07.08.2017 - 16:22 | Son Güncellenme:
Filmdeki bazı sembollerin açıklaması şu şekilde yapılmıştır: Filmin hemen başında belgesel tarzında yakın çekimlerle gösterilen bir grup akrebin kayaların arasında yeryüzüne çıkmaları sahnesindeki ölümcül zehir taşıyan akrepler bizzat filmin kendisini temsil ederler. Hedefleri ise kilise, yerleşik düzen ve burjuvaların yaşam tarzıdır. Genç kız yatağında ineği bulunca hiç şaşırmaz, tıpkı evcil köpeğini kovar gibi onu nazikçe odadan çıkartır. Bu arada ineğin boynundaki çan sürekli çalar. İnek odadan çıkınca da çan sesi duyulmaya devam eder. İnek bir türlü sevgilisine kavuşamayan genç kızın anne olma isteğini sembolize eder. Zaten genç kız erkeğini düşlerken odaya girmiş ve ineği görmüştür. Bundan sonra da sevgilisini her düşlediğinde inek çanının sesini duyar.Bir hizmetçinin alevler içinde çığlık atarak zengin konukların parti verdiği şık salona dalması ve yığılıp kalması (belki de ölmesi), buna rağmen salondakilerin buna hiç aldırış etmeden sohbetlerini sürdürmeleri, aynı şekilde iki işçinin içinde şarap içtiği devasa bir at arabasının aynı salonun ortasından öylece geçip gitmesi ve hiçbir konuğun buna da aldırış etmemesi, konukların nezdinde aristokrat ve burjuva sınıfının çöküşünü sembolize eder.
İflasın eşiğindeki tüccar (Marcel André) bir oğlu ve üç kızı ile bir köyde yaşamaktadır.Kızlardan kendini beğenmiş,bencil ve şirret olan Felicie ve Adelaide,üçüncü kız Belle (Josette Day) üzerinde tahakküm kurmuş ve onu adeta bir hizmetçi gibi kullanmaktadırlar.Bir gün ormanda yolunu kaybeden tüccar karşısına çıkan garip bir şatoya girer.Kızı Belle için bir gül kopardığı esnada şatonun sahibi çıkagelir.Şatonun sahibi sihirli güçlere sahip yarı hayvan yarı insan bir yaratıktır.Tüccar'a kızlarından birisini kendisine vermediği takdirde onu öldüreceğini söyler.Kızlarından Belle babasını kurtarabilmek için kendini feda eder ve şatoya gider.Burada yaratığı tanıdıkça,onun göründüğü kadar vahşi ve acımasız olmadığını keşfeder.
Jodorowsky ilk uzun metrajlı filmi Fando y Lis ile sinema tarihine geçerken Acapulco Film Festivali’ni de birbirine katmış ve ayaklanmalara yol açmıştır. Fando y Lis’de Jodorowsky’nin -karakteristik olarak- efsanevi hikâye anlatımının içine dalarken Fando (Sergio Kleiner) ve paraplejik sevgilisi Lis (Diana Mariscal) ile birlikte çürümeye terk edilmiş şehirler boyunca -öyküsel cennet- Tar’ı bulmak için sadomazoşist bir rekabet içerisinde yollara koyuluruz ki biliriz, Jodorowsky’nin kahramanları her zaman uzun bir yolculuğa maruz kalır.
Sevgililerinden yeni ayrılmış ve mutsuz iki kişinin, sinemacı genç bir adam ve yaşını almaya başlamış bir aktrisin bir binanın diyafon sistemi sayesinde tuhaf bir şekilde tanışmaları bir davette aynı masada karşılaşıp sohbet etmeleriyle devam eder. Hayatın acıtan gerçeklerinden kaçmak için birbirlerine ihtiyaçları vardır ve bir ilişkiye başlarlar.Leos Carax’ın henüz 22 yaşındayken çektiği bu siyah beyaz ve epeyce Yeni Dalga film, Denis Lavant’lı Alex üçlemesinin de ilk ayağını oluşturuyor.
Zulawski, hemen her filminde olduğu gibi bu filmde de hız ve aşk üzerine hiç de şiire benzemeyen bir şiirsel kurgu üretiyor. Kendini günden güne yok eden bir bir aşkın çeperinde boğulan Blanche ve Lucas ikilisi tensel bir ilişki sürdürüyor.
'Die Frau' rolündeki Isabelle Huppert, psikotik bir manevrayla kendini işgal ettiğinde, etrafında dönmekte olan tüm nesneler, bir zamanlar yaşandığı kabul edilen çok katmanlı bir aşkın güncel enkazına dönüşüyor.
Sado-mazoşizm/ Mazohizm tarzında ender bir filmdir. Filmde, sevdiği kadın ile sözleşme yapan bir adam önce ismini sözleşme gereği Gregor olarak değiştirir ve kadının kölesi olmayı kabul eder. Kadından kendisine acı vermesini ister.
Çalıştığı iş yerinde patronun cinsel saldırısına maruz kalan genç kadn yaşamını konu alan Gradiva sert bir film olma özelliğini taşıyor
Evli bir adamın rüyalarında başka bir kadınla evli olarak çifte bir yaşam sürmesini konu alır. Yönetmen Jan Svankmajer tarafından yapılmış bir Çekoslovak gerilim komedi filmdir. Filmde, fotograflardan kesilerek biçimlendirilmiş animasyon ve canlı eylem segmentleri kullanılmıştır…
Göz alıcı, muhteşem ve eleştirmenler tarafından "Kanada'da yapılmış en özgün filmlerden biri" olarak övülen Léolo, nefis, garip, erotik, cüretli ve unutulması zor bir sinema yapıtı. Gecenin ortasında tek başına, küçük Léo, hatıralar, düşler ve kâbuslar sandığını açar. Diline doladığı temel mantık, "Hayal ediyorum, demek ki yokum"dur. İlginçlikle delilik arasında bir yerde duran ailesiyle kuşatılmış Léo, kendi hayaller girdabının hem efendisi hem de kurbanı olarak bir düşler ve takıntılar dünyasına kaçar. Düş dünyasında, güneşin ya da muzır bir Sicilyalı köylünün spermini taşıyan bir domatesin oğlu olduğundan emin, kendisine Léolo adını takar.
Polonyalı yönetmen Walerian Borowczyk’in yönetmenliğini üstlendiği La bête, günümüze dek yapılmış en tartışmalı ve en cesur filmlerden biri olarak kabul edilir. İnsan doğasına aykırı ve kabul edilemez çoğu tabuyu cesurca sergileyen filmin hikâyesinde, Lucy Broadhurst (Lisabeth Hummel) Amerikalı, büyük bir mirasın varisi bir kadındır. Genç kadın teyzesi Virginia (Elizabeth Kaza) ile beraber Fransa’nın bir kasabasına evleneceği adam Mathurin’i (Pierre Benedetti) ziyarete gider. Adamın babası Pierre de l’Esperance (Guy Trejan) perişan halde bir Fransız aristokratıdır. İki tarafın da aileleri ve akrabaları oldukça heyecanlıdır. Lucy ve annesi adamın evine yerleşirler. Burada ormanda yaşayan efsanevi bir hayvandan haberdar olur. Efsaneye göre evin eski hanımı bu yaratıkla cinsel ilişkiye girmiştir ve duyduğu bu hikayeden sonra Lucy kendisini bu olayla ilgili hayallerin içinde bulur.
80’li yılların başında Batı Almanya’da geçen öyküde, ayrılmanın eşiğine gelmiş Mark ve Anna’nın yaşadıkları anlatılır. Mark’tan ayrılmak isteyen Anna, neden olarak eşine geçerli bir neden sunamaz. Başka bir adam olduğunu düşünen Mark, olayı araştırır.Anna’nın sevgilisine ulaşan Mark, onun da karısından uzun süredir haber alamadığını ve Anna’nın garip davranışlarının nedenini bilmediğini söyler. Karısının peşine düşen Mark’ın olayın daha ciddi, karanlık ve doğaüstü boyutlarda olduğunu öğrenmesi pek uzun sürmeyecektir. Andrzej Zulawski'nin fantastik, korkutucu ve sürreal öğelerle anlattığı Possession, gösterildiği dönem bazı ülkelerde yasaklanmış, bazılarında ise sansüre uğramıştı.
Walter (Daniel Mesguich), amacı pek de açık olmayan gizemli bir 'organizasyon'un ajanıdır ve bir süredir kendisine görev verilmemiştir. Bir gece can sıkıntısıyla içki içtiği barda güzel ve esrarengiz bir kadınla (Gabrielle Lazure) dans eder, ama henüz adını bile öğrenemediği bu kadın (sonradan adının Marie-Ange olduğunu öğrenecektir) ortaya çıktığı gibi aniden ortadan kaybolur. Aynı gece gizemli patroniçesi Sara (Cyrielle Clair)'dan aldığı ani emirle küçük bir zarfı Corinthe Kontu Henri'ye teslim etmek üzere arabasıyla yola çıkan Walter, tenha bir yolda giderken yerde bilinçsizce yatan, elleri arkasından zincirle bağlanmış yaralı bir kadına rastlar ve onun barda dans ettiği kadın olduğunu anlayarak arabasına alır ve ışıklarını gördüğü yakınlardaki bir villaya gelerek hastaneye telefon etmek ister. Bu gizemli villada smokin giymiş birbirinden tuhaf adamlar bir parti vermektedirler. Partidekiler ikisini bir odaya kapatırlar ve kapıyı üstlerinden kilitlerler. Walter ve elleri anlaşılmaz bir biçimde kendiliğinden çözülen Marie-Ange bu odada tuhaf bir biçimde seks yaparlar. Walter sabah uyanınca Marie-Ange'nın gitmiş olduğunu görür ve boynunda da vampir ısırığına benzeyen, kanayan bir yara oluştuğunu farkeder. Görevine geri dönen Walter zarfı teslim etmeye gittiğinde kontun kalp krizinden ölmüş olduğunu görür.
Can sıkıntısı içindeki kızlı ekekli bir grup üniversite öğrencisi, derslerinin dışındaki zamanlarda fakültelerinin tam karşısında bulunan "Cafe Eden" (Cennet Kafe) adlı bir mekâna takılmaktadırlar. Lunaparklardaki aynalı odaları ve bulmacalardaki labirentleri andıran çelik ve camdan yapılmış dekorlarıyla, devasa pop art posterleriyle fütüristik ama tuhaf görünüşlü bu büyük kafeteryada yaşlı bir garson ve kendilerinden başka ortalarda kimseler gözükmez. Gençler garsonun getirdiği kokainli limonatalardan içerler. Doğru düzgün bir uğraşıları olmayan yaklaşık yirmi kişiden oluşmuş bu gruptan hiç kimsenin yüzü gülmemektedir. Bir macera arayışı içindeki bu gençler bunalmış ve bıkkın tavırlarıyla sürekli aralarında küçük ama ciddi gibi gözüken oyunlar oynarlar. Kimi zaman kuru sıkı tek bir mermiyle oynanan Rus ruleti benzeri bir oyun, veya içkiye karıştırılan sahte zehirlerle oynanan başka bir oyun, hep bir cinayetin ve ölümün provası şeklinde cereyan eder. Oyunun sonunda düzenlenen garip müzikli cenaze törenine en sonunda, uzatıldığı cenaze platformuna eliyle vurarak tuttuğu ritimle 'maktûl' de katılır. Oynadıkları diğer oyunlar arasında toplu tecavüzler, eşcinsel taklitleri vb de vardır. Bütün bu oyunlar büyük bir ciddiyetle oynandığı için başta seyirci tarafından gerçekmiş gibi algılanır.
Anna’nın hayatını tanımlayan ve hassas olan 3 ana olay vardır. Gerçek ve renkli fantezileri gittikçe daha bunaltıcı olmaya başlar..
İnsanların sevgiye, aşka olan açlıkları, kafa karışıklıkları ve en çok da zaafları üzerine bir dramatik komedi olan film pek çok karakterin hayatına tanıklık ediyor. En çok öne çıkan hikaye ise bir baba, onun sevgilisi, en küçük oğlu ve oğlunun kız arkadaşı çevrsinde geçiyor. Büyük yalanlar, terkedişler, ve güven ve beraberlik için sonsuz arzularımıza dair bir film olan yapımın yönetmen ve senartisi ise Roy Andersson.