23.12.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:
EŞBER Yağmurdereli'nin yazdığı, Ankara Sanat Tiyatrosu'nun sunduğu "Akrep" oyunu, tam da yazarın "düşünce suçu"nun, "düşündüğünü ifade etme yani konuşma suçu"nun, "barış girişimine önayak olma suçu"nun "cezalandırıldığı", cezanın infaz edildiği, yazarın traji - komik yöntemlerle "içeri tıkıldığı" günlerde ortaya çıktı. Oyunu izlemem de o günlere rastladı. Ama o günlerde yaşam, tiyatrodan ağır bastığından ve yaşamdaki vehametin, tiyatro oyununu irdelememi etkileyeceğinden korktuğumdan oyun üzerine yazamadım. Şimdi yazıyorum: Ankara'da, İstanbul'da ya da Türkiye'nin herhangi bir kentinde topluluk turnedeyken rastlarsanız, sakın kaçırmayın diye.
"Akrep", çoğu kimsenin sandığı ya da belirttiği gibi Eşber Yağmurdereli üzerine, onun yaşamı üzerine bir oyun değil. "Akrep", insan sevgisi üzerine bir oyun; idam cezasına karşı bir oyun. Biri "düşünce suçlusu", öteki "adi suçlu" iki mahkum aracılığıyla, kişi arasında sağlanan ilişkiyle, onların kişiliklerinden ve ilişkilerinden hareketle hukuk sistemimizin eleştirildiği, yargılandığı bir oyun.
Yağmurdereli kendi yaşamından, gözlemlerinden derlediği, Sinop Cezaevi'ndeki idamlıklar hücresindeki birkaç günü, alabildiğine yalın, keskin çizgilerle ve hücrenin dışına taşan, tüm ülkeye yayılan açılımlarla dile getiriyor. Ayrıntılara önlem veren, somutla soyut arasında gidip gelen, sözcüklerin çok geniş bir alan kapsadığı eleştirel ve şiirsel bir dil bu.
Oyunu sahneye koyan Rutkay Aziz, bu dilin yukarıda belirttiğim tüm özelliklerini çoğaltarak, sahneye taşımış "Teatral buluşlar" da diyebileceğim uygulamalarla öykünün genelindeki kavramları, eleştirileri zenginleştirmiş, söylenmeyenin de altını çizmiş. Ve bunu "tiyatro dili"yle yapmış. Bu oyun için büyük bir tuzak olabilecek "duygu sömürüsü"ne ya da "didaktik öğreticiliğe" düşülmemesi, düşünceyle duyarlılık arasında sağlanan olağanüstü denge de yönetmenin başarıları. Kemal Günüç'ün etkili müziği, Hakan Dündar'ın hem çok işlevsel hem çok yalın sahne tasarımı, yönetmene büyük destek veriyor.
"Akrep", başarıyla oynanıyor: Birbirinden çok farklı birikimlerden gelmiş, çok farklı kişilikli iki insanı, Lemi Bilgin (aydın avukat) ve Altan Erkekli (cahil, saf, kırsal kesim adamı) kişiliklerini, kimliklerini, bireysel ve toplumsal konumlarını da ortaya koyarak oynuyorlar. En önemli anları vurgulamayı, insan sıcaklığını paylaşmayı ve izleyicinin yüreğine seslenmeyi biliyorlar. Lemi Bilgin'in avantajı, gözlemleme gücü, Altan Erkekli'nin gücü ise oyunculuğuna sonsuz bir şiirsellik yükleyebilmesi.
Oyunun sonunda içimde bir "ah, keşke..." kalmadı değil. Keşke dramaturji açısından oyunun başlangıcı ve finali bunca "ertelenmeseydi"... Bence çok daha etkili olurdu.
Ancak yine de oyundaki kimi anların beni asla terk etmeyeceğini biliyorum: Örneğin, mektupların okunduğu ve düşlerle, özlemle, yürekteki birikimle beraber demir parmaklıkların "kanatlandığı" an... Mahkemeye giderken (Altan Erkekli'nin) cezaevi aracının penceresinden gördükleri... İki mahkumu buluşturan insan sesi... İkisi arasındaki ilişkinin elle tutulabilirliği... Biri "yanlışlıkla idam" edilince, hücrede yalnız kalanın (Lemi Bilgin'in) parmaklıklara yerleştirdiği bir sigaraya yüklediği anlam... Bu teatral anların yanı sıra beni asla terk etmeyecek olan, yüzyıllardır bu topraklarda hepimizi kıskacına almış akrebi yok etme, o akrebe karşı savaşma gerekliliği...
Oyunu kaçırmayın dememin nedeni, işte bunlar.