17.07.2022 - 07:00 | Son Güncellenme:
Seyhan Akıncı - Fransız Filozof Michel Onfray, “Gerçekleşmeyen Gerçeklik Don Kişot İlkesi” adlı kitabında Don Kişot’un dünyayı dile getiren fikrin dünyadan daha gerçek olduğunu düşündüğünü söyler ve ekler: “Gezgin Şövalye devler görürken, Sanço Panza bunların değirmen olduğunu söyleyecektir.” Cervantes’in kahramanı 17. yüzyıldan günümüze yaratıcısını da geride bırakıp Donkişotluğu bir dünya miti hâline getirerek tüm kültürlerde yaşamını sürdürüyor. Yılmaz Erdoğan’ın tam 20 yıl aradan sonra kaleme aldığı ilk tiyatro oyunu olan “Aydınlıkevler”, bizi Ankara’nın yoksul mahallelerinden birine götürüyor ve hem yel değirmenlerini hem de devleri yendiğimiz sıcacık bir hikâyeyle buluşturuyor.
Sene 1975. Yer, Ankara Aydınlıkevler. Demet Akbağ’ı ilk kez tiyatro sahnesinde izliyorum. Onu görür görmez çocukluğumun salı akşamlarının Lütfiyesi, Feriştah yengesi, Züleyhası zihnime doluşuyor... Kim bilir belki ben bile artık Lütfiye’den büyüğümdür... Demet Akbağ, Zühre babaanne olarak karşımızda. Köklü geçmişinden bugüne ara ara gelebilen biri o. Torunu ile birlikte yakacak almakta bile zorlandıkları bir yoksulluğu paylaşıyorlar. Hem öyle kader diyerek falan da değil. Yeri geliyor suç ortağı oluyorlar yeri geliyor fakirliklerine toz kondurmuyorlar. Ayhan, ‘70’ler Türkiye’sinde “sağ”a, “sol”a bulaşmadan okul okumaya çalışıyor. Bir yandan da ailesinin onu emanet ettiği babaannesi Zühre’ye bakıcılık yapıyor. Ayhan’ın okul arkadaşı Muzaffer, Yılmaz Erdoğan’ın efsaneleşen yan karakterlerinden biri olmaya aday. Öylesine komik ve gerçek ki onun sınıf arkadaşınız olmadığını kimse söyleyemez! Mahalle, Erdoğan’ın “Bir Demet Tiyatro”dan aşina olduğumuz absürtle gerçeğin kesişim noktasında dolaşan karakterleriyle dolu. Onlardan biri de Süreyya. Mahallenin hayalperest ve yetenekli ressamı rolündeki Salih Bademci hayat verdiği Süreyya olarak iz bırakacak bir performans sergiliyor. Hele de duvarın üzerindeki tiradını dinlerken aşka da devrime de bir kez daha inanıyor insan. Süreyya’nın aşkından divane olduğu Sülün ise aşkın karın doyurmadığına erkenden aymış. Elini sıcak sudan soğuk suya sokmayacak, ayağını yerden kesecek bir talip yeter de artar ona...
Yoksulluğu da umudu da böylesine bol bir yer “Aydınlıkevler”. Mahallece gül gibi geçinip giderlerken bir duvar musallat olur onlara. Zühre ve Ayhan’ın evlerinin camları bir süre önce mahallede inşa edilen ve ardı bilinmeyen duvardan gelen gizemli cisimler tarafından kırılır. Duvarı Amerikalılar inşa etmiştir ve duvarın öte tarafından gelen yuvarlak ve beyaz sert cisimler Zühre ve Ayhan’ın soğuktan donmamak için bulduğu sayısız yaratıcı çözümü sonuçsuz bırakır. Ne muhtarın ne de polisin bir yanıtı vardır olup bitene. Yanıtsa, gençlerin en çok istediği şeydir. Ayhan ve Muzaffer bir gün korkularını yener ve duvarın ardına gider. Onların duvarın ardında uğradığı şiddet, mahallede başını Zühre’nin çektiği küçük çaplı bir devrime dönüşür. Yönetmen Serdar Biliş’in, mekânın ve zamanın değişimini dönen bir mekanizma üzerinde kurduğu dekorla anlatması oldukça pratik ve başarılı. Müziklerse başta ilk Eurovision maceramız Semiha Yankı’nın “Seninle Bir Dakika”sı olmak üzere bizi bir yerlerden yakalıyor. Sobanın üzerinde kızaran ekmekler, radyo tiyatrosu... Yılmaz Erdoğan, “Aydınlıkevler”de de nostaljik öğeleri yine oldukça başarılı kullanıyor.
Gençler tiyatrocu Yılmaz Erdoğan’la tanışıyor
“Aydınlıkevler”i izlerken insanın içini sımsıcak bir duygu kaplıyor. Peki, bu sıcaklık yani “Bir Demet Tiyatro”lu salı akşamları ekranlara kitlenmeyen, o dönemleri yaşamamış olanlar için bir şey ifade eder mi? Kesin bir şey söylemek zor. Oyunun önermesi Erdoğan’ın dilini sevenler için oldukça cazip ama yeni tiyatro izleyicisi için hikâye ya da reji açısından yepyeni bir şey olduğunu söylemek güç. Bu açıdan tiyatrocu Yılmaz Erdoğan’la ilk kez tanışacak seyirciler için “Aydınlıkevler” “Woww” demeyecekleri ama kesinlikle sevecekleri bir oyun olacaktır. Hani bazen uçmaya kaçmaya değil de bir parça duyguya ihtiyaç vardır ya... “Aydınlıkevler” belki de en zor olanı başarıyor: Herkesi aynı duyguda buluşturuyor. Tıpkı Zühre’nin mahallede, Don Kişot’un tüm dünyada yaptığı gibi.