29.09.2024 - 07:02 | Son Güncellenme:
Ümran Avcı - “Babamın birkaç haftalık ömrü kalmış. O da en fazla. Her an ölebilirmiş. Bilinci kapalıymış. Bizi asla duymuyormuş…” Fatma Nur Kaptanoğlu’nun “Babam, Ev ve Yumurta Kabukları” isimli romanı, Bilge’nin yıllar önce bir daha adım atmamak üzere çıktığı ‘baba evine’ mecburi dönüşünün hikâyesi. Evden ayrıldığında 18, baba ile görüşmeyi bıraktığında 27 yaşında olan Bilge’nin kullandığı “Bizi asla duymuyormuş” cümlesi boşuna değil. İstenildiği gibi olmadığı için baba tarafından reddedilen ve her şeyi geride bırakmak için 725.1 kilometre uzağa giden Bilge’nin söylemediklerinin içine hapsoluşunun ilanı. Aynı çatı altında geçen üç günün hikâyesini okurken, babanın tek yaşam belirtisi olan makineden yükselen bip sesi de roman boyu okura eşlik ediyor.
■ Hacmi küçük meselesi, derdi büyük bir kitap… Hatta okuru dağıtan bir kitap. Yazım aşamasında size neler hissettirdi bu hikâye?
“Babam, Ev ve Yumurta Kabukları” ilk romanım. İlk roman ve sizin de dediğiniz gibi derdi büyük bir kitap olması nedeniyle en çok çalıştığım kitabım oldu. Roman, her ne kadar altı ay gibi bir sürede tamamlansa da hikâyenin oluşması, karakterin derinliği, yan karakterlerin önemi, kurgunun akıcılığı, en önemlisi hikâyenin gücü, 1,5 yıla yakın bir düşünme ve alıştırma sürecine yayılıyor. Bu süreç, yorucuydu, öğreticiydi, zorlayıcıydı ve yeni bir kabuğa bürünmemi sağladı. Kaybolduğum, yazmayı bırakmak istediğim çok zaman oldu ancak anlatmak istediklerimin görünür olma arzusu o kadar yoğundu ki metne teslim oldum. Genelde sabah çok erken saatlerde çalışmaktan hoşlanırım. Zihnim açık, hayat ve telaşlar henüz başlamamışken.
■ Romanın başat meselelerinden biri baba yarası ve hesaplaşamamak…
Ebeveynleriyle hesaplaşamamış birçok nesil var bu coğrafyada. Kimi nesiller hesaplaşması gerektiğini bile bilmiyor. Konunun ne olduğundan bağımsız, herkesin yaşadığına benzer, büyük bir hesaplaşamama hikâyesi bu hikâye de.
■ Bir diğer mesele de özgürlük… Özgürlüğün mesafe ile veya tek başına yaşamakla ilgisi olmadığı gerçeği üzerine önemli çıkarımlar var romanda.
Özgürlük, özellikle bizim coğrafyamızda belirli kalıplara oturtulmaya çalışılan bir kavram. Kilometreler, uzak şehirler hatta birbirinden ayrı kıtalar özgürlüğü oluşturan önemli olgularmış gibi lanse edilse de gerçek özgürlük, insanın konum veya koşula bağlı kalmadan yaşayabildiği özgürlüktür. Kitap, özgürlüğü kilometrelerde arayan, aradığını bulamayan ve gerçek özgürleşmenin tamamen yok sayıldığında mümkün olacağına inanan Bilge’nin, varoluşu, çocukluğu, yaşamı, hatıraları ve en önemlisi özgürlüğü için bir ağıt.
■ “Öfkeli bir babanın yaratamayacağı canavar yoktur” cümlesinin üzerinde gidip geldim dakikalarca.
Çocuklar, bilinçleri daha yeni yeni otururken ebeveynlerinin keder ve öfkelerine maruz kalır. Hepimiz kaldık. Bambaşka hikâyeler, büyüklü küçüklü dertler… Her ne olursa olsun bir çocuğun sırtı, öfkeli ebeveynleri yüzünden bükülmüşse, o çocuğun gökyüzünün rengini keşfetmesi uzun zaman alır, belki de o rengi hiçbir zaman fark edemez, bu nedenle öfkeli bir babanın yaratamayacağı canavar yoktur. Canavar olmayı tercih etmemiş çocukları kucaklamak gerek.
“Kaçak dövüşün bir yansıması”
■ Kabul görememenin yarattığı tahribatı da çok iyi anlatmışsınız romanda…
Koşulsuz sevginin sadece aileyle yaşanabileceğine dair bir kanı var. Hâlbuki, koşulsuz sevgiyi en son hissedebildiğimiz yerlerden biri aile kurumu. İyi olmalıyız, güçlü olmalıyız, başarılı olmalıyız, güzel olmalıyız, standartlara uymalıyız ki kabul görüp sevilebilelim ancak her zaman standartlara uyamayız. Standartlara uymadığımızda da hem cesaretli olmak hem de bu cesareti devam ettirebilmek en zorlu sınav. Bu kitap, bu kaçak dövüşün bir yansıması.
■ Bir taraftan da kadınların gördüğü fiziksel ve duygusal şiddete odaklanıyorsunuz. Babadan gelen tokat, annenin ufala ufala küçülmesi…
Bu kitaptaki görünen ya da görünmeyen şiddet, hayatımızın her alanında, yaşamasak bile maruz kaldığımız bir şiddet türü. Meşru şiddet. Büyük olaylar yok, büyük kavgalar yok, her insanın, çoğunlukla da kadınların rutinlerinde mücadele ettikleri şiddetler. Alışılmış bir şiddetten daha korkutucu bir durum yok bence. Klişe ve basit olduğunu düşündüğümüz her şeyin uzun vadedeki sonuçları malum. O kadar uzun bir süre meşru şiddete maruz kalındığında, bu durum normalleştirildiğinde, ortada ses çıkarılacak bir problem dahil görülmediğinde ufala ufala kaybolmak kaçınılmaz bir son.