Kültür SanatHayat atölyesi

Hayat atölyesi

05.09.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

Hayat atölyesi

Hayat atölyesi




Hayat atölyesi
Jane Bowles’un "Ağırbaşlı İki Hanımefendi" adlı önemli romanını bu sayfada daha önce de andım. Geçtiğimiz ay İstiklâl Caddesi’ndeki Literatür Kitabevi’nin on beş gün boyunca vitrininde kalacak "Okunacak Kitaplar" arasında bu kitabı da seçmiştim. Kitabevi, kitabın yayınevinde mevcudunun kalmadığını, yeni baskısının da yapılmadığını söylemişti. Benden önce Perihan Mağden’in de seçtikleri arasındaymış bu kitap. O zaman da aynı sorunla karşılaşmışlar.
Geçtiğimiz günlerde Can Yayınları’nın, Galatasaray Lisesi’nden aşağıya inen Yeni Çarşı Caddesi üzerinde açtığı "Ucuzca"ya gittim. Can Yayınları, anladığım kadarıyla stoklarında fazla beklemiş kitapları yüzde elli indirimle satıyor burada. İyi fikir. En azından hem stok eritiyorlar hem de okura daha ucuza kitap alabilecekleri yeni bir kanal yaratıyorlar. Üstelik iyi kitapların her zaman çok satmadığı düşünülürse, bu uygulama bir sürü iyi kitaba ulaşmayı da mümkün kılıyor. Bir baktım, geçtiğimiz ay vitrinimize mevcudunu bulamadığımız "Ağırbaşlı İki Hanımefendi" de bunlar arasında duruyor. Hemen yakınlarım için beş - altı tane satın aldım.
Jane Bowles bunca iyi bir yazar olmasına karşın, fazla yazmış biri değil. Bildiğim kadarıyla en son 1985’te mektupları, 1989’da öyküleri yeniden bir araya getirildi. Kocası Paul Bowles çok daha fazla tanınıyor. Paul Bowles’un "Esirgeyen Gökyüzü" kitabından Bertolucci tarafından yapılan bizde "Çölde Çay" adıyla gösterilen filmi hatırlıyorsunuzdur. Hoş, Teoman "İki Yabancı" şarkısında "Ya da ‘Çölde Çay’ filminden benim de bir sahne var aklımda" diyerek, unutulmasına izin vermiyor...
Yakın bir tarihte, Bonn’da Theater der Bundesstadt’ta Jane Bowles’un "Yaz Evinde" (In the Summer House) adlı oyunu sayfada fotoğraflarını gördüğünüz yapımda, yeni bir yorumla sahnelendi, çok da ses getirdi... Bizim, kadın oyuncu sayısı fazlalığından yakınan, bundan ötürü sürekli kadın sayısı çok oyun arayan ödenekli tiyatrolarımız, neden üç anne ile üç kızın ilişkisini anlatan bu oyunu sahnelemezler, anlamam.
Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları, Didem Uslu’nun editörlüğünde "20. Yüzyıl Amerikan Edebiyatında Kadın" adıyla bir inceleme kitabı yayımlamış. "Eugene O’Neill Oyunlarında Kadın ve Deniz", "Tennessee Williams’ın Oyunlarındaki Cinsellik Sorunsalı", "Tarih, Olaylar ve Günümüz Amerikalı Kadın Şairleri" gibi başlıklarla üniversite öğretim elemanlarınca yazılmış çeşitli incelemeler yer alıyor kitapta. Özlem Özen de "Jane Bowles’un In the Summer House adlı Oyununda Anne - Kız İlişkileri"ne ışık tutuyor.
Edebiyat üzerine yapılan inceleme araştırma kitapları, bize yeni okuma biçimleri, yeni yaklaşımlar, alımlamamızı zenginleştirecek yeni araçlar ve kavramlar kazandırır. Bir sanat yapıtının katmanlarını görmemizi, ayrıntı zenginliğinin farkına varmamızı kolaylaştırır. Bizde inceleme konusunda son yıllarda galiba kadınlar daha üretkenler. Gürsel Aytaç’tan Dilek Doltaş’a, Yıldız Ecevit’ten Aysu Erden’e, Jale Parla’dan Bahriye Çeri’ye nitelikli inceleme verimleriyle karşılaşıyor okur.
Türkiye’deki okuru, artık Jane Bowles’un öyküleriyle, hatta mektuplarıyla tanıştırmak gerekiyor.

Bilkent Üniversitesi’nin Türk Edebiyatı Bölümü öğrencileri, inceleme ve araştırma alanında düzenli ve tutarlı olarak nitelikli ürün vermeyi sürdürüyorlar. Yıllardır çeşitli üniversitelerdeki edebiyat fakültelerinde hüküm süren sağ görüşlü muhafazakâr kesim egemenliği, kendi görüş, anlayış ve zevkleri dışındaki yazarları, akademik çalışmaların dışında tutmuştur. Sanıyorum Bilkent Üniversitesi’ndeki tarafsız tutum bu tıkanıklığın önünü önemli ölçüde açacaktır.
Benimle ilgili yapılmış iki çalışma var önümde. Her iki "master" tezi de gayet profesyonelce ve ustalıkla hazırlanmış, insana ümit veren çalışmalar. İlki, Leyla Burcu Dündar’ın "Murathan Mungan’ın Masallarında Cinsiyetçi Geleneğin Eleştirisi"; ikincisi de Fırat Caner’in "Bir İdeoloji Olarak Murathan Mungan Şiiri". Her iki çalışmada da kullanılan kavramsal araçlar, inceleme ölçütleri, yaklaşım tutarlılığı, çözümleme yeteneği edebiyatımızda eksikliği hissedilen araştırma ve incelemenin önümüzdeki yıllarda yeni bir ivme kazanacağını söylüyor.

Hem masanın üzerinde ne var göreyim, hem buraya kadar çıkmışken, azıcık da yanağımı sürteyim.
Kediler her şeyi birden ister.

Nişantaşı’na çıktığımda uğradığım kafelerden biridir So Kafe. Bir kez dekorunu beğeniyorum. Sonra tatlılarını. Bir arkadaşınızla yayılıp rahat konuşacağınız yerlerdendir. Bir de çok şık bir tuvaleti vardır. Geçen Teşvikiye Paşabahçe’ye bardak çanak almaya gittim. Hem şık, hem zevkli, hem ucuz Paşabahçe. "Yerli malı" kavramıyla gurur duyabileceğimiz birkaç kurumdan biri bence. Kavanoz kadar büyük su bardakları, koca koca tabaklar aldım. Şu sıralar iyice ucuz, aklınızda bulunsun!
Sonra arkadaşım Muzo ile So Kafe’de oturduk. Yazarların hep yazarlarla, en azından hep sanatçılarla görüştükleri sanılır. Oysa yakın arkadaşlarımın çoğu başka meslek gruplarındandır. Örneğin, Muzo bir meslek lisesinde öğretmendir. Kafeye girer girmez Yaprak Özdemiroğlu ile burun buruna geldim.
Istanbul’a geldiğim yıl kiralık ev bulamıyordum. Sırayla Yıldırım Türker’in, Zeynep Zeytinoğlu’nun ve Yaprak Özdemiroğlu’nun evlerinde kalıyordum. Bir yıl böyle göçebe hayatı yaşadım. Yaprak’la beni fizik olarak birbirimize benzetirler, "Kardeş misiniz?" diye sorarlardı. Ben, "Kan çekiyor," derdim. Yaprak’ın babası Atilla Özdemiroğlu, aslen Diyarbakır’lıdır. "Oda, Poster ve Şeylerin Kederi" kitabımda yer alan "Elma" şiirim "Yaprak’a" yazılmıştır.
Yaprak’ın Topağacı’ndaki evinde eğlenceli günlerimiz oldu. Bir yere tutunmadan yürümek zordu. Parkeler kayardı. Sık sık yere düşerdik. Koltuk ve kanepelerse, amacının tersine, oturmak için pek güvenli yerler değildi. Hayli kaygan bir kumaşla kaplı olduklarından yavaş yavaş aşağı kayar, sonunda kendimizi yerde bulurduk. Ayağa kalktığımız anda da halı kayardı. Yıldırım, "Bu evde kemerleri bağlamadan gezmek mümkün değil," derdi. Gülüşürdük. Ekrem bir gün beni o evde ziyarete gelmişti. Benim için, Artist evinde kalıyor çocuk, ayıp olur, diye düşünmüş, üç beş hevenk muz alıp gelmişti. Günün birinde karısı telefon etti Ekrem’in. Ekrem öldü, dedi. Mevlüdünü okutuyoruz. Gelirseniz ruhu sevinir. Donup kalmıştım.
Yaprak evlenmiş. Tanıyor muyum, dedim. Tanımazsın, dedi. Borsacı. Hep aydınlık, ışıklı, duru, güzel bir yüzü vardır Yaprak’ın. Arada bir televizyonda filmlerine rastladığımda durur bakarım. O evdeki günlerden birkaç görüntü eşlik eder bana. İçim ılınır.
Yeni evimi görmedin gel bir gün, dedim. İstanbul burası. Kim bilir, bir daha ne zaman?

Wim Wenders, 1983’ten beri Arizona çöllerinden Japonya tapınaklarına varana dek dünyanın dört bir yanında çektiği manzara fotoğraflarına yer verdiği bir sergi açmış Guggenheim - Bilbao’da. Gerçekten heyecanlandım. Ben zengin olmayı hep böyle zamanlar için istemişimdir. Atlayıp bir uçağa o sergiyi gönül rahatlığıyla gezip dönmek için. Ama ben fakir bir şairim, böyle hovardalıklar yapamam.
Rahmetli Memet Baydur bana Ankara’daki evinde sayısız film seyrettirmiştir. Belleğim beni yanıltmıyorsa, Wenders’in Nicholas Ray üzerine çektiği "Nick’in Filmi" de bunlardan biriydi. Ben, eski Wenders’i severim. Özellikle siyah - beyaz filmlerini. "Kentte Yaz"ı, "Alice Kentlerde"yi... Almanya’daki günlerimde kendimin Alice’i olarak o filmi ta içimde duydum. Aynı kitaptaki bir şiirim onun çok sevdiğim bir filminin adını taşır: "Zamanın Akışında".

İnceleme, araştırma, eleştiri gibi alanlar büyük bir emek, çaba ve zaman istemekle birlikte, ne yazık ki, karşılığını aynı cömertlikle alamazlar. Bu yüzden de edebiyat araştırma ve incelemeleri, ne yazık ki ancak üniversite bünyesinde yapılanlarla sınırlı kalır. Bu işe her zaman gönül bağlamış özveriyle çalışan edebiyat tutkunlarını ayrı tutuyorum tabii.
Beşir Ayvazoğlu olgunluğun gürlüğünü yaşıyor. 1992’de "Türk Çiçek Kültürü Üzerine Bir Deneme" altbaşlığıyla yayımlanan "Güller Kitabı", adının vaat ettiklerini fazlasıyla karşılayan iyi bir çalışmaydı. Benim gibi "tema" ve "trük" tutturuklarının merakını giderecek ölçüde geniş kapsamlı tutulmuştu.
"Doğumunun Yüzüncü Yılına Armağan" alt başlığıyla hazırladığı "Peyami" adlı 1998 tarihli kitabı da, her şeyden önce belli ki bir gönül borcu armağanı olarak, özenle, titizlikle hazırlanmış ciddi bir biyografi çalışması. Yalnızca Peyami Safa hakkında bilgi sahibi olmuyor, aynı zamanda bir dönem panoramasıyla karşılaşıyorsunuz. Söz Peyami Safa’dan açılmışken, Prof. Dr. Mehmet Tekin’in "Romancı Yönüyle Peyami Safa" adlı kitabını da anmak isterim.
Daha gençken diyelim, arkadaşlar arasında en çok "Sessiz Film" ya da "Çin Ruleti" oynardık. "Sessiz Film"i hepiniz biliyorsunuzdur. Bilmeyenler için, Lale Müldür’ün bu adla yazdığı nefis bir şiiri hatırlatmak isterim. "Çin Ruleti" ise aynı adla, Fassbinder’in en güzel filmlerinden birine konu olmuştur. Yıldırım Türker’le aynı takıma düştüysek, o, benim en sevdiğim roman adlarından biri olduğunu bildiği için "Bir Tereddüdün Romanı"nı sorardı. Tereddüt’ün canlandırılması zor bir şey olduğunu düşünen karşı takım için için sevinmiş olmalı. Oysa hemen bilirdim: Bir Tereddüdün Romanı.
Tereddüt’ü benden iyi kim tanır ki?
Sözü, Beşir Ayvazoğlu’nun 2000’de yayımlanan "Ömrüm Benim Bir Ateşti" kitabına getireceğim. Çok güzel bir kitap adı daha. Ayvazoğlu, geniş bir alan taraması yapmış. Bilinenleri yinelemekten kaçınmazken, araştırması daha geniş bir alana yayılıyor. Salt edebiyat tarihi için değil daha genel anlamdaki yakın tarihimiz için biyografilerin, monografilerin önemini bir kez daha kavrıyoruz.
Birkaç yıl önce, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun "Ahmet Haşim"ini okumuştum. Farklı yazarların kitaplarıyla aynı kişiye yaklaşmak anlatılanlar kadar anlatanları da söylüyor. Birinden söz ederken, söz ediş tarzımız, kurduğumuz söylem, kullandığımız ölçütler, kendi hakkımızda da bilgi verir okuyana, dinleyene. Psikoloji ve pskiyatri bilmenin ve öğrendiklerini yalnızca karşı tarafa değil, kendine karşı da kullanmanın önemine böyle zamanlarda daha çok inanırım.
Yakup Kadri’nin anlattıkları ileride "Kibrit Alevi" adıyla toplamak istediğim kitabım için bir yazı konusu esini vermişti bana; sanatçı arkadaşlıklarında olan, olmayan üzerine...

Abonesi olduğum müzik sitelerinden 101 cd.com, günübirlik indirimlerini bildirir. En son, David Bowie’nin yeni "double CDösini haber verdiler. "The Best of BBC Radio Sessions 68 - 72" alt başlığını taşıyan "Bowie at the Beeb" iki gün sonra bendeydi. Taptaze bir ses ve ruhla doldurulmuş radyo kayıtları... Her şey bir yana ciddi bir arşiv değeri var. Arada çok güzel kendiliğinden yapılmış konuşmalar var. Ayrıca yanda görüldüğü gibi güzel bir kapağı var. İçindeki fotoğraflar da öyle. Ne olursa olsun Bowie sevenler için! Bu arada "gigposters.com" diye bir adresten indirdiğim yandaki David Bowie posterinin de günün anlam ve önemine uygun olduğunu sanıyorum.
Ama bu arada bir baktım albümün bu kez de üç CD’li versiyonunu çıkarmışlar.