21.04.2014 - 02:30 | Son Güncellenme:
NİL KURAL
Jean-Luc Godard, Ken Loach, Claude Chabrol, Theo Angepoulos, Alain Resnais, Krzysztof Kieslowski, Yılmaz Güney ve Michael Haneke’nin de aralarında olduğu yönetmenlerin göz kamaştırıcı kariyerinin arkasında destekleri göz ardı edilemeyecek isim var: Fransız dağıtım ve yapım şirketi MK2’nün kurucusu Marin Karmitz. 33. İstanbul Film Festivali’ne MK2’nün kuruluşunun 40. yılına özel seçki nedeniyle İstanbul’a gelen ve onur ödülü alan Karmitz, sinema sanatının gizli kahramanlarından biri. 1968’in fikirlerinden etkilenerek MK2’yü kuran Karmitz, yoksul mahallelerde sinema salonları işletmek, sosyal ve politik konuları ele alan ve sinemaya yedinci sanat olarak yaklaşan cesur filmlerin yapımına ve gösterimine katkıda bulunmayı on yıllardır sürdürüyor.
‘Ben savaş çocuğuyum’
Festivalde bir araya geldiğimiz Karmitz, MK2’nün doğuşu itibariyle hem dünya hem Fransa’nın siyasi tarihiyle çok bağlantılı olduğunu söylüyor. Kendisini bir savaş çocuğu olarak her zaman mücadelenin içinde görüyor: “MK2’yü 1968’den önce kurmaya başladım. Kuruluşu dünyayla çok ilintili çünkü ben bir savaş çocuğuyum. Romanya’da doğdum. Birçok ülke kabul etmedi, Fransa bize kucak açtı.” Aslında başlangıçta elçi olmak istiyor, diplomatik pasaporta sahip olup sınırları kaldırmak için: “Sinema ofisimden kıpırdamadan sınırları aşabilmemi sağladı.”
Siyasal bir militan
Kariyerine yönetmenlikle başlıyor: “Marguerite Duras ve Samuel Beckett’la çalıştım. Onlarla özellikle dil ve dilin devrimiyle ilgili çalıştık. Ardından 1968 olayları başlayınca gençliğimi yeniden buldum, 14 yaşımdan itibaren kendimi siyasal bir militan olarak tanımlamaya başlamıştım.”
1968 olaylarında Karmitz’in ilgisini çeken entelektüellerin sorgulanması ve konuşma fırsatı olamayanlara mikrofonun döndüğü dönem olması. Bu dönemde çektiği filmlerde 1968 hareketinden etkileniyor ama kendisini kısa sürede kara listede buluyor.
Köylüler hakkında Türk filmini kim izleyecek?
Karmitz’in keşfedilmesi ve filmlerin izleyiciyle buluşmasında yardımcı olduğu isimlerden biri de Berlin’de bir kelime anlamadan izlediği bir filmiyle keşfettiği Yılmaz Güney: “Berlin Film Festivali’ndeyken bir arkadaşım dedi ki, burada Türk mahallesinde bir Türk filmi gösteriliyor ve çok ilginç. Güney’in adını hiç duymamıştım, filmi görmeye gittim. Salon doluydu, insanlar yerlerde oturuyordu. Film Türkçeydi. İnsanlar ayağa kalkıp tezavurat yapıp, tepki veriyorlar. Bir kelime anlamadan filmi anladım ve satın almak istedim.”
Karmitz’in bahsettiği film ‘Sürü’. Paris’te gösterime çıkacağı dönemde tepki görüyor: “Herkes bana deli misin, “Köylüler hakkında Türk filmini kim izleyecek!” dedi. Olabilecek en kötü günde Cumhuriyet Bayramı 14 Temmuz’da gösterime soktum, film sükse yaptı. 2-3 ay kaldı gösterimde.”
Yılmaz Güney’i Fransa’ya davet etmek istediğinde hapiste olduğunu öğreniyor: “İlk defa başıma geliyordu. Filmin nasıl hapishaneden yapmış, nasıl oluyor? Çok ilgimi çektim, araştırma yaptım ve bir sonraki filminde hemen birlikte çalışmak istedim. Hapisten film çeken bir adam pek görülmüş bir şey değil.”
O sıralar ‘Yol’ üzerinde çalışan Güney’le ‘Duvar’da da devam edecek işbirliği başlıyor: “Filmi yaptık, Cannes’a seçildi ve Güney bir şekilde hapisten çıkmayı başarıp geldi ve Altın Palmiye’yi aldı.”