31.10.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
Egemen Limoncuoğlu - 80’li yıllara adım atarken Pink Floyd önce rock sonra da müzik tarihinin en büyük isimlerinden biri olmuştu. 60’larda Londra’da üniversite öğrencisi (ve okul arkadaşı) Roger Waters ile davulcu Nick Mason’un temelini attığı grup evrile evrile devasa bir yapıya dönüşmüştü. Başlarda her şey savaş yıllarında doğan çocukların yıkıntılar ve mecburen girilecek ömür törpüsü işlerden kaçmak üzere Londra’ya, Londra’nın sunduğu rengârenk ve frapan dünyaya kaçışından ibaretti. O genç insanlar birbirlerini bulup gruplar kurdu. Rock dediğimiz şeyin kurallarından epey bir kısmını yazdı. Roger Waters ve Nick Mason da o çocuklardandı. Kadro değişiklikleri, isim arayışları derken Richard Wright ve Syd Barrett’in katılmıyla bildiğimiz Pink Floyd hayat buldu. “Hangisi Floyd?” sorularına muhatap oldukları, halbuki grubun ismini Pink Anderson ile Floyd Council adında iki blues müzisyeninden devşirdikleri o günler. Önce psikedelik sesler ve rock, sonra film müzikleri, daha uzun ve komplike şarkılar, o şarkıların hakkını sahnede vermek üzere tasarlanmış dekorlar, ışıklar, albüm kapakları... Syd Barrett’in kendini imha(!) süreci ve yerine gelen David Gilmour’la arka arkaya çok büyük albümler yapan bir Pink Floyd. “Dark Side of the Moon”u mu “The Wall”u saysak, “Wish You Were Here”i mi “Animals”ı mı? Ya da belki sizin favoriniz ilk dönemlerdir, “The Piper at the Gates of Dawn”dur mesela.
“Benimkiler kadar iyi olmayacak”
Pink Floyd’un ilk 10 senesi, aynı zamanda adım adım, albüm albüm Roger Waters’ın dümene geçiş serüvenidir. Syd Barrett’in yaratıcı gücüyle başlayan kariyerleri, Syd’siz kaldıklarında Waters ve Gilmour’a, Wright ve Mason’a tam eşit değilse de eşite yakın şekilde dağılmış bir yaratım süreciyle devam etmişti. Fakat Waters bileğinin hakkıyla dümene geçti usulca. Haksız da sayılmazdı pek, şarkı söyleyeme iyice alışmıştı, yazdığı şarkı sözleri ve fikirleri gayet iyiydi. İyi, hafif kalır diyenler olacaktır bu satırları okurken, siz de gayet haklısınız.
Bir yandan da Waters baskınlığı diğerlerine neredeyse hiç alan tanımamaya doğru da evrildi. “The Wall” Waters’ındı her şeyiyle. 1979 senesine geldiklerinde Waters’ın elinde iki proje vardı, biri “The Wall”, diğeri de birkaç sene sonra Waters’ın ilk solo albümü olacak “The Pros and Cons of Hitch Hiking”di. Evet Gilmour’un eşsiz gitarı, Wright’ın tuşlu çalgılar maharetleri ve Mason’un davulculuğu hep bâkiydi ama “The Wall” bir Waters eseriydi.
1983’e gelindiğinde, elde gerektiği gibi yapılamamış (ki seneler seneler sonra Waters hakkını vererek yaptı ve İstanbul’a da uğradı) bir The Wall turnesi ile Richard Wright’sız kaydedilmiş bir “The Final Cut” albümü vardı. Wright’ın olmadığı, Nick Mason Waters’ın “sen sadece davul çalıyorsun, şarkıdan telif hakkı almana gerek yok” muamelesine maruz kaldığı, Gilmour’un neredeyse hiç katkı veremediği bir albümdü “The Final Cut.” Rolling Stone dergisine verdiği bir röportajda “Gilmour, Mason ya da Wright’ın şarkı sözü yazmasının hiç gereği yok, çünkü yazdıkları asla benimkiler kadar iyi olmayacak. Gilmour’un sözleri üçüncü sınıf. Ve hep de öyle olacaklar.” diyen Waters, “The Final Cut” sonrasında Pink Floyd’un bittiğine de karar vermişti. Solo albümünü hazırlamakta, grubun onsuz devam etmeyeceğini, edemeyeceğini düşünmekteydi. Pink Floyd devam ederken yapacağı solo albümün, ondan önce solo bir albüm yapan Gilmour ya da Wirght’ınkiler gibi çok alaka görmeyeceğini de. Bir de Pink Floyd’un yeteri kadar kazanamaması konusu vardı elinde. Müzik endüstrisinin kurallarına göre de oynamayı öğrenene kadar, o büyük albüm satış rakamlarından, konserlerden para kazanmayı becerememişlerdi. Velhasılkelam, Waters yeni bir yola girmek istiyor, diğerlerini de epey hor görüyordu.
30 sene sonra bir arada
Nick Mason ve David Gilmour’un, 1968’den beri Pink Floyd’un menajerliğini yapan Steve O’Rourke’la birlikte bu duruma bir itirazı oldu. Bir Pink Floyd albümü yapacaklardı, Waters olsa da olmasa da. Bu da ipleri koparan son hamle oldu. Basına da bolca yansıyan atışmalar, az önce bahsi geçen türde Waters’ın diğerlerine verip veriştirdiği açıklamalar, O’Rourke’nin Waters’ın Pink Floyd’un geçmiş yapıtlarından telif almamasını sağlama isteği derken derken, yeni bir Pink Floyd albümü kaydedildiği haberi de yayılınca Waters dava açtı gruba, grubuna. Ya da artık eski grubu demek gerekecek Pink Floyd’a. 31 Ekim 1986’da.
Dava işi iyiden iyiye can sıkıcı (daha ne kadar can sıkıcı olabilirdi?) hâl almadan telefon trafiği, masa başında toplantılar, avukatlar ve basına yansıyanlar eşliğinde Waters’ı pek tatmin etmeyecek şekilde bir neticeye vardı. Waters, solo albümlerini yapmaya devam etti, Gilmour ve Mason bir süre sonra Wright’ın da geri dönüşüyle Pink Floyd olarak devam etti. 2005’te Live 8 yardım konseri için tüm bunlardan 30 sene sonra bir araya geldi dört isim. Tarihi bir andı, güzel bir andı. Ama baltalar tamamen gömülmemişti. 2008’de Wright hayata veda etti. Waters, 2013’te İTÜ Stadyumu’nda ‘duvar yıktı’. Gilmour solo albümlerini yapmaya devam etti, Mason da 2018’den bu yana Nick Mason’s Saucerful of Secrets adı altında sahnede Pink Floyd şarkıları icra etmeyi sürdürdü. Müzikseverlerin hafızasına da gökten düşen elma misali böyle bir davalı ihtilaf kaldı, tüm Pink Floyd güzellikleri yanında.