07.11.2021 - 07:01 | Son Güncellenme:
Fatma G. Kabasakallı - 30 Ekim 1961 yılında, Türkiye ile Almanya arasında kopmaz bir bağ oluşturan bir “göç” köprüsü kuruldu. 1961 yılında İstanbul’un Sirkeci tren garında bavullarla başlayan 3 günlük yolculuk, 11. Peron olarak da anılan Münih Bahnhof’ta, gelen işçiler için özel olarak kullanılan durakta son buluyordu.
Almanya’dan bir davetle başlayan Türklerin önce misafir işçi, sonra göçmen statüsündeki Almanya hikâyesi, 60. yılında Türklerin bugün 3 milyonluk nüfusuyla Almanya’da “ev sahibi” veya yerli” olduğu bir nesle kadar ulaştı. Misafir işçiler, emeklerini verdikleri, her türlü zorluğu yaşadıkları yeni bir vatan sahibi oldular: Önceleri “acı vatan”dı adı, şimdi ise “ikinci vatan”! Bugün dördüncü neslin yaşadığı, milletvekili, sporcu, dünyaca ünlü bilim insanları yetişen Almanya’nın ev sahibi oldular. Geçmişin acıları, bugünün entegrasyon süreci derken, geride her iki ülkede büyük dönüşümlere sebep olan 60 yıllık bir göç yolculuğu bıraktılar.
Türkiye ile Almanya arasında yapılan işgücü anlaşmasının 60. yılı, her iki ülkede pek çok etkinlikle kutlanırken, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Goethe Enstitüsü’nün iş birliğinde bir dizi etkinliğin yanı sıra, yepyeni bir kitabın da lansmanı yapıldı. Koordinatörlüğünü Almanya’da çok uzun süredir gazetecilik yapan Murat Tosun’un yaptığı “Misafir, Göçmen, Yerli: Almanya’ya İşgücü Göçünün 60’ıncı Yılı” adlı kitap, insan hikâyelerinin yanı sıra fotoğrafları ve uzman görüşleriyle tarihe not düşüyor. Türkiye’nin Almanya’ya göçü ve etkilerini aslında yeni yeni keşfetmeye başladığını belirten Murat Tosun, “Türkiye, Almanya’da yaşayan Türklerin hem ekonomik hem de uluslararası imaj açısından artı değerlerini nispeten yeni görmeye başladı. Bugün Özlem Türeci ve Uğur Şahin çıktı, Türkiye de bundan gurur duydu. Ancak Almanya’daki Türklerin Türkiye’ye ekonomik katkısı 60 yıldır artarak sürse de bu pek bilinmiyor. Çok yüzeysel olarak kişi başına bin dolar gibi bir ekonomik katkı hesaplaması yapılıyor. Ben bunun daha ötesinde olduğunu düşünüyorum. İkincisi ise, artık Türkiye’nin mülteci sorunuyla başlayan bir göçmen sorunu var. Bu gelenler daha sonra yerli olmaya başlayacaklar. Kitabımızın ana konusu da oydu. 1961’de misafir olarak başlayan hikâye, önce göçmen sonra yerli olmaya dönüştü. Türkler 60 yılda Almanya’nın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Türkiye de mültecilerle başlayan bu süreci ileriki yıllarda güçlü bir şekilde hissedecektir” dedi.
‘Bir başarı hikâyesidir’
Türk İşgücü Anlaşması’nın yıl dönümünde Almanya’nın büyük etkinlikler yaptığına dikkat çeken Tosun, Angela Merkel’in göç eden birinci nesle Talisman ödülü vermesinin önemini vurguluyor. Ayrıca Almanya Dışişleri Bakanlığı’nın Ergün Çağatay’ın fotoğrflarıyla düzenlediği sergiler, iki kültürün birlikteliğini yansıtan, Almanya Cumhurbaşkanı’nın da katıldığı pek çok etkinliğin özellikle bu sene dikkat çektiğini belirtti. Tosun “Almanya, göç ülkesi olduğunu kabul etmeyen bir ülkeydi. Alman devleti, 2000’lerden sonra bu konuda paradigma değişikliğine gitti. Almanya’nın göç ülkesi olduğu kabul edildi. Tabii kamuoyunun da bunu kabul etmesi gerekiyordu. Bunun için uyum zirveleri hayata geçirildi ve pozitif örnekler ön plana çıkarılmaya çalışıldı. Bana göre bunun iki sebebi var: Göç karşıtlığı ve aşırı sağ, ırkçılığı körüklüyordu. Bunun önüne geçmek için göç ülkesi olma gerçekliğinin kabul edilmesi gerekiyordu. İkincisi ise ekonomik açıdan Almanya’nın gelecekte de kalifiye göçe ihtiyacı olduğu açık ve toplumu buna hazırlamak gerekiyor. Bu anlamda da Alman devleti göç olayına daha pozitif bakıyor” dedi. Türklerin Almanya’da başarılı olduğunu kaydeden Tosun, birtakım sorunlar olsa da Almanya’ya Türk göçünün bir başarı hikâyesi olduğunu vurgularken “Örneğin, Almanyalı Türkler, Fransa’daki Arap göçmenlerin ortaya çıkardığı sorunları çıkarmadı. Haklarını ararken demokratik yolları kullandılar. Tüm bu faktörlerle çok daha pozitif bir atmosfer ortaya çıkıyor” ifadelerini kullandı.
İnce parmaklı Türk kadın işçiler!
İstanbul Sirkeci tren garından bavullarla başlayan coşkulu yolculuk, acısıyla tatlısıyla pek çok dramı ve mutluluğu beraberinde getirirken, hem Türkiye hem de Almanya’da kültürel, sosyal ve ekonomik pek çok dönüşümü de yarattı. Almanya’nın ekonomik mucizesinin ana aktörlerden biri olan “misafir işçiler” ilk dönemler ranzalarda, neredeyse çalışma kampları düzeninde çalıştı. Almanya’ya gidecek Türk kadınlar fabrikalardan talep edildiği şekliyle ince parmaklı kadınlardan seçiliyor, işçi olmak için başvuran kadınlar manikür yaptırıyordu. Çünkü ince parmaklı küçük eller, özellikle montaj fabrikaları tarafından tercih ediliyordu. Türkiye’ye döviz kazandıran, fabrikalarda ucuz ve nitelikli işçi olarak ekonomiye ivme kazandıran Türklerin, işçi hayatlarının arkasında ise, zaman içinde acı bir gurbet ve dram yaşanmaya başlamıştı.
1 milyon Türk paniği
1961’den işçi alımının durdurulduğu 1973 yılına kadar çalışmak için 2,6 milyon Türk Almanya’ya gitmek istemiş, ancak 867 bini kabul edilmişti. 1973 yılına gelindiğinde ise, aile birleşiminin de etkisiyle Türklerin Almanya’daki sayısının 1 milyona ulaşması ülkede bir panik havası yaratmıştı.
Almanya da değişti
Türkiye kökenli göçmenler Alman toplumunda da önemli bir toplumsal dönüşümü tetikledi. İşçileri geçici bir “misafir” olarak gören Almanya’nın bir göç ülkesi olduğunu kabul etmesinde Türklerin rolü çok büyük. Entegrasyon konusu özellikle 1980’lerden itibaren Alman siyasetinin önemli bir parçası haline geldi. Artık Almanya toplumunun bir parçası, kültür sanat, spor ve bilim alanında dikkat çeken Türkler var. Mesut Özil, Uğur Şahin, Özlem Türeci bunlardan sadece birkaçı. Türkiye kökenlilerin, Almanya’daki diaspora toplumlarından belki de en önemli farkları, kimliklerini kaybetmeme konusundaki çabaları, “özlerini koruyarak” Türkiye ile bağlarını hiçbir zaman koparmamış olmaları. Türkiye artık onlar için “gurbet” değil, yazın tatile geldikleri “memleket” algısına dönüştü. Türkiye ile Almanya arasındaki 60 yıllık birliktelik, beraberinde bir “ortak yaşam” oluşturdu. Almanlar’ın 60 yıldır Türklerle yaşama becerisini göstermiş olmaları, göç ülkesi olduklarını kabullenmelerinin yanı sıra, Almanya’ya giden işçiler tüm Türkiye’nin aklına ve ruhuna da göçü yerleştirmiş oldu.
Mercedes’li, fötr şapkalı ‘Alamancılar’
Kahramanları çok sahici olan Almanya’ya göç aynı zamanda yeni bir kimlik de yarattı. Mercedes’iyle Türkiye’ye gelenlerin yarattığı rüzgar, fötr şapka gibi simgelerle kendini gösterdi. Türkiye’nin “Alamancılar” olarak nitelediği göçmenler, Türkiye’ye pek çok yeniliği ilk defa getiren bir topluluk oldu.
‘İki toplum iç içe geçti’
Türkiye kökenli göçmenlerin artık Almanya’da ekonomik anlamda ciddi sermaye birikimine sahip olduğunu belirten Tosun, kültür ve sanat alanında birtakım eksikliklere de dikkat çekti: “1970’lerde bakkal ve dönercilikle başlayan girişimcilik, bugün ekonomik açıdan önemli bir yere geldi. Almanyalı Türklerin artık ciddi bir sermaye birikimi var. Ekonomik açıdan gelişim yaşanmasına rağmen kültür ve sanat alanında ise bu yeteri düzeyde değil. Çünkü kültür ve sanat bir anlamda şehirleşme kültürünün bir göstergesi. Yani sermaye, kültür ve sanatı destekler. Bu da aslında normal bir süreç. Çünkü gidenler işçi insanlardı. Bu süre içerisinde çoğunluğun amacı para kazanmak ve kazandıkları paralarla Türkiye’den ev almaktı. Zaman içinde kültür ve sanatın da istenilen düzeyde gelişeceğine inanıyorum” dedi. Murat Tosun, her iki toplumun artık iç içe geçmiş durumda olduğunu ifade etti.
‘Uyum kelimesini sevmiyorum’
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği “Almanya’ya İşgücü Göçünün 60’ıncı Yılı” etkinliklerine katılan Eski Almanya Federal Meclisi Başkanı Prof. Dr. Rita Süssmuth “entegrasyon veya uyum” kelimesini sevmediğini belirterek, “Bir kültüre uyum sağlamak, diğerini unutmak demek. Çoğu kişi entegrasyondan bahsedince sadece “diğerlerinden” bahsediyor, “bizden” değil. Bence kapsayıcılık önemli. Almanya’da bazen insanlar ‘kendi ülkemizde yabancı gibi hissediyoruz’ diyor ama bu yanlış bir düşünce… Örneğin ABD dışarıdan gelenlerin çok önemli olduğunu gayet iyi biliyor, ancak bu şekilde medeniyet geliştirilebilir. Almanya’daki Türkler çok güçlü, sorunu masaya getiriyo, çözüm için işin peşini bırakmıyorlar. Almanya’daki Türkler artık kabul ediliyor. Kapsayıcılık konusunda daha iyi durumda olmamıza rağmen bu konuda daha yolumuz var.”
‘Cartel ile Türkiye’deki insanlar Almanya’daki Türkleri hatırladı’
Kariyerindeki çıkışını Cartel grubuyla yapan ve hâlâ müzik çalışmalarına devam eden Almanya kökenli Türk rapçi Erci E., Milliyet’in sorularını yanıtladı.
Kendinizi göçmen gibi hissediyor musunuz?
Almanya’da bana ‘sen Türk müsün Alman mısın?’ diye sorduklarında ben hep “Deutschtürke” derim. Yani göçmen geçmişi olan bir kişi değil, “Alman-Türkü”. Yoksa herkesi bir çuvalın içine atmış oluyorsun, yeni gelen Suriyeli göçmeni de ama onun durumu farklı. İnsanın nereden geldiğini ve nerede olduğunu anlamak için böyle bir tanım daha doğru bence.
Cartel göçmen ruhuyla mı yoksa Alman-Türkü ruhuyla mı yazıldı?
Göçmenlik o zamanlar daha yoğundu, o yüzden “Göçmen Alman-Türkü” ruhuyla yazıldı diyebiliriz. Var olan bir düzenin haksızlıklarına olan isyan vardı o dönem. Çünkü o zaman göçmenlik çok daha yoğundu ve Cartel şarkılarının hissiyatının içinde çok var bu. 93 - 94’te yapılan bir albüm, aradan 26 sene geçti, daha çok vaktimiz vardı bu göçmen konusunu kavrayıp sona erdirmeye ve artık o noktadayız. Aynı zamanda dünya da değişti, bir Türkiyeli insan da acaba artık Amerika’da mı yaşasam, İngiltere’ye mi gitsem diyor. Eskiden bu mesafeler daha uzaktı, internet yoktu. O yüzden yeniden anlamak lazım. Ama 60 yıllık göçümüzü anlatan bu kitapta farklı bir hikâye var. Bir ülke başka bir ülkeyle anlaşma yapıyor, tam 60 yıl önce ve ondan sonra planlı bir şekilde insanlar geliyor. Burada bir kaçma yok ve kalıcı olarak gelmiyorlar aslında.
Cartel albümü dönemini nasıl tanımlıyorsunuz?
Cartel albümü zamanı bir fırtınanın içinde gibiydik. Yaptığımız işin daha önce yapılmadığını bilerek yaptığımız bir iş, yaşlarımız 21 ile 25 yaş arası. Molln, Solingen ırkçı saldırılar olmuş. O dönemki hırçınlığımız, ‘yeter artık’ durumumuz… Hiçbir şeyden korkmuyorduk. Annemiz babamız ilk gelen nesil olduğu için hiçbir zaman o topluma ait olmamış, arkamızda güçlü bir lobimiz yoktu. Bunların hepsi birikti, konuşamamak, dillendirememek bunu, kendimizi ifade edememek bizi böyle bir patlamaya sevk etti. Bugün bunu konuşuyorsak, görüyoruz ki ne kadar önemliymiş ve ne kadar lazımmış özellikle Almanya’da yaşayan Türkler için.
Bugün hâlâ insanlar teşekkür ediyor Cartel şarkıları için. Bu tabii planlı değildi ve böyle bir başarıyı parayla da satın alamazsın, çünkü insandan insanaydı. Sevindiğim başka bir nokta ise şu, Türkiye’deki insanlar, Cartel’den dolayı Almanya’daki Türkleri hatırladı. Tabii herkesin uzaktan bir akrabası belki vardı ama biraz unutulmuş gibiydik, devletimiz de çok ilgilenmiyordu ve orada da yer edinememiştik. Ayrıca iki kültürle yaşamak bugün artık dünyanın konusu... Özünü unutmadan başka bir insan olmak, çok verimli ve güzel bir şey. Ne yaparsan yap iki kültürlü olmak verimliliğe yansıyor.
Bugün artık o fırtınalı dönem yok mu?
Göç veya başka konular olsun, şu an tam bir isyanı ve gerçekleri anlatan şarkılar gerektiriyor. Müzik için aslında tam bir devrim dönemi. Ama özgürlük alanları çok daraldı. İnsanız sadece ve ortak eşitlik üzerine bir yaşam şekli arıyoruz hepimiz. Ben gerçek özgürlük istiyorum bu hayatta. Dünya durumunu anlatabilirsin, korona politikaları ve göçün sebebi anlamsız savaşlar, bunlardan bahsedilmeli. Bunları yazmalı, her gün bu konularda şarkılar yazmalı.
Artık gurbet kalmadı!
Türkler Almanya’da madenler ve fabrikalardaki ağır işlerde çalışırken gurbeti yaşadı, fakat bugün dördüncü neslin Türkiye algısında gurbet kavramı yok. Çünkü dördüncü neslin Türkiye’ye bağlılığı bambaşka duygularla sürüyor.
Yalnız başlarına başladıkları yolculuk bir süre sonra aile birleşimleriyle gittikçe büyüdü. Ancak sayıları ne kadar artarsa memleket hasreti ve gurbet o kadar arttı. Gurbet, Almanya’daki hayatlarının bir parçası oldu, sazıyla, darbukasıyla, tespihiyle gitseler, Kreuzberg’de aynı bölgede yaşasalar da memleket hasreti hiç bitmedi. Birinci ve ikinci nesil Türk işçilerle aynı dönemde yaşamış Cem Karaca da bu gurbeti şarkılarına yansıttı. “Çok uzaktan fetva ile bilinmez / Alamanya gurbetinin halleri / İşten eve, evden işe dönülmez / Alamanya milletinin dilleri” sözleriyle yaşanan zorlukları ve gurbeti derinden anlatan bu şarkı Türkiye’de de gurbeti tekrar hissettirdi. Göçle birlikte aileler bölündü, birleşti… Göç edenlerin yanı sıra, annesi, babası Almanya’ya giden çocuklar hasretin ve gurbetin Türkiye’deki baş kahramanı oldu. 60 yıl önce Almanya’ya giden ilk Türk işçilerinin ardından bugün Almanya’da dördüncü nesil Türk kökenliler yaşıyor. Dünyaya entegre, bazısı Türkçe bile bilmeyen bu dördüncü neslin Türkiye’yle bağı daha farklı siyasi ve kültürel dinamiklere dayanıyor.
Irkçı saldırılar
Almanya’da 1985 yılında Berlin duvarının yıkılışı, Alman toplumunda coşkuyla karşılansa da yabancı düşmanlığıyla tetiklenen aşırı sağcı ve Neo-Nazi gruplar da kendine birleşmiş bir ülkede, daha geniş bir siyasi alan buldu. Türkler de Müslüman kimlikleriyle baş düşman ilan edildi. 1990’li yıllara gelindiğinde Müslüman Türklere yönelik saldırılar arttı. 1992’de Molln’de, 1993 yılında ise Solingen katliamı olarak bilinen kundaklama olayında 8 Türk’ün yanarak hayatını kaybetmesi Almanya’daki Türk toplumunda tamiri imkânsız yaralar açtı. Belki de bugün Türkiye’den bakınca “içlerine kapalı bir grup” olarak görünen “Alamancılar”, kendilerini korumak için bu yola başvurmuştu. Nitekim Türkiye’de de bazen dışlanan, ülkesine döndüğünde ülkesindeki değişimi aynı hızda yakalayamamasından dolayı küçümsenen bir göçmen grubu vardı artık. Anıları ve memleket hisleri Türkiye’de, akılları Almanya’da kalan bir göçmen topluluk.
‘Söyle Almanya’
Türkiye-Almanya İşgücü Anlaşması’nın 60. Yılına özel olarak, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı desteğiyle Ekrem Aydın yönetmenliğinde “Söyle Almanya” klibi hazırlandı. Almanya kökenli Türk müzisyen Erci E’nin de yer aldığı klipte, Almanya’da yaşayan onlarca Türk müzisyen, sözü ve müziği Özdemir Erdoğan’a ait “Gurbet” şarkısını çaldı ve seslendirdi.