31.12.2012 - 02:30 | Son Güncellenme:
DENİZLERİN EVEREST'İNE SEYEHAT/OSMAN ATASOY
Atlantik Okyanusu’nda günler su gibi akıyor. Artık açık denizlerin o kendine has temposu içine girdik. Yelkenleri ayarlıyor, havayı kolluyor, havuzlukta konuşmadan oturup kâinatın sonsuzluğuna bakarken bir hayalden diğerine atlıyor, böylesi bir varoluşun içinde olduğumuza şükrediyoruz.
Okyanusa çıkalı beri vardiya düzenine geçildi. Küçücük bir teknenin içinde olmamıza rağmen birbirimizi pek seyrek görüyoruz. Birimiz üç saat havuzlukta gözcülük yaparken diğeri içerde dinlenmeye, uyumaya çalışıyor.
Uyuyan devin nefesi
Gece gündüz durmadan gidiyor, milleri birbiri ardına yutuyoruz. Kanaryalar, Cabo Verde Adaları çoktan dümen suyunda kaldı. Sibel ilk günlerde teknenin yalpasından şikâyet ederken sık sık yakınıyordu:
“Osman kendimi ayran yayığındaymış gibi hissediyorum!”
Ama artık alıştı. Lakin açık denizde sallantı bitmiyor. Hava sakin bile olsa okyanus uyuyan bir devin nefes alıp veren göğsü gibi devamlı inip kalkıyor.
Son beş gündür hava bozuk. O etkileyici gün batımlarını, gün doğumlarını artık göremiyoruz. Güneş dumanlı sarı renklerle doğuyor batıyor. Kuzey yarıkürede poyrazdan, güney yarıkürede güneydoğudan esen ticaret rüzgârları arasındaki kararsız ve fırtınalı bölgenin, Doldrumlar’ın, içindeyiz.
Batı ufkunda alçak fırtına bulutları belirmeye başlıyor. Bir sabah aniden bindiren bir borayla tekne sancak küpeştesine kadar suya yatıyor. Yelkenleri indirene kadar ikimiz de sırılsıklam oluyoruz. Peş peşe bindiren boraların altında geçen iki uzun günün ardından güneşi tekrar gördüğümüzde Doldrumlar’ı arkada bıraktığımızı anlıyoruz.
Fotoğraflar: Sibel Karasu-Osman Atasoy
Kanarya Adaları’ndan geçiş.
Okyanus mabedi
Uzaklar II sanki görünmez bir kapıdan geçip bir başka denize çıkıyor. Yelkenleri güneydoğudan tatlı tatlı esmeye başlayan rüzgâra göre ayarlıyor, yola devam ediyoruz. Yükselen barometreyle birlikte hava da düzeliyor. Bu sabah ikimiz birden havuzluktayız. Sibel kahvaltı için tarhana çorbası pişirmiş. Dumanlı kâseler elimizde havuzluğa çıkıyoruz.
Güneş sarı ilah gibi...
Güneş teknenin arkasından sarı bir ilah gibi yükseliyor. Sular yavaş yavaş aydınlanıyor. Soluk ışığın altında okyanus uçsuz bucaksız bir mabede benziyor. Kubbesi gökyüzünden masmavi bir mabet bu... Her yere tanrısal bir sessizlik hâkim. Bu sessizliği Uzaklar’ın suları yaran bodoslamasından çıkan ritmik sesler bozuyor.
Sessizce çorbalarımızı kaşıklıyoruz. Sabah serinliğinde sıcak tarhana ne de güzel gidiyor. Sibel’e, “İşte, kısacık hayatımıza yeni bir gün daha doğuyor,” diyorum. “Akşam hava karardığında o incecik hayat defterinden bir sayfa daha kopmuş olacak.” Başını sallayarak onaylıyor: “Kötü havanın ardından dünya insana daha güzel görünüyor, değil mi? Bir tas daha çorba ister misin?”
Su çok kıymetli
Eski denizciler Tanrı’ya yakınırlarmış: “Her yer su, ama içmek için tek bir damla dahi yok...” O zamandan bugüne fazla bir şey değişmemiş. Bazı teknelerde su yapıcı cihazlar var, ama büyük çoğunluk gibi biz de depolarda taşıdığımız tatlı suyu kullanıyoruz. Uzaklar II’nin su tanklarının kapasitesi 500 litre.
Tuzlu su paslandırıyor
500 litre fazla bir miktar değil. Bazen bu suyla aylarca idare etmek zorunda kalıyoruz. O nedenle damlasını ziyan etmeden kullanmak gerekiyor. Zaten öyle de yapıyoruz. Bulaşıkta deniz suyu kullanılıyor. Banyoda da öyle... Şampuanın içine birazcık bulaşık deterjanı karıştırınca gayet güzel köpürüp temizliyor. Deniz suyu kuzinede de başköşede. Patates haşlarken, makarna pişirirken lavabonun yanındaki ayak pompasıyla denizden çektiğimiz mis gibi okyanus suyunu tencerelere koyuyoruz.
Zamanla tuzlu su yüzünden metal çatallar, kaşıklar paslanmaya başlayınca Sibel yeni bir yönteme geçiyor. Deniz suyuyla yıkayıp duruladığı çatalları, bıçakları bir kabın içine koyduğu tatlı suya daldırıyor. Bu durulama suyunu da atmıyor, biriktiriyor. Kamarada yetiştirdiğimiz maydanoz ve dereotlarını sulamak için bu suyu kullanıyor.
Ben de dişlerimi fırçaladıktan sonra, eğer ağzımı tatlı suyla çalkalamışsam bu suyu tükürmüyor, yutuyor böylece içme suyundan tasarruf etmiş oluyorum! Deniz hayatı böyle bir şey... İnsana bir damla suyun dahi kıymetini öğretiyor.
Mendirekte Atatürk
Afrika sahillerinin beş yüz deniz mili açığında, 16’ncı kuzey paraleli üzerinde yer alan Cabo Verde (Yeşilburun) Adaları eski bir Portekiz sömürgesi. Zamanında gemiler için önemli bir kömür ikmal merkeziymiş. Kömüre ihtiyaç kalmayınca önemini de yitirmiş. Bugün pek geleni gideni olmayan, kendi haline terk edilmiş sapa ve fakir bir yer.
Kanaryalardan sonra bu adalar grubuna uğramaya karar veriyoruz. Gece geç vakit en dıştaki Sal Adasına yaklaşırken haritada işaretli liman fenerinin çalışmadığını fark ediyoruz. Güçlükle limanın önüne demirliyoruz. Karanlıkta hiçbir şey gözükmüyor. Sahilde yanan tek tük soluk ışık ücra bir adaya geldiğimize işaret ediyor.
Türk şilebinin bıraktığı iz
Sabah uyanıp merakla güverteye çıkıyorum. Acaba nasıl bir yere demirledik... Güverteye çıkmamla Atatürk’le göz göze gelmem bir oluyor! Ata gece yanmadığını fark ettiğimiz mendireğin üzerinden bize bakıyor. Sabah mahmurluğuyla şaşakalıyorum.
Kim bilir hangi tarihte bu sulara gelmiş Türk şilebinin mürettebatı mendirek duvarına mükemmel bir Atatürk portresi çizmiş. Renkler ve çizgiler o kadar canlı ki, uyku sersemliğiyle bir an sahici sanmışım. Portrenin yaratıcıları altına adlarını yazmayı da ihmal etmemişler: Bandırmalı Haluk, Adanalı Ahmet, Ardeşenli Şahin, Ofli Temel...
Uzaklar’da palamut buğulama
Akşam hava kararırken oltanın çıngırağı çalıyor. Hemen kıç üstüne koşuyoruz. Seyirdeyken Uzaklar’ın arkasından 40 metre uzunluğunda bir misina çekiyoruz. Ucunda silikondan taklit kalamar, onun ucunda da dörtlü zoka bağlı. Ege’de bu takıma ‘sırtı’ diyorlar. Misinanın tekneye bağlı ucunda bakırdan bir keçi çıngırağı bulunuyor. Balığın geldiğini çıngırağın sesinden anlıyoruz.
Ben oltayı toplarken Sibel de misinayı makaraya sarıyor. Misinanın sonunda balık görünüyor. İki kiloluk bir ton balığı, hem de beyaz etli cinsinden. Tam da yemek vakti geliyor.
Hayvanı güverteye çekerken göz göze geliyoruz. Kocaman gözleriyle adeta yalvarır gibi bakıyor. Bakışları, ne olur kıyma bana bırak ait olduğum yere gideyim, der gibi. İçim fena oluyor. Ama bırakamam. Onu avladık, artık bizim oldu. Denizin kanunu böyle, bunu onun da biliyor olması lazım.
Tuz yerine okyanus suyu
Canlıyken kesip kanını denize akıtıyoruz. Ortadan fileto açılıyor, büyük tencereye yerleştiriliyor. Teknede hâlâ taze sebze var. Üzerine biraz domates, yeşilbiber, iki defneyaprağı, bolca tane karabiber konuyor. Soğan istemez, kuru soğan balığın tadını bozar. Tuza da gerek yok. Onun yerine yarım çay bardağı okyanus suyu aynı işi görür. Ama yağsız olmaz, hepsinin üzerine bir çay bardağı zeytinyağı döküyoruz.
Lezzetli bir buğulamanın temel şartı hayvanı fazla pişirmemek... Balığın tencereden alırken dağılmayacak kıvamda olması gerekir. Bu nedenle pişirme süresi çok mühim. Eskiden bir sigara içimi sürede pişirirdim, kâfi gelirdi.
Sigarayı bıraktığımdan beri saate bakıyorum. Tencere tıkırdamaya başladı mı ateşi kısıyor, on dakika bekliyorum. Tam kıvamında pişiyor.
Yarın: KÜKREYEN KIRKLARDA
Uzaklar belgeseli her pazartesi saat 22:20’de, tekrarları cumartesileri 09:10 - 17:20 - 04:35’te TRT Türk ekranlarında ve ayrıca TRT HD kanalında. www.osmanatasoy.org