oğuz?" diye... Öykü bu ya, sizi kapıda ben karşılıyorum. Beni bu işle kimin memur ettiği belirsiz. Saçma ki o kadar olur... Neyse, 30. ölüm yıldönümünüzde sizi anmak üzere düzenlenen "Türk Edebiyatının Oyun/ bozanı: Oğuz Atay" sempozyumu için MSGSÜ'nün Fındıklı Kampüsü Oditoryumu'na gidiyoruz. Akademisyenler, eleştirmenler, yazarlar ve yakınlarınız... Herkes orada. Siz bir mutlusunuz, bir mutlu. Görünmeziz, güzeliz. Keyifliyiz.1971 yılı sonbaharında ilk romanınız "Tutunamayanlar"ı basacak yayınevi bulma umudunuzu yitirmeye başladığınız günlerde sizi arayıp "Ben bu kitabı basmak istiyorum" diyen, o dönemki Sinan Yayınları'nın sahibi Hayati Asılyazıcı'yı görüyorsunuz ilkin... 1984'te ölümünüzden sonra, uzun bir süre adı bile anılmayan kitaplarınızın tümünü, yayın yönetmeni olduğu henüz iki yaşındaki İletişimYayınları'nda yayımlamak gibi tarihi bir karar alan Murat Belge'yi... Yakın arkadaşınız Cevat Çapan'ı... Islanmış bir çift çağla gözlerinizde. Halit Refiğ'i görünce de öyle... Sizinle ilk söyleşiyi yapan Doğan Hızlan orada... Daha kimler kimler... Sevgili Oğuz Atay, Kahve arasında dışarı çıkıyoruz. Gün boyu sürecek sempozyum, ertesi gün de devam edecek. Hiçbir ayrıntısını kaçırmak istemiyorsunuz ama bir yandan da vapurla karşıya geçmek çekiyor canınız... Düğmesine basıp zamanı durduruyoruz. Beşiktaş'tan binip Kadıköy'de iniyoruz. Öldüğünüz yaşta - 43 - görünüyorsunuz... Sahaf Cafe'de oturup bir çay içelim diyoruz. Mönüye bakınca gözlerinize inanamıyorsunuz; listede "Tutunamayanlar" adlı bir sandviç var; kaşar, zeytin ezmesi, göbek, domates, salam... Bu benim uydurmam değil, sahiden de var böyle bir sandviç. Hem de 15 yıldır.Dev bir sempozyumun konu başlığından, uzun ince, lezzetli bir sandviçe... Burada kestim öyküyü... '2007'de İstanbul sokaklarında bir Oğuz Atay' öyküsü yazabileceğini sanmak gibi bir yetenek vehmeder mi gazeteci kendine? Hem de Oğuz Atay okumuş biri olarak. Vakitlice vazgeçtim. Portreyi denedim sonra. Üstelik elimde olağanüstü bir kaynak vardı. Ölümünüzün 25. yılında edebiyat araştırmacısı Prof. Dr. Yıldız Ecevit'in yazdığı, 4 yıllık bir çalışmanın ürünü olan "Ben Buradayım: Oğuz Atay'ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası"... Oradaki malzemeyle neler yazılır neler... Ya da belki, öylesine olağanüstü bir kitaptan sonra oturup da iki-üç sayfalık bir Oğuz Atay portresi yazmaya cesaret edilemez. Ağır bir taş bağlamışlar kalemime sanki. Cesaret edemedim.Vakit de daralıyordu bir yandan. Yazı hâlâ yok. Derken kızınız Özge Atay'ın, Milliyet Kitap için seçtiği iki mektup geldi. Biri sizin hastalığınız sırasında Londra'dan kendisine yazdığınız; diğeri kızınızın sizin yanınızdayken annesine yazıp, onu hastalığınız hakkında bilgilendirdiği... Daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış iki mektup. Ve tabii "Babama Mektup"unuz... Sonra Selçuk Demirel'in yazı dilini kıskandıran desenleri elimize ulaştı... Murat Belge'nin "Oğuz Atay okurları" yazısı... İletişim Yayınları tarafından yayımlanan "Oğuz Atay'a Armağan" kitabıyla ilgili Serpil Gülgûn'un tanıtım metni. Handan İnci'nin hazırladığı kitapta sizinle ilgili yazılmış yazılardan seçmeler, söyleşiler, sizi anlatan yeni yazılar var. Görseniz bayılırsınız... Tam o sırada, Kastamonu İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü'nün düzenlediği "Oğuz Atay Roman Ödülü"nü İhsan Oktay Anar'ın kazandığını öğrendik, "Suskunlar" romanıyla. Sizin hatrınız için olsa gerek, 'güzel ve uzun uzun susan' ve basına konuşmayan bu çok özel kalem, dosyaya yazısıyla katılmayı kabul etti.Çalışmamız genişledi, içime sinmeye başladı. Ama işte... Ben o yazıyı yazamadım. ATAY'IN SANDVİÇİ Oysa ne çok şey vardı yazacak...Kastamonulu hukukçu Cemil Atay ile İstanbul kökenli ilkokul öğretmeni Muazzez Zeki'nin evliliğinden olma, 12.10.1934 İnebolu doğumlu Oğuz Atay... İlk, orta ve lise öğrenimi... Ankara. Biliyorum, ileride en çok da İstanbul'a dönüşlerini seveceğiniz kent... Bir çocuk, en sevdiği 'oyun'larını kurmacanın dünyasında oynayan. O dünya ki, oyalayan, koruyan, kollayan, eğlendiren, unutturan, 'başa çıkma'nın da 'meydan okuma'nın da yollarını sezdiren. Çocukluğunuzda da böyle, ilk gençliğinizde de ve sonraları daha olgunlaştığınız dönemlerde de... Hayatın ve insanların yüzlerine kapıları çarpmak, bütün köprüleri atmak istediğinde, uyum sağlamakta zorlandığında, kitaptan evine sığınan bir Oğuz Atay... Ben onu yazmayı çok istedim. Makbulü budur, hararetle tavsiye edilir diye değil; bu bilgide yaşanacak katarsisin kimi okurlara iyi geleceğini düşünerek... Sonra 'ressamlık' hayalleri kurarken babasının isteği üzerine girdiği İTÜ'de inşaat mühendisliği okuyan Oğuz Atay vardı, paleti elinden alınmış... M.E.B'nin o meşhur klasikler dizisini yalayıp yutmuş, 1951 yılında, otobüste iki durak arası, üniversite arkadaşı Erdoğan Şuhubi'ye James Joyce'un "Ulysses"inden coşkuyla söz eden, onun üzerine derin tartışmalara giren 17 yaşındaki Oğuz Atay. O yazıyı yazabilseydim eğer, ilk dinlediğiniz klasik müzik besteleri olan Liszt'in "İkinci Macar Kampanası" ve Puccini'nin "Tosca Operası"nı çalacaktım satırların arasında... Müziği duyacaktı okurlar. Yakın arkadaşınız Dostoyevski de olacaktı, Türk edebiyatına getirdiğiniz Dostoyevski etkisi de, hiç şüphesiz... Evleneceği kadını en yakın arkadaşıyla tanıştırıp, anlaşmalarını önemseyen erkeklerin tavrını özetleyen şu sözünüz ayrıca: "Pakize'ye okuması için 'İnsancıklar'ı götürüyorum. Okuduktan sonra onunla evleneceğim". Laf aramızda, bugün tanıdığım, Dostoyevski okumuş bütün kızlar evde kaldı (!), değil ki Oğuz Atay gibi biriyle evlenmek... Siz mi erken geldiniz, biz mi ağırdan aldık?.. DOSTOYEVSKİ'Yİ OKURSA ... '50'li yılların sonunda Pazar Postası dergisiyle başlayan dergicilik döneminize de yer verecektim. 1960'ta bugünkü adıyla Yıldız Teknik Üniversitesi'ne 'inşaat şubesi asistanı' olarak girişinizi... Öğretmen, öğretim görevlisi ve öğretim üyesi kadrosunda sürdürdüğünüz işinizi; 'mühendislik yapmak' yerine 'mühendislik öğretme'yi tercih edişinizi... Ev kirası, su parası, yetişmekte olan bir çocuk derken müteahhitlikten ansiklopedi düzeltmenliğine dek 'yapmak zorunda' kaldığınız diğer işleri... Geleceği alınan adamın, çalınan zamanını... Ve tabii yaptığınız iki evlilik, büyük aşkınız, hayatınıza giren 'anne kadınlar'... O kadınların edebiyatınızdaki izdüşümlerini de büyük bir maharetle kaleme alacaktım sözümona. Hatta belki biraz da kadınlar lehine taraf tutacaktım, kimbilir. 1962 Eylül. Özge doğuyor... Notlarım arasında o da vardı.Ayrıca o yazıda, varoluşsal problemler içinde hayata 'tutunmaya çalışan' , 'tutunamayan' Oğuz Atay'ın dışındaki - belki de içindeki demeli - eğlenceli, keyifli, ironik, komik, fıkralar anlatan, hayat taşan Atay'ı da anlatacaktım tabii. Şu meşhur hikayenizi... Hani Halit Refiğ ve Turhan Tükeli ile birlikte İstiklâl Caddesi'nde volta attığınız gün... Rastladığınız tanıdıkların yolunu kesip sorduğunuz soru: "Sen kimsin, ne işe yararsın?" Şaşıran insanlar ve ille de Fethi Naci'nin kendine özgü eyvallahsız üslubuyla verdiği cevap: "S.....in ulan, siz kimsiniz?" Geçtiğimiz ay Fethi Naci'nin "Yüz Yılın 100 Türk Romanı"nın yeni baskısı çıktı sevgili Oğuz Atay. Bu arada, biliyor musunuz, o çok hasta... Alzheimer... İnsanın kendini de anılarını da unutması ne fena... Bütün sermayesini beynine yükleyip kalemine taşıtanların hele de... Neyse üzmeyeyim ben sizi. Nerde kaldık? "Tutanamayanlar" tabii. Söz ona da gelecekti... 1968 yılı... Beyoğlu'ndaki evde eski model büyük daktilonuzun başında yazmaya başladığınız, Yüz Yılın 100 Türk Romanı'ndan biri olan "Tutunamayanlar"... Bırakın kilitli olmasını, çoğunluğun varlığından bile haberdar olmadığı 'ağır' bir kapıyı aralayışınız, tek başına, şaryodan akıp giden sayfalar arasında... Modernizm! Kabına sığmayan bir yazarın metin doğumları... Biriktirdiğiniz ne varsa, anılar, duygular, düşler, bir ülkenin panoraması, okunmuş kitaplar, tekerlemeler, şiirler... O güne dek Türk edebiyatında hiç denenmemiş kurgu, biçim ve dil oyunları... Hepsi aynı kitapta... Size sorduklarında verdiğiniz cevap aynen şöyle, hatırlayacaksınız: "'Tutunamayanlar' ile çok basit bir iş yapmak istedim; insanı anlatmayı düşündüm. Kapalı dünyalar içinde yaşayan yazarların bile bu cümleye hemen isyan edeceğini, peki herkes ne yapıyor diye öfkeleneceğini bildiğim halde bu basit gerçeği söylemekten kendimi alamıyorum..."Tam da bu işte... O yazıyı o kadar çok ve o kadar güzel yazmak isteme sebebim, biraz da bundandı. Artık romanlar çoğunlukla insanı anlatmıyor sevgili Oğuz Atay... İNSANI ANLATMAK Yayımlanması için geçen o bir yılı, kaç kapıdan çevrildiğinizi, yaşadığınız üzüntüyü elim varır mıydı yazmaya bilmiyorum. Belki de romanın ilk bölümünün 1971 yılı aralık ayında, ikinci cildinin de 1972'de okura ulaştığını söyler geçerdim. Kaçmaksa kaçmak... Tehlikeli bir oyun sayılır mı bu?Ya "Tehlikeli Oyunlar"ın kendisi... Bir insan kaç ile tam olarak bölünebilir? Ama kalansız. Her bir çarpanıyla tek tek hesaplaşan Hikmet nasıl olağanüstü bir dille anlatır bunu. Hem de daha 1971'de, hatta bitiş tarihi olan 1973'te bile, bu tür sorulara verecek yanıtı yokken Türk insanının... Kişilik gelişimi, kadın erkek sorunsalı... Ah o tam olarak hesaplaşamadığımız bitmemiş ilişkiler. 20. yüzyılın varoluşçu felsefeleri ekseninde bilinç süzgecinden geçirilen çelişkiler. İnsanın kendine çıktığı yolculuklar; en çetininden hem de. Yine şahlanışı katarsisin. Romanda kullandığınız üstkurmaca kurgusuyla bir başka kapının daha açılışı Türk edebiyatına: Postmodernizm! Hemen ardından 1975'te gelen bir diğer yeniliğin yapıtı: "Bir Bilim Adamının Romanı. Mustafa İnan". İ.T.Ü. İnşaat Bölümü öğretim üyelerinden Mustafa İnan'ın hayatını anlattığınız "İyi bir hayat hikayesi yazmak, iyi bir hayat yaşamak kadar zordur" dediğiniz, Türk edebiyatının ilk biyografik roman örneği... TÜBİTAK Bilim Adamı Yetiştirme Grubu'na ait bir proje kapsamında size ısmarlanan kitap... Sizin sözlerinizle: "Özellikle ülkemizde değil günlük tutmak, başka insanların, yani önemli kişilerin demek istiyorum, mesela Mustafa İnan gibi bir bilim adamının yaşantısı üzerine yakınları, dostları hattâ diğer bilim adamları bile uzun boylu düşünmüş değillerdi. Fakat ben bu konuyu Mustafa İnan'da, bir öğrencisi olarak yakından tanımak imkânını bulduğum için ciddiye aldığımı sanıyorum ve yazmaya başlamadan önce yüze yakın arkadaşı, tanıdığı, dostuyla konuştum, notlar aldım." YENİ BİR KAPI... Beş yıl içinde art arda gelen üç roman, birkaç öykü ve "Şimdi bir oyun yazmak durumundayım." diyerek günlüğünüze notunu düştüğünüz "Oyunlarla Yaşayanlar"... Yine 1975 yılı, bu kez ağustos ayı... Yine o koca daktilonun başındadır, tiyatro-bilimci Sevda Şener'in sözleriyle 'ülkemizde modern sonrası düşünce ve tiyatro akımı bağlamı içinde ele alabileceğimiz iki yazarımızdan' biri. Diğeri de malumunuz; Memet Baydur. Ne var ki çok istediğiniz halde, siz hayattayken yayımlanmayışı... Kitap sayfalarına geçişi için ta 1985 yılının gelmesinin gerekişi...Hep bir geç kalma hali.Sizin aceleciliğinize inat. Bütün o entelektüel yalnızlığa, o kesif 'anlaşılmama' duygusuna rağmen yazmaya devam edişiniz sonra... Aklınızdaki yeni proje...Türk kültürünün anatomisini çıkarmak! Kalemden bir bisturiyle girip yine zorlu bir işe, kültürel çelişkiler içindeki Türk insanını masaya yatırmak... Adı "Türkiye'nin Ruhu" olacak üç kitaplık bir roman serisi. Yıldız Ecevit'in özetlediği şekliyle amaç: "Tarihsel-sosyolojik verilerin ışığında bir 'dedektif" gibi iz sürerek, Türk insanının ruhunu oluşturduğunu düşündüğü, kolektif bilinçaltından kopup gelen ve bayrak yarışında elden ele aktarılan o en gizil birime inmek ve bu birimin çevresinde adım adım romanını dokumak'...Yine bu noktada sizden keyifli bir anı daha girebilirdi yazıya, arkadaşınız Sinan Ersan'ın sözleriyle: "Galatasaray'dan dolmuşa bindik, radyoda Beethoven'in '5. Senfonisi' çalıyor. Şoför farkında değil. 'Sinancım,' dedi Oğuz, 'Taksim'e kadar dayanırsa Türkiye kurtuldu'. Lale Sineması'nın önünde şoför çat diye kapattı radyoyu".Ve gelecektik "Korkuyu Beklerken"e. Hâlâ 1975'teyiz. Yine Hayati Asılyazıcı'nın devreye girişi ve kitabın May Yayınları tarafından yayımlanışı bu kez. Yedi öykü, bir de "Babama Mektup"unuz. Kafka'ya gösterdiniz mi? Kıskanmasın!Dilin su gibi aktığı, serinlettiği, hafiflettiği öyküler. Tavanarasında "Unutulan" eski sevgili, "Beyaz Mantolu Adam", "Demiryolu Hikayecileri". Her okunduğunda yeni bir şey söyleyen. İnsanın kanına girip, eline kalem tutuşturan, okumak kadar yazma isteği de doğuran. Bugün artık 1960 sonrası Türk öykücülüğünün başyapıtları arasında sayılan, 23 baskı yapmış kitap!. Ubor-Metenga'dan ne zaman mektup alsak, ne zaman o kadar çok korksak "Korkuyu Beklerken"i okuyoruz, geçiyor sevgili Oğuz Atay. TÜRKİYE'NİN RUHU 'Solcu çevreyle kurmaca düzlemdeki en köktenci hesaplaşmanızı yaptığınız' son romanınız "Eylembilim". 114. sayfada ölümünüzle yarım kalan... Dönemin kanlı olayları ekseninde gelişen akademi yaşantısı...Patlayan silahlar, askerler, polisler, tutuklanan öğrenciler ve hocalar... Üniversite içinde gelişen, öncesi ve sonrasıyla 12 Mart dönemi öğrenci olayları... "Günlük"ünüzden söz etmeden de olmazdı tabii... Yazacağınız ve yazmakta olduğunuz kitaplarla ilgili notlar alarak 'düşündüğünüz' o sayfalar.. Ara sıra değindiğiniz kimi özel ayrıntılar: "Günlük sıkıntı ve öfkelerle geçiyor hayat. Otomobilin tamiri, para hesabı, neden yazdıklarımı anlamıyorlar, neden çevrede kimse yok vs.... İnsanlarımızın ilgisizliği, uzaklığı canımı sıkıyor."Kitaplarınızla ilgili bölümlerden sonra Yıldız Ecevit'in iç dünyanıza yönelik yaptığı dikkat çekici öneriye de değinecektim: "Otobiyografik malzeme ile kurguladığı ilk iki romanı, yazarak kendini bulan, yazarak içindeki olasılıklarla hesaplaşan, yazarak kendi kimliğini bilinçli olarak yeniden kurmaya çalışan bir insanın kaleminden çıkmış izlenimi verir. Bu nedenle, Oğuz Atay'ın iç dünyasında olup bitenleri anlayabilmek, duygularını/ düşüncelerini kavrayabilmek için, onun kurmaca adamları Selimler/ Turgutlar/ Hikmetler/ Coşkunlar'ın ardına düşmek, onların metinlerin içindeki davranışlarını, sözlerini mercek altına almak gerekir: Atay'ın en güvenilir iç dünya tanıklarıdır onlar." YARIM KALAN ROMAN Sonra da kaçınılmaz olarak ölümünüz gelecekti... 1976 yılı kasım ayı sonlarında griple başlayıp bir türlü geçmeyen başağrılarıyla süren, 30 yıldan sonra insanın hâlâ söylemeye dilinin varmadığı hastalığınız. Aralık ayının ikinci yarısında Londra'ya gidişiniz... 24 Aralık'ta Wimbledon'daki Atkinson Morley's Hospital'de gerçekleşen ameliyatınız... Beynin iki yanında oluşan tümörlerden yalnızca bir tanesinin çıkarılabilmesi. Diğerinin ölümünüzü hazırlayışı sessizce. Dr. Allen Richardson'ın son sözü: "En fazla bir yıl ömrü var!"31 Aralık 1976, yine Wimbledon'daki 'nekahat' dönemi bakım hastanesi St. Teresa's Hospital... 17 Ocak 1977'de başlayan radyoterapi seansları... Mart ayıyla birlikte gelen 'ölüm iyiliği'... Ekime kadar süren. Ve 13 Aralık 1977... Berberiniz İlhami Ballıbaba'ya uğrayıp saçınızı kestirmeniz... Hani size "Tutunamayanlar" ile ilgili olarak sitem eden berberiniz: "Yahu, okuyorum okumasına, ama çok iyi anlamıyorum. Anlamak için ille de mühendis mi olmak lazım yani? " Cevabınız hazır tabii: "Ulan, sen de saç mühendisisin işte. "Aynı günün akşamı, bir arkadaş evinde geleceği almak üzere gelen ölüm.En zor bölümler bunlar olacaktı ve muhtemelen onları da doğru düzgün anlatamayacaktım. SEN SAÇ MÜHENDİSİSİN! Ama hepsinden öte, o yazıyı yazabilseydim eğer; 1980'lerde İletişim Yayınları'nın kitaplarınızı basmasıyla başlayan yeniden doğuşunuzun bugün artık 'ölümsüzlük' sınırına dayandığını, 'burdayım' diyen okurlarınızın, sözcüklerinizi toprağa kök salmış, dalları göğe değen koca bir ağaca dönüştürdüğünü söyleyecektim. Yanıldığınızı, durumun "Belki de anlaşılacak, önemsenecek bir şey yazmadım, yapmadım. Sadece yazı hayatı denilen çamura bulaştım, yeni öfkeler edindim, o kadar" şeklinde özetlenemeyeceğini... YENİDEN DOĞUŞ Eğer o yazıyı yazabilseydim sevgili Oğuz Atay, sizdeki anlatmanın coşkusunun okurdaki okuma coşkusuyla çarpıştığı noktada kopan kıyametin tadını anlatacaktım, uzun uzun. Vaktiyle garipsenen dilinizin lezzetinin, kitapla ilişki kuran insanların okuma iştahını nasıl kabarttığını... "Tutunamayanlar"da "Romancılar için birinci sınıf bir okuyucuyum. Kitaplarının böyle okunduğunu bilselerdi fakirler, kim bilir ne kadar sevinirlerdi. Durmadan yazarlardı; bir türlü ölemezlerdi." diyen Selim'lerin bugün ne çok olduğunu, artık isteseniz de ölemeyeceğinizi...Eğer o yazıyı yazabilseydim, sevdiğiniz yemeklerle dolu mükellef bir sofra olacaktı içinde, sevdiğiniz filmler, müzikler, arkadaş edindiğiniz tüm kitaplar, dostlarınız, Beyoğlu meyhaneleri, sıcak ahbap sohbetleri, artık 'nerede' olduğunu bildiğiniz tüm okurlar, öğrencileriniz, kızınız, daktilonuz, yazı masanız; görmekten mutlu olacağınız herkes ve her şey. Üzerinizdeki ölüm ağırlığından azade, şölensi bir buluşma... Ve bunun, bütün hayatını kalemine tutunarak dimdik yaşamış, yazdıklarıyla neredeyse 40 yıldır var olan bir yazarın okuruna ve Türk edebiyatına verdiği emeğe saygıdan başka bir açıklaması da olmayacaktı.Gerçekten çok istedim ama olmadı.Özür dilerim. İSTESE DE ÖLEMEYECEK ... Sevgili babacığım,Belki hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor. Ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi ve akıllı olamadım; bu fırsatı da kullanamadım. Oysa yıllar önce, bazı zamanlar, sen olmasaydın birçok şey yapabileceğimi düşünürdüm. Şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım.Sana bazı şeyleri anlatamadım. Bir iki yıl daha yaşasaydın ya da dünyaya dönseydin -kısa bir süre için- her şey başka türlü olurdu sanki. Çaresizlik yüzünden birçok şeyin anlamı kayboluyor. Sen olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar? Fakat ben artık bir meslek adamı oldum babacığım. Yakın çevremde seninle ilgili bir hatıramı anlattığım zaman, "Ne güzel", diyorlar, "Bunu bir yerde kullansana." Onun için, çok özür dilerim sevgili babacığım, seni de bir yerde, meselâ bu mektupta kullanmak zorundayım. Geçen zaman ancak böyle değerleniyormuş; insanın geçmiş yaşantısı ancak böylece anlam kazanıyormuş. Ben, seninle ilgili olayları anlatırken aslında senin nasıl bir insan olduğunu belli etmemeye çalışıyorum; aklımca asıl babamı kendime saklıyorum. Sonra da seni anlamadıkları zaman onlara kızıyorum. Bana kızınca -bu çok sık olurdu- "Senin aynadan gördüğünü ben 'dıvardan' görürüm", derdin. Annemle birlikte 'dıvar" sözünle alay ederdik. ben de şimdi küçüklerime karşı -artık benden küçük olanlar da var babacığım- bu cümleni kullanıyorum, gülüyorlar. Bu sözü kullanırken aslında amacımın ne olduğunu sezmiyorlar tabii. Seni gülünç duruma düşürmek istediğimi ya da genellikle eski kuşakları alaya almak istediğimi sanıyorlar. Herhalde, ben tam belirtemiyorum ne demek istediğimi. Gülümsemenin içindeki sevgiyi demek ki anlatamıyorum. Şimdiki gençler başka türlü babacığım: Her sözden tek anlam çıkarıyorlar. Ben de o zaman çileden çıkıyorum gerçekten: Asıl amacımı unutup seni onlara beğendirmeğe çalışıyorum. Aslında bu çabanın anlamsızlığını sezmiyor değilim. (...) Babama mektup 23 Eylül 1977 CumaCanım AnneciğimSize hemen gelince mektup yazamadım. İngiltere'ye, ordan da terminale çok rahat geldim. Perşembe günü (yani dün) babamın beyin röntgeni çekildi... Çekilen röntgeni doktoruna götürdük. Doktor, korkularının olduğunu urun her tarafa sıçradığını söyledi. Ameliyat edilemezmiş. Doktor Morgan'ın yani kobaltı uygulayan doktorun yaptığı tedavi en kuvvetlisiymiş. Artık durdurucu ilaç verilecekmiş. Babam Ekim ayının ortasında Türkiye'ye dönmeyi düşünüyor. Sevin'ler yeni evlerine bu ayın başında geçecekler. Biz de onların boşalttıkları eve taşınacağız. Bu evde yedi günümüz kaldı. Bu ev çok rahattı. Kaloriferi, sıcak suyu, sobası, rahat bir banyosu ve kiçineti ve odaları vardı... Babamlar burada kalacak olsalardı, on gün sonra Sevinler'in yeni evine taşınacaklardı. Babam belki kasıma kadar da kalmayı isteyebilir. Daha belli değil. Ayın beşinde Doktor Morgan'a gidilecek. Dün gittiğimiz doktor Richarson onla konuşacaktı. Babama verecekleri ilaçları söyleyecekler.İnşallah, hayırlısıyla ayın dokuzunda döneceğim.Sizi çok özledim... İlk günden göreceğim geldi...Ayşe'ye telefon eder misiniz?Bana Kimya - Contes et legende du moyen âge - Jeanne D'Arc varsa - Din - Ahlak - Matematik - kitaplarını alsın...Hacette'in edebiyat kitaplarından zannedersem biri eksik. Bemboş onları bir torbaya koyup yüklüğe koymuştu... Orda veya kitap dolabında olması lazım. Üç tane olacaklar. Adlarını Ayşe'ye okursun, Jeanne D'Arc'dan başka eksik varsa bana lütfen alsın... Üniformamı diktirdiniz mi? İki hafta gelmeyeceğim bence sörlerime söyleyin: Bana hemen cevap yaz sizi çok çok öpmek istiyorum. Cevabınızın ayın başından sonra geleceğini düşünürseniz Sevin'in adresine yazın...Burnundan öperim.Mektubum soğuk olduysa beni affet.Babam için dua et.Özge...Özge Atay 20 Redellfe Street SW 10 LONDON - ENGLAND Anneme mektup ATAY İLE SÖYLEŞİLER, EDEBİYAT ÜZERİNE YAZILARI, FOTOĞRAFLARI, ANEKDOTLAR... Jale Parla, "Don Kişot'tan Bugüne Roman" adlı kitabında, "Tutunamayanlar"ın Turgut ve Selim'inin, Don Kişot'tan farklı olarak, okuyarak değil okumak için delirdiklerini söyler. Sonra da, "Tutunamayanlar"da en büyük savaşların okumak için verildiğini, en çetin çatışmaların da okunan kitaplar tartışılırken çıktığını ekler. Hemen ardından da Olric'in, en metinsel kişileştirme olduğunu belirtir. Dahası, efendimiz, efendimiz diyerek Turgut'un gölgesi olarak gezinen Olric'in gerçekte anlatının hem öznesi hem de yarım kalmış tüm metinlerinin alılmayıcısı olarak nesnesi olduğunu söyler. Yani, Türkçesi, Olric, Turgut'un okurun Turgut'u okurken seyreden gözüdür. Bu durumda söylenebilecek tek şey var: Olric'ler olarak Handan İnci'nin hazırladığı "Oğuz Atay'a Armağan" kitabını kaçırmayalım. Gerçekten. Çünkü, Oğuz Atay hakkında bugüne dek ne yazılıp çizilmişse gün ışığına çıkarıyor; bu birincisi. İkincisi, başta Berna Moran olmak üzere Jale Parla, Yıldız Ecevit, Nurdan Gürbilek, Sibel Irzık pek çok değerli yazı insanının Oğuz Atay incelemeleri var ki, her biri defalarca tekrar tekrar okunmaya değer. Sonra, tabii, Oğuz Atay ile yapılan söyleşiler, Oğuz Atay'ın edebiyat üzerine yazıları, Oğuz Atay fotoğrafları, Oğuz Atay'ın kadim dostları, onların anekdotları, mektuplar... Dağıtmadan, derli toplu bir şekilde söylersek, Handan İnci'nin kitabı, sunuş, indeks, Oğuz Atay için yazılar bibliyografyası ve fotoğraflarla Oğuz Atay'ın yaşamını saymazsak 3 ana bölümden oluşuyor. Oğuz Atay Üzerine Yazılar, Hilmi Yavuz'dan Selim İleri'ye, Afşar Timuçin'den Mehmet Seyda'ya, Ömer Madra'dan Enis Batur'a, Vüs'at O. Bener'den Murathan Mungan'a, Haldun Taner'den Yusuf Atılgan'a pek çok yazarımızı bir araya getiren 31 başlıklı bir bölüm bu bölüm. Onu "Tutunamayanlar"ın ilk yayımlanışındaki tepkilerle yıllar geçtikçe değişen tepkilerin karşılaştırması olarak okuyabilirsiniz. Bir de, vakti zamanında yapılmış bir anket var ki, bazı Olric'leri fena halde kızdırabilir. Örnekse, Orhan Duru ya da Sennur Sezer. Neden derseniz, Orhan Duru, Oğuz Atay'ı biraz sıkıcı bulduğunu söylerken, Sennur Sezer de, genç ölmeseydi tartışılır mıydı sorusunu ortaya atıyor: "Oğuz Atay'ın varlığını silmek için söylemiyorum ama erken ölmeseydi, az kitap bırakmasaydı, kitabın adı sonradan gelen ve harcanan kuşakları hatırlatmasaydı bu kadar tartışılır mıydı? Romanın adının çarpıcılığı mı bu kadar tartıştıran? Bu soru benim için de var. Bu tanım arabeskleştirildi. Yayılmasını sağlayanların, kitap üstünde sağlamca durduklarına inanmıyorum. Öyle olsaydı bir Oğuz Atay miti yaratmakla uğraşmazlardı." İkinci bölüm, Oğuz Atay'ın Eserleri Üzerine Yazılar: Fethi Naci'den Semih Gümüş'e, Fatih Özgüven'den Oğuz Demiralp'e, Ömer Türkeş'ten Ali Akay'a okunmazsa olmaz yazılar var ki, saymak mümkün değil... Üçüncü bölümde ise Oğuz Atay'ın Yazı ve Söyleşileri yer alıyor. Bundan 30-35 yıl öncesini idrak edebilmek için bulunmaz bir fırsat bu bölüm. Dönemin ruhu, siyasası, kültürel birikimi için şu birkaç başlık bile yeter herhalde. "Hindistan'da Son Olaylar ve Nehru" (Pazar Postası) "Asya'nın Hür ve Demokrat Devletleri Arasına Katılan Singapur ve Nepal" (Pazar Postası) "Amerika'da İkinci Grev Tehdidi" (Pazar Postası) "Kıbrıs Harekatı İçin Düzenlenen Ankete Verilen Cevap" (Yeni Ortam), "Romanda Şive Taklidine Karşı"Uzun sözün kısası, bu kitap sayesinde hem bellekler tazelensin hem bugüne dek Oğuz Atay'ı okumayanlar işe girişsin hem de şu bir çift soruyu soralım kendimize: Neden ikinci bir Olric yaratamadı edebiyatımız? O bir yana, neden kallavi romancılarımızın hiçbirinden "Bir Bilim Adamının Romanı" gibi biyografik bir roman gelmedi bir daha? YAZAR İHSAN OKTAY ANAR, OĞUZ ATAY'A MİLLİYET KİTAP ARACILIĞIYLA SESLENDİ... Sevgili Oğuz Atay,Tutunamayanlar"ı 1970, "Tehlikeli Oyunlar"ı 1973 yılında tamamladığında ben çocuktum ve oyun benim için sadece oyundu. Gerçeklerin acımasız çıplak halinin neye benzediğinden haberim yoktu. Gerçeklerle baş etmek zorunda kalmadan oyun evreninde yaşamanın bir haz olduğunu anlayamayacak kadar çocuktum. Sen gerçeklerle baş etme yolu olarak oyunları kurgularken evrensel yalnızlığının zahmetini yaşıyordun. Bu zihinsel, duygusal ve kimi zaman da sosyal yalnızlığın ne anlama geldiğini öğrenmem yıllarımı aldı ve sen de kim bilir kaç kişiyi gerçeklik uykusundan uyandırdın?Oyunlarla gerçeği yakaladınOyunları kurgulayarak gerçeklerden kaçtığını söyleyenlere en güzel yanıtın romanlarındı. Bana kalırsa asıl, oyunlarla gerçeği yakalamış oldun. Bunun kaçış olmadığını görmek için bazen görmemeyi becermek gerekir: Gülmek için ağlamanın, sevinmek için üzülmenin, uyumak için önce uyanık kalmanın gerektiği gibi, gerçekleri algılamanın yolu da seçilmiş bir illüzyonun derinliğinde kaybolmak olabilir. Ben gerçekler hakkında aklı karışık biriyim. Bilen ve bildiğinden emin olan, ayağı sağlam basan ve hiç kuşku yaşamamış insanlara zaman zaman imrensem de, bu huzuru özlesem de biliyorum ki huzursuzluk ve kuşku, hatta bir tutunamama hali beni daha çok çekiyor. Belki bu yüzden yazabiliyorum. Ancak yine de neden yazdığımı bilmeyen yanım belki de bana oyun oynuyor. Ben de ona oyunlar hazırlıyorum. Bu şizofrenik dünyanın ortasına bir düzen oturtmak ve bunun sahibi olma duygusunu tatmak bana hem haz hem de acı veriyor.Senin tutunmaktan imtina ettiğin evrenin sakinleri ihanete uğramadılar. Sen gerçeklere de ihanet etmedin. Kaçındığın gerçeklerin ve tutunamadığın dünyanın üzerinde, kendi evreninde bir "Connectus Erektus" oldun. Ve artık yeni bir insan türünün 'entelektüel genetik' mirasını bizler gibi yeni bir türe bıraktın. İki binli yıllardan sana selam yollarken biliyorum ki başka bin yıllardan daha çok selam alacaksın. "OĞUZ ATAY'A ARMAĞAN"DAN ALINTILAR 'İnsansız'dır "Tutunamayanlar". Duygulanmamızı değil, irkilerek, gülümseyerek düşünmemizi istemiştir. Kendi içimizde bir yabancılaşmayı ve hesaplaşmayı, bir oyuntuyu kurgulamıştır....Gerisinin gelmesi pek beklenilmez bir eser olabileceğini sanıyoruz. Belki de aldanıyoruz. (Yeni Dergi, sayı 92, Mayıs 1972) Oğuz Atay'ın, Mustafa İnan'ın kişiliğinde bilim adamı olmanın onurunu, Anouilh'nin Beckett'inin Tanrı'nın onurunu dile getirişi kadar vurucu biçimde betimlediğini söylersem, abartmaya kaçtığım sanılmasın. (Yeni Ortam, 26 Kasım 1975) Oğuz Atay ilk iki romanı "Tutunamayanlar"da ve "Tehlikeli Oyunlar"da, üsluba büyük ağırlık tanıyan bir romancı olarak çıkıyor karşımıza. Üslup, romanın yapısını değil, içeriğini de belirleyen bir olgu Atay'da... (Politika, 19 Aralık 1975) "Bir Bilim Adamının Romanı", 'namuslu yurttaş'ın yaşamını öğrenmek isteyenler kadar, roman dalının inceliklerini kavramak amacında olanların da beğeneceği bir kitap. (Politika, 10 Ocak 1976) "Tutunamayanlar", Oğuz Atay'ın ilk romanı. Çarpıcı konusu, değişik biçimi, usta tekniğiyle başarılı bir roman. Atay, Türkiye'de alışılmış olan klasik roman tekniğinin dışındaki bir roman tekniğini belki de ilk uygulayan. (Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme , 1981) "Tutunamayanlar" bizde küçük kentsoylu konumunu, duyarlığını veren iyi birkaç romandan biri, belki de en iyisidir. Kurgusuyla, çeşitli anlatım yollarını denemedeki başarısıyla güzel bir sanat yapıtı. Hele bir bakanlıkta iş takibini anlatan bölüm unutulmayacak bir yetkinlikte. "Tehlikeli Oyunlar", "Bir Bilim Adamının Romanı" ve öyküleriyle de iyi yazarlığını kanıtlayan Oğuz Atay edebiyatımızda özgün bir ses olarak her zaman kalacaktır. (Nokta, 1984) Oğuz Atay kendi kendini yiyen, devamlı bir hesaplaşmanın bilincinde, bir başka kızgın adamdı. "Tutunamayanlar" adlı romanı bize söyleyeceği çok şeyi olan bir sanatçının biraz karmaşık ve fazla yüklü ilk denemesi oldu... Hâlâ 19. yüzyıl romanını sürdüren romancılar döneminde kolaya alışmış bazı eleştirmenler "Tutunamayanlar"ın uzunluklarına, tıkış tıkışlığına saplanmış, ondaki edebi potans çakıntılarının farkına tam varamamışlardı. Atay proje dolu bir potans küpü idi. Hikâyeler, piyesler tasarlıyordu. Belki de çabuk sonunun akıl almaz bir önsezisi ile sabırsızlık içinde idi. (Milliyet, 1984) Oğuz yazdığı kitapların gerçek değerini biliyor ve bunların gerektiği ölçüde ilgi toplamamasına üzülüyordu... Hedefi ortak bir Türk ruhunun özelliklerini yorumlayabilmekti. Bunu bir toplumsal değişim çağı içinde vermeyi tasarlıyordu... Hazırlığına giriştiği "Eylembilim" de çok şeyler vaadeden bir roman tasarısıydı. Ama bunu geliştirmesine de ecel imkân vermedi. Akıllı ve namuslu bir aydın olduğu için itildiği yalnızlığı ölüm kadar kolaylıkla kabullenemedi." (Milliyet, 1984) "Tutunamayanlar", 19. yüzyıl gerçekçiliğine sırtını dönmüş, bir ayağı modernistlerde bir ayağı postmodern bir roman. Atay'ın "Tutunamayanlar"da kullandığı anlatım yöntemi Joyce'dan, Nabokov'dan, Dostoyevski'den izler taşır, ama yapıtı onları körü körüne taklit etmez, onlardan esinlenir ve yöntemleri kendi buluşlarıyla besler." ( Gösteri, 1989) "Her roman bir bakış açısı gerektirir. Bu bakış açısının ardına gizlenen yazar, gördüğü şeyleri anlatırken en sonunda bir seçme yapmak zorundadır. Romancının gördüğü nesneleri şu veya bu şekilde sözcüklere geçirirken yaptığı hile bize yazarın, eskilerin 'üslup' dedikleri biçimlendirme tarzını gösterir. Her yazarın, tıpkı biçimleri çarpıtan ressamlar gibi böyle bir hilesi vardır... Peki, bu dünya bu tekniğin ardındaki hileden başka bir şey değilse ne olur acaba? O zaman yazarın bu hileyi yapan kurnazlığından başka bir şey kalmaz ortada. Birçoklarının Oğuz Atay'ı çok zeki bulmaları da bu yüzden. Bence Oğuz Atay'ın herkesi şaşırtan yanı, anlatım biçimini okuyucunun gözüne sokmasıdır." (Öteki Renkler, 1999) Olric, "Tutunamayanlar"ın sürekli genişleyen metinlerarası ilişkilerinin sınırlarında duran, dolayısıyla "Tutunamayanlar"ın anlatı çerçevelerini kırılmaya zorlayan okurdur. Atay, Türk romanında ilk kez, çeşitli anlatı taktikleriyle ve bu taktiklere refakat eden delilik temasının özgürleştirici ivmesiyle, okurunu nesnelleştirmekten kaçabilmiş bir yazardır. Metnin ve aklın kırılan çerçevelerinde okur bağımsızlaşıp özgürleşir. Olric bir yazar-okur olarak metnin ertelenmiş yorumlarında var olacak okurdur. (Don Kişot'tan Bugüne Roman, 2000)