24.11.2024 - 07:01 | Son Güncellenme:
Ümran Avcı - Figen Şakacı, “HınçAhınç” romanıyla yeniden buluştu okurlarıyla. Yazar kitabında üç yakın arkadaş Arif, Serde ve Demâr’ın hikâyesi üzerinden; yaşanan trajedileri, güçlünün zayıfı ezmesi ve ‘hırs ile hınç arasındaki makasın kapanmasıyla’ ortaya çıkan öfke patlamalarını resmediyor. Öfkenin kişiyi nasıl başkalaştırdığını, hınç içindeki insanın nelere cüret edebileceğini gösteriyor.
- Bireysel öfkenin toplumsal öfkeye dönüşebildiğini anlatan hikâyenin çıkış noktası üzerine konuşalım istiyorum. Her ne kadar eskiler “Her koyun kendi bacağından asılır” deseler de kimsenin tek başına mutlu olamayacağı bir dünyadayız.
Kanımca bize bir sürü şeyi yanlış öğrettiler. Koyunun kendi bacağından asılması deyiminin de dilimize bu kadar yerleşmesi ve bana sorarsanız pek de yanlış yere yerleşmesi ilkokuldan beri taktığım bir konuydu. Bizim gibi ergenliğini tamamlamamış toplumlarda evden başlayarak kişilik haklarımız korunuyor, benlik değerimizin üzerine titrenmiyor ki koyunun bacağına sıra gelsin. Ama çok doğru bir yerden yakaladığınız gibi öfkeyle olduğu kadar çaresizlikten de yazdım bu romanı. Ki bence artık Türkiye’nin resmi duygusu öfkedir. Katiller gençler, maktuller çocuk, aile suç örgütü, mahalleli iş birlikçi, komşular müfteri… Narin’in gülen yüzü kimsenin rüyalarına girmiyorsa kime ne anlatacaksınız? İkbal Uzuner ve Ayşegül Halil’i anmadan Topkapı surlarından geçebilecek miyiz, ülke toptan olay mahalli oldu, herkes kendi adaletini sokakta arıyor. Hâl böyle olunca benim romanım da güllük gülistanlık olamadı, hoş karakterlerimden Gülistan’ın akıbeti de iyi değil ama hiç olmazsa o hayata sımsıkı bağlı, gerçi pencere pervazına tutunuyor ama olsun; yaşama tutunmak elzem artık.
- Demâr’ın şu sözlerini alıntıladım; “Benim güzel kızım deseydin, bunu öyle bir tonda söyleseydin ki ileride kimsenin sevgisine muhtaç hâle gelmeseydim”…
Yetimlik, öksüzlük, anne kız ilişkisi falan bunlar mayın tarlasında üreyen mevzular. Doğru sevilmiş, kendi arzularını erken yaşlarda keşfetmiş çocukları yürüyüşünden bile tanırsınız. Aklına hürmet ettiği, güvendiği ve kalbini açabildiği ebeveynlerle büyümek nereden baksanız el yordamıyla yolunu arayanlara göre avantajlı olabilir. Demâr’ın ukdesi sadece annesizlikten değil, dolayısıyla öfkesi de salt üvey anneyle baş başa kalmaktan kaynaklanmıyor ama tabii bu kadar zaman düşünüp sayfalarca da yazıp hâlâ karakterlerimin duygu durumlarını neden sonuçlarına göre anlatmak da istemem.
- Evi, oğlu tarafından rant için başına yıkılıp kapı dışarı edilen, onca yalnızlığına rağmen bir direniş sembolü olan rujunu sürüp hayatı pencereden izleyen Gülistan çok önemli bir figür...
Gülistan hayatı pencereden izliyor ama yaşama dahil olmak diyemeyeceğimiz bir mesafeden. Herkesin dışında her şeyin içinde gibi. Onun kesif yalnızlığını seyreltmek için bulduğu bu çözüm bir süre sonra bana da eğlenceli gelmeye başladı, trajik sonu değil tabii. Yine de Gülistan’a karşı bir acıma hissim olmadı tam tersi onun hayata tutunma biçimi, yaşama inadını örnek almak istedim. Kederini az çok tanıyor, en yakınlarından gelecek darbelere her an hazır olma hâlinin onu nasıl yorduğunu da biliyordum ama bunun altını kalın kalın çizmek de istemedim. Öte yandan değişim insanın ve diyalektiğin doğasında var, şehirler de buna uyumlu olarak dönüşüyor fakat ne yazık ki, bizimki gibi hafızayı yok etmeye yönelik müdahaleler Gülistan’ın olduğu kadar benim de kahrettiğim bir mevzu.
Şehir her geçen gün daha tehlikeli oluyor
- Hikâyenin yan karakteri kadın üzerine de konuşmalı. Arif’in annesi Ananın A’sı. Gece bilinçsizce başlayan yürüyüşler, gündüze de evriliyor. O kadar sevgisiz kalmış ki bir gülüşün peşine düşebiliyor.
Uyurgezerlik üzerine epey okudum yine de Ananın A’sının çıkıp çıkıp gitmelerine o adı takmadım, siz güzel bir isim buldunuz: ‘gece bilinçsizce başlayan yürüyüşler’… Gece başlıyor ama gündüze sarkıyor ve giderek bir alışkanlık hâline geliyor. Öte yandan bilinç dediğimiz şeyin ne zaman açık, ne zaman kapalı olduğu da herhalde maruz kaldığımız bunca bombardıman içinde yeniden ele alınmalı; insan zihni kendini korumak adına otomatik pilota da geçebiliyor çünkü. Ananın A’sını değil ama onu yazarken girdiğim hâlleri anlatırsam belki meramım daha iyi anlaşılır: İstisnasız her sabah ve her akşam, bazen de geç vakitler bir yere yetişiyormuş gibi evden çıktım; soranlara yürüyüşe tatlım desem de aslında Ananın A’sının rotasını çizmek için harita çıkarıyordum; gideceğiniz bir adres olmayınca yol nereye götürürse sanki çağrılıymışım gibi o güzergâhtan ilerliyordum. Bu şehirde bir yere yetişmeden ama aceleyle yürümek! Tabii en önemlisi de bu şehrin çocuklar, hayvanlar, engelliler için her geçen gün daha da tehlikeli olduğunu görmek.. Kaldırım, yürüme yolları, bisikletli geçişi gibi düzeneklere hâlâ alıştığımızı sanmıyorum.