17.04.2023 - 07:00 | Son Güncellenme:
Seray Şahinler
Seray Şahinler- Nobel Edebiyat Ödülü’nün son sahibi, Fransız yazar Annie Ernaux, kendi yazdığı, oğlu David Ernaux-Briot ile yönettiği “Super-8 Yılları” adlı belgesel filmin gösterimi için ilk kez İstanbul’daydı… İstanbul Film Festivali’nin davetlisi Ernaux, önce film gösterimine katıldı ardından basın mensuplarıyla bir araya geldi. Yazar ilk romanlarından yazma pratiğine, belleği keşfine, Fransa’nın dönüşümünden siyasal ve toplumsal meselelere kadar pek çok konu hakkındaki görüşlerini samimiyetle paylaştı.
Utanç tepkisi
Kadın hareketinin öncü yazarlarından biri Annie Ernaux… İşçi sınıfına mensup bir aileden geliyor. Yaşamından izler romanlarında sıkça yer buluyor. “Seneler” başta olmak üzere, “Yalın Tutku”, “Babamın Yeri”, “Boş Dolaplar” gibi kitaplarda bu izleri görmek mümkün. (Yazarın “Bir Kadın” ve “Olay” adlı romanlarının geçtiğimiz hafta ilk kez Türkçede yayımlandığını ekleyelim.) Sınıf atlama, evlilik, kadın özgürlüğü, kürtaj, ölüm gibi meseleleri kendi deneyimleri üzerinden aktarıyor. Nobel Edebiyat Ödülü ile sesi dünyanın her köşesindeki kadınların sesine ortak oluyor.
Ernaux’nun romanları birer toplumsal roman aynı zamanda. İşçi sınıfına mensup ailelerin ‘kızları’ benliğini ararken ‘ben’le kavga hâlinde olan kadınlar, utanç ve dayatma duygularıyla mücadele edenlerle bir manifesto yazıyor. Sorularımızı yanıtlayan Ernaux sanatın ve edebiyatın sosyal yapıları değiştirmeye katkı sağladığına inanmadığını fakat sanatçıların bir bilinç yaratması gerektiğine dikkat çekti. Romanlarında kendini özellikle kadın bedeni üzerinden hissettiren “utanç” duygusuna temas eden yazar, “Kişisel olanla toplumsal olan birbirine zıt değiller. Kitaplarımda genellikle duygulardan söz ediyorum. Toplumsal öğeler barındıran duyguları da buna dahil ediyorum. Kelimeleri seçiyorum. Yazarken benim kıstasım duygular. Kitaplarımın çoğunda, henüz Türkçeye çevrilmemiş olan ‘Utanç’ adlı romanımda bu utanç duygusundan söz ediyorum. Aslında sosyal, toplumsal bir duygudur bu. Bu duygular size hep dışarıdan dayatılır. Ben de dışarıdan dayatılan bir utanç duygusunu kitaplarımda aktardım. Buradan hareketle dünyayı, toplumu okumaya çalıştım. Yazdıklarımın hayata olabildiğince yakın olmasını istiyorum. Edebiyat hayata ne kadar yaklaşırsa o kadar edebiyat olur” diye konuştu.
Ernaux, yazdıklarının kadınlar üzerindeki etkisinin Simone de Beauvoir’dan daha fazla olduğu yorumlarına ise şu yanıtı verdi: “Dürüst olacağım, yıllardır pek çok okur mektubu aldıktan sonra, evet böylesi bir duyguya kapıldığımı söyleyebilirim. Ancak aramızda şöyle bir fark olabilir. Benim birdenbire etki yaratmak gibi bir arzum olmadı, çıkış noktam bu değildi. En başta ve sıklıkla bir ihtiyaç hasıl olduğu için bu beni yazıya itti.”
‘Belleğim esastır’
Kendi gerçekliğini yaşadığı çağın, toplumun ve dünyanın gerçekliğiyle damıtan ve bunun üzerinden sözünü söyleyen bir yazar olan Ernaux, edebiyatı gerçek duyguların yansıtıldığı bir alan olarak tanımladığını, edebiyatın bir süreç olduğunu söyledi. Yazdığı her kitabın sonunda “Bu yazılar neyi değiştirir” sorgulaması yaptığını dile getirdi ve ekledi: “Her zaman belleğime başvurdum. Notlardan ziyade belleğim esas kaynağımdır.” Türkiye’ye ilk kez gelen yazar, “İstanbul’da ne hissettiniz?” sorusuna ise “Sokaklarda çok yürüyemedim. Ancak bazı şeyler hissettim. İstanbul’da bir özgürlük hissi hâkim. Bütün dünyayı içinde barındıran bir şehir” yanıtını verdi.
‘Nobel’i aldığımda öfke rüzgârı esti’
Annie Ernaux, kadının edebiyattaki yerine dikkat çekerek “Sizce kadının özgürleşmesi ile metnin özgürleşmesi arasında bir bağ var mı?” sorusuna şu yanıtı verdi: “1970’lerde kadınlar doğrudan bedenleriyle ilgili yazdılar. Ben de bu kuşaktanım. Sadece gizlice yaptığım kürtajdan söz etmedim, vücutla ilgili olan tüm unsurları anlatırım kitabımda. Erkeklerin yazdığı gerçekliği yansıtır gibi görünüyor. Gerçeğin ne olduğuna dair bir tekel kurmuşlar. Sanki gerçeğin ne olduğu onların tekelindeymiş gibi oysa bu doğru değil. Erkek yazar olduğunuzda bu edebiyat oluyor. Kadınlar yazınca ise ‘kitap yazdı’ oluyor. Ama onlar bir edebiyatçı olarak görünmüyor. Ben Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığım zaman Fransa’da büyük bir öfke rüzgârı esti. Çünkü, bu ödülü almış bir kadın yoktu. Kadınlar hâlen daha edebiyatta meşru görülmüyor.”