Kültür SanatDeniz Tarafındaki Kale’den esen rüzgar şiire dönüştü

Deniz Tarafındaki Kale’den esen rüzgar şiire dönüştü

17.07.2017 - 14:56 | Son Güncellenme:

Onu bir çoğumuz edebiyat dergilerindeki yazılarıyla tanıdık. Türkçe kelimelerle kurduğu eğlenceli oyunla mizah yazınında kendince bir dil oluşturdu ve yıllar içinde kendine hatırı sayılır bir okur kitlesi edindi.

Deniz Tarafındaki Kale’den esen rüzgar şiire dönüştü

Vedat Özdemiroğlu bu kez kelimelerini Beşiktaş’ın efsaneleri üzerine dizdi. “Deniz Tarafındaki Kale“adlı kitabıyla şiirimizde pek alışık olmadığımız portre şiirleri yarattı. Baba Hakkı’lardan aldığı topu malzemeci Süreyya’ya kadar ulaştırdı ve okurları deniz tarafından esen yelle soluk alan Şeref Stadı’na çağırdı.

Haberin Devamı

Deniz Tarafındaki Kale’nin şairini çok sevdiği Beşiktaş özelinde futbolu, futbolun sosyolojik yansımalarını futbolun dışına çıkarak Kör Tuğrul’dan Shopenhauer’a kadar geniş bir yelpazede konuştuk.

Uğur Ugan: Futbol eskiye nazaran daha kollektif bir stil halini aldığından beri içinden ikonlar çıkarmaz oldu. Eskiden takımını sırtlayan ya da takımlarıyla özdeşleşen figürler görürdük bugün yenilgide de zaferde de hep hesabı takımlara kesiyoruz. Bireysellik ve kollektivizm bağlamında futbol oyununu açarsak bunu nasıl yorumlarsınız. Artık ikonlar yok mu futbolda?

Vedat Özdemiroğlu: İkonlar var aslında ama eskiye göre daha çok artması gerekirken eskiyle aynı. Halbuki sanayileşti futbol. Her futbolcunun menajeri var. Bütün detaylarıyla anlaşmalar yapıyorlar. Eskisi gibi yöneticiye ‘tamam hocam’ deyip evine giden adamlar yok. Buna rağmen işlerin bu kadar ciddileşmesine ve daha business hale gelmesine rağmen yine de doğal yeteneklerde fazla bir artış yok. Eskinin yıldızları daha hakedilmiş yıldızlardı. Şimdi imkanlar ve paralar daha çok ama sayı aynı.

Haberin Devamı

“Her zaman bir tane adamı serbest bırakacaksın”

U.U: Eskiden insanlar futbolcularla özdeşleştirirdi kendini ve onların yaptığı o bireysel yetenekleri izlerlerdi ama şimdi futbol bir takım oyunu oldu ve bir takımın bütününü izler gibiler sanki.

V.Ö: Nihayetinde birer şirket gibi yönetiliyorlar ve şirketler ciroya bakarlar. O yüzden teknik direktörler sahayı 16'ya bölüp çalıştırıyorlar. Tam bir ritm oyunu oldu. Herhangi bir sağ bek gittiğinde gelen sağ bek onun aynısını yapacak mı diye bakıyorlar. Halbuki futbolcular kendi özellikleriyle de futbolu var ederler. O biraz gözardı ediliyor. Sağ bek için bu mümkün olabilir ama futbol benim gözümde 10 artı 1'dir. Bir tane bir adamı serbest bırakacaksın. Bu mesela oynadığı takımlarda; Sergen'dir. Sergen'e 40 metreden üst köşeye topu bırak diye bir taktik veremezsin. 3 kişiyi yana yatır kaleciyi de çalımla diyemezsin. Bir kişinin serbestisi olsun. Ona öyle hücum, pres falan vermesinler.

Deniz Tarafındaki Kale’den esen rüzgar şiire dönüştü

U.U: Bunlara bir nevi mesihyen-kurtarıcı figürler dahi diyebiliriz. Artık bunların olmayışı futbolu biraz renksizleştirdi sanki?

Haberin Devamı

V.Ö: Evet dediğin şey çok önemli. Yine Messi'nin Arjantin'den çıkmış oluşu, 3. dünyanın daha çok duyuluyor oluşu, Muhammed Ali'nin boksta yaptığının çeşitlemeleri gibi Pele'nin, Maradona'nın varlığı. Çünkü onlar Brezilyalı, Arjantinli bize daha yakınlar. Avrupa'nın bence en büyüğü Cruyff'tur. Cruyff bile oranın asisi. Bence gelmiş geçmiş en iyi Avrupalı Cruff'tur.

U.U: Neden Cruyff?

V.Ö: Estetiğiyle, kişiliğiyle, oyun zekasıyla tartışmam. Küçük bir örnek vereyim; Hakem kırmızı kart gösterecekken Cruyff'a arkanı dön diyor o da şortumda da yazıyor diyor. Orada da 14 yazıyor çünkü. 14 numarayı ömrüm boyunca unutamam herhalde. Bir libero olarak imparator lakabını aldıysa bir düşünmek gerekir. Çünkü diğer starların hepsi golcü.

U.U: Sizin çocukluğunuzda kaleci Dino Zoff da vardı. Kalecilerden de star olabiliyorlar demek ki…

V.Ö: Neden eskisi gibi kahraman kaleciler yok. Son örnek Juventus’un kalecisi Buffon. Çok beğendiğim adam. Oturup konuşmayı çok isterdim. Kim bilir ne detaylar vardır onda.

Haberin Devamı

“Süleyman Seba Beşiktaş’ın Atatürk’üdür!”

Deniz Tarafındaki Kale’den esen rüzgar şiire dönüştü

U.U: Bu konuyu biraz Beşiktaş üzerinden açmak istiyorum. 1940’lar 50’ler Baba Hakkı’lar Şükrü Gülesin’ler dönemi, 70’ler Vedat Okyar’lar Yusuf Tunaoğlu’lar, 80’ler Metin-Ali-Feyyaz’ları görüyoruz, 90’larda ise Rıza’lar Şifo Mehmet’ler var. Ama 2000’lere gelince buna karşılık gelecek bir futbolcu tipi yok. Bunu neye bağlarsınız?

V.Ö: Paranın ve menajerlerin çok girmesine bağlıyorum. Daha emperyalleşti bütün kulüpler. Gordon Milne’nin öğrencileri bir ekol oluşturdu. Başlarında zaten ‘Mahmut Hoca’ gibi bir Süleyman Seba vardı. Süleyman Seba Beşiktaş’ın Atatürk’üdür! O öz kaynaklarla başarıya ulaşıldı. Metin-Ali-Feyyaz’ın başımın üstünde yerleri vardır ama bir tek onlara indirgemek yanlış oluyor. Ziya Doğan vardı. Gelmiş geçmiş en kalpten oynayan Beşiktaşlıdır. Ellerinden öperim. Saygılarımı sevgilerimi iletin. Kendisi için ne yazılsa azdır. Çok kalpten oynardı. Daha ortada savaşan futbolcu tabiri yokken o savaşıyordu. Kazanma azmi çok yüksek bir adamdır. Ziya’nın olduğu takım kolay yenilmiyordu. Fikret Demirel vardı Sergen Yalçın’ın habercisi diyorum uzaktan frikikleri müthişti. Çok nazlı, estetik ama çok yetenekli bir oyuncuydu. Top onun ayağına geldiği zaman bütün tribün ne olacağını beklerdi. Çünkü hiç akla gelmeyen bir şey yapardı.

Haberin Devamı

“Sinirlerine hakim olmak bir Beşiktaşlının en büyük özelliğidir”

U.U: Bu konuda örnek verilebilecek son Beşiktaşlı İbrahim Üzülmez’di bence. Katılır mısınız?

V.Ö: Katılmıyorum. Diğer efsanelere ayıp olur. Çok nevi şahsına münhasır bir adam ama sinirlerine hakim olmak bir Beşiktaşlının en büyük özelliğidir. Eline diline beline hakim olacaksın.

U.U: Öyle olmasaydı da ‘Deli İbrahim’ olmazdı o zaman…

V.Ö: Doğru. ‘Usludan yeğdir delimiz’ Biz gene seviyoruz onu.

Deniz Tarafındaki Kale’den esen rüzgar şiire dönüştü

U.U: İlk kahramanınız kimdi?

V.Ö: Yine bir kaleciydi; Sabri Dino. Ben 1968 doğumlu bir çocuğum. Bizim ailenin isimleri Beşiktaşlı futbolculara göre kurulmuştur. Annemim kızlık soyadı Kartal. O taraftan da Beşiktaşlıyız. Dedem Ethem Özdemiroğlu çok koyu Beşiktaşlı. Annemin babası Ahmet Kartal çok koyu Beşiktaşlı. Ahmet Kartal olduğu için abimin adı Ahmet. 1968’de ben doğuyorum. 7 Kasım Perşembe günü. İki gün sonra 9 Kasım’da Beşiktaş-PTT maçı var. Babam diyor ki; golü kim atarsa onun adını koyacağım. Ahmet hariç tabii. Bir de Macar Kuzman hariç. Kuzman diye isim olmazmış hakikaten.

U.U: Çok karizmatik olmaz mıymış; Kuzman Özdemiroğlu. Kuzman’ın fonetiği Türkçe’ye uygun Macarca sonuçta.

V.Ö: Olsa olurdu neler var Kazmir Pamir diye adam var. Kuzgun desen değil. Kuzman’a da baktım çok iyi golcü. Bir de babam demiş ki Davut da atmasa iyi olur.

Sonra penaltı olmuş. Sanlı kullanmış penaltıyı; top kaleciden dönüyor ve Vedat Okyar tamamlıyor. Böylece benim adım da Vedat oluyor.

U.U: Sanlı atsaydı bundan memnun olacak mıydınız.

V.Ö: Şu an Sanlı Özdemiroğlu’yla görüşüyor olacaktın. Ben Vedat Okyar’ın adını aldığım için çok memnunum. Oyun stilini çok beğeniyorum. Sonrasındaki yazarlığı da bir değişikti. Garip benzetmeleri olan biriydi. Juanfran için ‘sahte okey’ demişti mesela. Her iş yerinde bir ‘sahte okey’ vardır. Röportajı okuyacaklara bir ödev olsun; kendi müesseselerindeki sahte okeyleri tespit etsinler!

Deniz Tarafındaki Kale’den esen rüzgar şiire dönüştü

Uğur Ugan: Dünyada takım tutma eğilimleri ya dinsel ya mezhepsel ya siyasal ya da sınıfsal ama Türkiye'de insanları Galatasaraylı, Fenerbahçeli, Beşiktaşlı yapan bunun gibi nedenler yok. Bu yönüyle Beşiktaş'ı diğerlerinden farklılaştıran ne?

Vedat Özdemiroğlu: Beşiktaş'ı farklılaştıran bir şey yok. İnsanın doğduğu evin takımı Beşiktaş olur diğerleri farklıdır ben öyle bilirim. Çocukken bütün çocukların babaları Ecevit'i seviyorlar onun için Beşiktaşlılar sanıyordum. Ecevit, Beşiktaş, Cüneyt Arkın, Türkan Şoray sevilir diye bilirdim ben.

Uğur Ugan: Peki aynı şeyi; Ecevit'i, Türkan Şoray'ı, Cüneyt Arkın'ı seven Galatasaraylı, Fenerli yok muydu etrafınızda?

V.Ö: Vardır ama ben onu ne yapayım . O bütün bir paket. Bayrağımız ay yıldızdı, bir de siyah beyazdı. Beşiktaşlılık öyle yerleşmiş bize.

U.U.: Beşiktaş'ı kimlik olarak diğerlerinden farklılaştıran bir şey var mı? ‘Beşiktaşlı kimyası böyle, GS'li, FB'li kimyası böyle’ diyebileceğiniz bir şey...

V.Ö: Kimlik, kimya o işleri bilmeden Beşiktaşlı olduk. Sonradan analizini yaptık onların. Hakikaten de insanın ömründe tesadüf diye bir şey yok. Bütün Beşiktaşlılar da hissediyordur aynı şeyi. Saydığın şeylerin hiç biriyle Beşiktaş'ı açıklayamazsın yani sınıfsal, dinsel falan ama hepsini de içerir bir yandan da. Sosyopolitik yansımaları var Beşiktaşlı olmanın.

U.U: Mesela?

V.Ö: Mesela mazlumdan yana bir taraftar. Bu bütün parametreleriyle olmamakla beraber sola çekiyor biraz. Beşiktaş taraftarı genel yaklaşım olarak sol. Bu bir rastlantı değil.

“Vücut dilinin muhabbetidir futbol”

Deniz Tarafındaki Kale’den esen rüzgar şiire dönüştü

U.U: “Hayat ve ahlak hakkında bildiğim her şeyi futboldan öğrendim. Hep ters köşeden gol yedim” demiş Albert Camus. Bildiğiniz gibi kaleciliği de var. Ama futbola dışarıdan bakıldığında bir topun, birkaç tane kuralın ve hemen herkesin üzerine yorum yapabileceği çok lümpen de bir iş olarak da görülmüyor mu?

V.Ö: Katılmıyorum. Bir kere insanın içinde olduğu her şey şiirseldir. Kainatla ilgili bütün durumlar çok şiirsel bir durum. Hele ki kuralları zekice belirtilmiş, tempoya ve zekaya dayalı bir oyun bence lümpenlikle hiç alakası olmayan olimpik bir durum.

U.U: Üzerine yapılan yorumları lümpence bulmuyor musunuz?

V.Ö: Holiganın lümpenleşmesiyle futbolun tertemiz kurallarının hiçbir alakası yok. Kuralları olan olimpik bir oyun lümpenliğe en büyük tavırdır. Lümpene bırak lagalugayı gel paslaşmayı öğren diyorsun. İskeletin hayata katılış biçimidir, iskeletin muhabbetidir futbol! Vücut dilinin muhabbetidir. İskeletin arkadaşlığıdır. Takım arkadaşlarıyla yardımlaşmasıdır.

U.U: İşin içinde insana dair bir çok hikaye var; zafer, yenilgi, hüsran, mücadele, kolektif bir yaklaşım, bireysel beceriler…Buradan bir çok hikaye üreyebilir mi?

V.Ö: Evet ne kadar önemli. Bir millete mensup olmaya da benziyor. Sevmediğin adamla aynı takımdasın. Senin paslarını alamayan bir adam var. Çok da iyi bir arkadaşın ama yetersizliğini görüyorsun. Takımdan kesildiği zaman arkadaşın için üzülmekten çok takım için sevinmek bu durum. Ekip çalışması yapan herkes bunu bilir.

“Futbol işçilerin balesidir”

Deniz Tarafındaki Kale’den esen rüzgar şiire dönüştü

U.U: Sosyolojik açıdan ‘ezilenlerin afyonu’ olarak görüyor musunuz futbolu?

V.Ö: ‘İşçilerin balesi’ olarak görüyorum. Sporla afyonun bir alakası yok. Tabii buradaki afyonu uyutma manasında kullanıyorlar. Derler ki Salazar’ın 3 F’si; futbol, fada, fiesta biliyorsunuz. İnsanın hayatından futbolu, eğlenceyi, türküleri kaldırdığın zaman biz Doğu Alman gibi seminerde can vereceğiz öyle mi! O bence kapitalizmin ters propagandası.

U.U: Futbolun bu kadar yaygın ve etkin olduğu ülkelerin geri kalmış ülkeler olmasını neye bağlıyorsunuz?

V.Ö.: Hem geri kalıp hem de futbolla ilgilenmeseler daha mı mutlu olacaklardı. Futbolla ciddi anlamda ilgilenen ülkelerde bir taktik ve oyun zekası gelişmiş demektir. Bu o kadar da kötü bir şey değil. Yani şiddeti, lümpeni, cam kırmak için bahane arayan, bireysel çıkış noktası bulamamış kardeşlerimizi bu tanıma almıyorum. Bir sürü başarılı teknik adam ve tertemiz bir niyetle oyun oynayan insan var. Fenerbahçeli Mehmet Topal’ın oyun disiplini çok beğenirim mesela. Her hafta yeniden örnek oluyor.

“Maradona ruhu işçi olan son yıldız”

Deniz Tarafındaki Kale’den esen rüzgar şiire dönüştü

U.U: Görsel olarak şöyle bir yorum yapsam çok mu absürt olur; İnsanoğlunun hayatındaki yavanlığından dolayı ürettiği oyunun çok basit ve yalın oluşu, bu oyunun bu kadar zeka gerektirmeyen bir oyun olması ve insanların kitleler halinde bunu izliyor olması çok ilginç değil mi?

V.Ö: Yanlış değil ama eksik. Ayakla oynanıyor futbol. İnsanoğlu elle her şeyi yaptı. Buharlı trenlerden buzdan yapılan otellere kadar her şey elle yapıldı.

Futbol ayakla oynandığı için erkek oyunudur. Ayağına hakim olan adamdır. Çünkü ev kadınındır, kadın hep kalmıştır. Adam savaşa gider, denize açılır, maden ocağına iner. Sokak adamındır, ev kadınındır. El kadınındır, ayak adamındır.

Bende büyük bir mucize gibi seyrediyorum büyük basketbolcuları ya da yıldız voleybolcuları ama el her şeyi yapıyor zaten. Ama Hagi’yi bütün onlardan ayıran bir iki gol var. Ayakla 40 metreden gol attığın zaman aynı hadise olmuyor. Ayak zor bir şey ayakla yön vermek. Yani bu fark var. Driplingle rakip takımdan 5 kişiyi geçip smaç yapmayla Maradona’nın 6 kişiyi çalımlayıp gol atması aynı şey değil. O böyle tanrı vergisi vücudunu da koruyacak, tökezlemeyecekti ne de zekada bir eksiklik yapacak. Bir yandan da soğukkanlı biri olman lazım. Orada büyük bir ahlak var işte. Orada işçi sınıfının kıvanç duyacağı bir ahlak var. Ancak ruhu işçi olan bir adam bunu yapabilir. Maradona nedir; ruhu işçi olan son yıldız. Geçmiş olsun şimdi o yok ya da ben yaşlanıyorum bilemiyorum.

“Oyun, materyallerini aşar”

Deniz Tarafındaki Kale’den esen rüzgar şiire dönüştü

U.U: Hayatın libidinal bir enerjisi olduğunu düşünürsek böyle bir enerjiden dolayı erkeklerin fiziksel olarak kadınları izlemesi gerekmez mi? Voleybol, tenis gibi. Erkeklerin erkek izlemesi çok tuhaf değil mi?

V.Ö: Çok ince bir soru. Kadın futbolu izlemek benim için bir işkence oluyor. Alıştığım formu bozuyor. Özellikle voleybolda kadınlar çok seksileşebiliyorlar. Bir insanı seksi yapan şey bakışlarıdır. Orada yoğunlaşmasını görüyorsan ve karşı cinssen ona kayıtsız kalamıyorsun. Bununla beraber kadınla erkeğin bittiği bir şey vardır. Adamlar 36 saat boyunca poker masasından kalkmıyorlar. Kadınlar sadece kartlar adamlar sadece valeler ve papazlar. Oyun materyallerini aşar. Zihinde yarattığı etki hepsinden daha etkilidir. Sabah derbi maçı vardır ve maçı alacağını düşünürsün. O sıradan bir şeydir ama o kendi gerçekliğiyle büyüye büyüye yaşadığın bir durumdur.

U.U.: Kişi hemcinsini izlerken kendini onunla özdeşleştiriyor mu sizce?

V.Ö: Çocukken öyle idollerin olur. Bizim santraforumuz Sanlı’ydı, Paunoviç’ti. Mahalle maçı yaparken ben diyordum; dönerek vurdum Paunoviç gibi. Futbolun genelinde erkeklerin yardımlaşması ve topun girmesi, kabaca topun sokulması olduğu için seksüel izdüşümü çok güçlü. Bilardo gibi. Amerikan bilardo tamamen deliğe sokmayla alakalıdır.

U.U.: Orada da subliminal olarak fallik nesne mi var diyorsunuz. Yani ilhamını ve hazzını buradan mı alıyor?

V.Ö: Golün seksle özdeşleşmesi budur. “Çakmak” “sokmak” “koymak” bu ona tekabül ediyor evet.

U.U: Buna rağmen kadınların futbola ilgisiz kalışı tuhaf gelmiyor mu? Bir çok yakışıklı, atletik erkekler var. Tarih boyunca tribünlerin erkek izleyen kadınlarla dolup taşması gerekmez miydi doğal olarak?

V.Ö: Var ama makul miktardalar çünkü doğasında bir erkeklik var. Avcılık gibi. Ava da kadın gider ve münferittir ya da bundan niye zevk alınır diye çok düşünür bir kadın.

U.U: Erkeği güçlü görmeyi sevmez mi bir kadın?

V.Ö: İtalya milli takımı maçlarını hiç kaçırmayan güzel bir kız tanımıştım. İtalyanların yedekleri bile çok yakışıklı diyordu kız. Bu bakış da var tabii. Nuno Gomez’i çok fazla kadın beğenirdi.

U.U: Buna rağmen medyada bu kadar az kadın yorumcu olması…

V.Ö: Güzel ve duruma hakim sunucular görüyorum bazen. Yorumcu da olmalı tabii ki ama daha ziyade erkek işi. Barbie bebek gibi bir şey. Yani Ken de var ama Ken aksesuar asıl önemli olan Barbie. Barbie bebekle kız oynar topla erkek oynar.

U.U: Kadınla erkeğin birlikte yapabileceği bir spor yok mu. Bence tenis olabilirmiş mesela…

V.Ö: Evet niye karışık bir dal yok. Federer'le Williams beraber oynayabilir.

U.U: Futbolda böyle bir şey olsa izler miydiniz?

V.Ö: Hayır izlemezdim. Bireysel sporların hepsine olur. Mesela yüzme de karışık olsun. Takım sporlarını karıştırmamak lazım. Çok büyük aşklar yaşanır o zaman.

Deniz Tarafındaki Kale’den esen rüzgar şiire dönüştü

U.U: Futbolda eşcinsel bir figür görmek mümkün mü peki…

V.Ö: Eşcinsel dünyanın her yerinde var. Futboldan daha eski eşcinsellik çünkü. Biz çocukken İtalyan milli takımından Rossi’yle Cabrini aşıklarmış birbirine diye bir geyik yapılmıştı.

“Bir derbi maçı almış olmakla yeni bir kitabımın çıkmış olması arasında fark yok!”

U.U: Futbol görsel anlamda izlemesi estetik bir şey mi?

V.Ö: Onu estetik yapan kazanma arzusu. Ava benziyor. Avı kendi okunla atıp vurmuş olursan golcü sensin. Hepimizde o mızraklar var ama birimizin mızrağıyla avı devirince o gol demek. Bize prim verilmiyor tribünde izleyince ama o moral duygusu her şeyden fazla. Bir derbi maçı almış olmakla yeni bir kitabımın çıkmış olması arasında fark yok!

U.U: Cidden o denli hissediyor musunuz?

V.Ö: Ha çok iyi bir yazı yazmışım ha biz çok iyi bir deplasmanda güçlü bir takımı yenmişiz

U.U: Bunun size somut hazzı ne? Ertesi gün hayatınıza devam ediyorsunuz.

V.Ö: Bana Beşiktaş şiirleri yazdıran neyse o. Bana göre şiir hayatın her yerinde ağırdır. Maça giderken pardesümü bırakır gibi şairliğimi bırakamadım. Dur biraz da holigan olayım sonra şiire dönerim diye bir şey olmaz.

“Şiir kılık değiştirmiş bir sultan gibi gezer hayatın içinde”

U.U: Futboldan şiir üretmek peki…Futbol şiirsel bir oyun mu?

V.Ö: Bence yeteri kadar şiirsel bir oyun. Yani tiyatro kadar şiirsel değil tabii. Şiir kılık değiştirmiş bir sultan gibi gezer hayatın içinde. Nereye konacağını bilemezsin. Bütün şiirler bir varsayımdır esasen. Şükrü Gülesin’in kornerden resmi maçlarda 32 gol atması benim için çarpıcı bir öğedir.

“Beşiktaş tarihinin en değerli golü…”

Deniz Tarafındaki Kale’den esen rüzgar şiire dönüştü

U.U: Hatırladığınız en şiirsel gol hangisiydi o zaman?

V.Ö: Fenerbahçe’yi 4-3 yendiğimiz maçta Koray’ın son golü. O golü kimin attığının çok büyük bir önemi yok. “Rıza Efendi, iki ekmek bir süt” pankartının açıldığı maçta atılan son gol; Beşiktaş tarihinin en değerli golüdür. En önemli olmayabilir ama en değerli golüdür.

U.U: Beşiktaş’ın en şiirsel futbolcusu kimdi?

V.Ö: Tuğrul Şener. Kör Tuğrul da denir çünkü kör bir futbolcuydu. Sol açıktı. “Sen sahaya soldan baktın biz hayata” dedim şiirimde. Normal bir adam değildi. Tek gözü kör bir adamın kanat oyuncusu olması da Beşiktaş’a nasip oldu.

“Lucescu zaten filozoftu… “

U.U: Türkiye’de futbol genelde biraz erkek dilinin hakim olduğu kabaca bir söyleme sahip. Türkiye’de futbolu felsefe diline yakınlaştırdığını düşündüğüm iki isim var; Lucescu ve Bilic. Sizce futbolu yalnızca futbol olarak algılamanın dışına çıkaran başka futbol filozofları oldu mu?

V.Ö: Filozof düşünür demek. Mesleğini hayatın içine yedirdiğin zaman bir filozof adayısın zaten. Derinleştiğin zaman da filozof olma ihtimalin yükseliyor. Salah Birsel çok iyi bir şairdi ve bir bankada çalışmış bir dönem. Oradaki işini aksatmamakla beraber gidip gelirken trende falan arada bir çay molası verip şiir yazıyormuş. Mesai biter bitmez şiirine dönüyormuş. Bir yandan o işi yapmak zorunda. Lucescu belki zaten filozoftu da sonra futbola girdi. Yani ne olsa o filozof olacaktı zaten. Bir teknik adamın neden filozofa benzediğini değil de niçin benzemediğini konuşmak gerekiyor aslında.

U.U: Türkiye için bu biraz lüks değil mi?

V.Ö: Bizdeki örnekler hep otorite, abi örnekleri. “Bir meselen olursa, gel çözeriz” tarzında. Bu başkanından, teknik direktörüne kadar böyle. Motivasyonuyla ünlü olan şeyler geçen yüzyılda kaldı. Sen bu çağın futbolcusunu nasıl ve ne diye motive edeceksin. Motive olmayan adam nasıl o antrenman sahasına gelir. Artık iş başka bir yerlere döndü. Yalnızca motivasyon gücüyle var olmak gülünç bir durum aldı. Teknik bir strateji bir açılım çağı var artık.

U.U: Lucescu da Bilic de sosyalist ülkelerden gelmiş iki figürdü. Ülkelerinde yaşanan sosyalizm deneyimini en azından söylem bazında futbola da yansıtmaya çalıştılar. Bunun Türkiye’de alışılmışın dışında felsefik yorumlar kattığını düşünüyor musunuz?

V.Ö: Lucescu’nun Shopenhauer’le ilgilenmesi benim daha çok ilgimi çekmişti. Oyun düzeni de benziyordu Shopenhauer’e. Hasar görmeyi arzu etmeyen bir ruh hali. Gol yemeyi zul addediyordu Lucescu. Shopenhauer de analiz etmekten kadına olan şehvetini yitirir. Önemli olan orada gol yememesi değil golü attıracak özgüvende adamlarla oynuyordu.

“Hem Japon hem Brezilyalı olmak”

Aslında gözlerimizin önünde çok dramatik bir durum yaşandı. Ahmet Hassan gibi bir futbolcu yeterince forma bulamadı Beşiktaş’ta. Büyük şanssızlık Sergen Yalçın’a yedek olmak çok zor.

U.U: Ahmet Hassan yetenekli miydi peki?

V.Ö.: Ahmet Hassan çok yetenekliydi. Hagi’den sonra Türkiye’ye gelmiş en yetenekli ikinci futbolcuydu. Sonradan tarih beni haklı çıkardı ben o zamanlar da övdüm. Ahmet Hassan gibi yedeği var Sergen’in. Ne büyük konfor. Ben kesinlikle oyundan çıkarken üzülmedim. Sonradan 3 tane Mısır kupası aldılar. Kaptan Ahmet Hassan’dı üçünde de. Ben gurur duyuyorum onunla. Çok iyi bir Beşiktaşlı tertemiz bir çocuktu.

Ben Tabata’yı da sevmiştim. Çoğu insan sevmez. Onun tekniğine bayılıyordum.

U.U: Tabata futbolundan çok geldiği parayla konuşuldu…

V.Ö: İyi para etmek de suç oldu! Başarının cezalandırılması bu. Hayırlı olsun diyeceğine kaç milyon dolar diye konuşuluyor. Sana ne be adam. Hangi otoparkçının hangi bodyguardın parasına kafayı yordun ki bugüne kadar. Bir sürü gizli işsiz var. Tabata’nın parasına niye kafayı takıyorsun ki. Hem Japon hem Brezilyalı olmak ne demek harika bir olay.

“Türkiye’de golü en iyi bilen adam; Şenol Güneş”

Deniz Tarafındaki Kale’den esen rüzgar şiire dönüştü

U.U: Futbolda ağırbaşlılık, beyefendilik bakımından Şenol Güneş figürünü nasıl buluyorsunuz. Şenol Güneş’in bizim futbolumuza kattığı değer nedir?

V.Ö: Çok renkli bir adam Lucescu’ya göre ama Bilic’e göre değil. Şenol Güneş gibi bütün ömrünü gol çıkararak ve golü kurtarmayı düşünerek geçirmiş bir adamın bu kadar hücum oynatması enteresan bir durum. Bence o gelen forvetlerden öğrendi hücum oynamayı. Avrupa’ya çok çıktı Şenol Güneş. Bir dönemin bütün futbolcularıyla karşı karşıya kaldı. Nerede hata yaptıklarını çok iyi biliyor. Golü en iyi o biliyor. Türkiye’de golü en iyi bilen adam; Şenol Güneş.

Müthiş bir usta. Kibir ve motivasyonla geçinen ekipler amiri gibi teknik direktör ruhuna göre gizli bir abi. Hocalığına kimse bir şey diyemez ama bir yandan da bilirsin ki o senin abindir. Kişisel mevzularını konuşabilirsin. Zaten kişisel mevzularını konuşamadığın biri senin hocan olamaz.

U.U: Beşiktaş’a en yakışan teknik direktör kimdi?

V.Ö: Teknik olarak Gordon Milne, direktör olarak Şenol Güneş.

U.U: Kitabınız Cemal Süreya’nın portre yazarlığı diye tabir ettiğimiz türünü anımsatıyor biraz. Bu yönüyle bakacak olursak edebi bir tür olarak ‘portre şiiri’ diyebilir miyiz.

V.Ö: Tam da onu yapmaya çalışıyorum; portre şiirleri. Beşiktaşlı futbolcular bende ayrı bir duygu yaratıyor. Benim odak noktam Beşiktaş’tır. Benim efsanelerim Beşiktaş’a aittir. Onların oyun stillerine uygun bir teknikte onar dize yazıyorum.

U.U: Neden onar dize?

V.Ö: Başlığıyla beraber 11 oluyor. Bir diziliş gibi görüyorum onu. Bir standart koydum kendime ilk yazdığım Lucescu şiiri 10 dizeydi. Derdimi de anlatabildiğimi gördüm. Bir örnekle derdini anlatabiliyorsan o çeşitlenebilir.