29.10.2023 - 07:00 | Son Güncellenme:
Görkem Evci - Türkiye Cumhuriyeti, geride bıraktığı bir asır içinde birçok önemli siyasi olaya tanıklık etti. Bu 100 yıl içinde savaşlardan darbe ve darbe teşebbüslerine, yeni anayasalardan uluslararası alanda yeni temsil ve iş birliği imkânlarına, toplumsal olaylardan Türkiye’yi şekillendiren kanun ve kurumlara kadar onlarca gelişme sayılabilir. Bu gelişmeler arasından bazıları, yarattıkları etkiyle diğerlerinden kolayca ayrılabilir. Elbette bunları seçerek yalnızca başlıklar halinde alt alta yazsak bile uzun bir liste oluşması kaçınılmaz. Bu nedenle bu olaylar arasından, uzun yıllardır çokça tartışılmış, büyük etkiler yaratmış olanlarından 10’unu seçerek hafıza tazelemeye, 100 yılın önemli duraklarına göz atmaya çalıştık.
Cumhuriyet’in yönünü çizen üç kanun
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanından yaklaşık dört ay sonra, 3 Mart 1924’te çıkarılan ve “Devrim Yasaları” olarak anılan üç yasa, yeni Cumhuriyet’in yönünü belirleyen en önemli düzenlemeler oldu.
Bu kanunlardan ilki, Şeriye ve Evkaf Vekâletleri ile Erkan-ı Harbiye Vekaleti’nin kaldırılarak Diyanet İşleri Başkanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Genelkurmay Başkanlığının kurulmasını sağlayan 429 sayılı Kanun’dur. Diğerleri de 430 sayılı “Tevhid-i Tedrisat” (eğitim birliği) Kanunu ve halifeliği kaldıran 431 sayılı Kanun’dur. Üç kanun da Cumhuriyet’in laik bir kimlik kazanması yolundaki köşe taşlarındandır.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile adından da anlaşılacağı üzere “eğitimde birlik” amaçlanmıştı. Bu birliğin yolu da eğitim faaliyetlerini tek bir çatı altında, devletin kontrolünde toplamaktan; birbirinden farklı kurumlarda, farklı amaç ve yöntemlerle verilen eğitim faaliyetlerini “parçalı” bir yapıdan kurtarmakan geçiyordu. Bu nedenle tüm eğitim kurumları Maarif Vekaleti’ne bağlanıyor, medreseler kapatılıyor, yabancı okullar ve azınlık okulları ile ilgili de, bu “birlik” amacına yönelik düzenlemeler getiriliyordu.
‘Ekmeksiz kalınan ama babasız kalınmayan’ savaş
Mustafa Kemal Atatürk’ün Harp Okulu’ndan arkadaşı Ali Fuat Cebesoy, hastalığı döneminde Atatürk’le yaptıkları bir görüşmede Atatürk’ün Hitler’le ilgili şu değerlendirmede bulunduğunu anlatır: “Fuad Paşa, pek yakında dünya vaziyeti mütareke senelerinden daha çok ciddi olacak ve karışacaktır. İkinci büyük bir harb karşısında kalacağız. Dünyaya hâkim olan milletleri idare edenlerin arasında maatteessüf birinci derece devlet adamı çıkmıyor. (Hitler’le Mussolini’yi kastederek) Avrupa’da birkaç maceraperest Almanya ile İtalya’nın başında cebren bulunuyorlar. Bunlar bugün dünyayı kana boyamaktan çekinmeyeceklerdir... İşte bu devre esnasında doğru hareket etmesini bilmeyip en küçük bir hata yapmamız halinde başımıza mütareke senelerinden daha çok felaketler gelmesi mümkündür.”
Gerçekten de öyle olacaktır; Atatürk’ün ölümünden yalnızca bir yıl sonra II. Dünya Savaşı patlak verecek, dünya kana boyanacaktır. Türkiye, savaşın kanlı yüzünden uzak durmayı başaracak ancak savaşın ekonomik sonuçlarını derinden hissedecektir. İsmet İnönü’nün tarihe geçen sözünde de belirttiği gibi “halk belki ekmeksiz kalmış ama babasız kalmamış”tır.
Cumhurbaşkanı İnönü’nün diplomatik gayretleri ile Türkiye, savaşın sonuna dek bir cephe olmaktan korundu. Türkiye, savaşın sonunun geldiği anlaşılınca da 1944 yılında Müttefik Devletletlerin safına yaklaştı. Ardından da uluslararası arenada daha sağlam bir yer tutabilmek amacıyla savaşın nihayete ermesinden yaklaşık iki ay önce, 23 Şubat 1945’te Almanya’ya savaş ilan etti.
Büyük bir eğitim hareketi: Köy Enstitüleri
Cumhuriyet’in en önemli eğitim olaylarının başında Köy Enstitüleri gelir. Bu projede büyük emekleri olan, 1935 yılında İlköğretim Genel Müdürlüğü görevine getirilen İsmail Hakkı Tonguç, 32 bin köye öğretmen yetiştirmenin klasik yöntemlerle 70 yıl süreceğinin farkındaydı. Atatürk’ün de önerisi ile askerliklerini çavuş ve onbaşı olarak yapmış gençlerin dokuz aylık bir hazırlama döneminden sonra köylere öğretmen olarak gönderilmesi kararlaştırıldı. Ardından Tonguç’un hazırladığı çok detaylı bir rapor 1935 sonlarında Başbakan İsmet İnönü’ye sunuldu. Raporda öğretmen yetiştirmek için sunulan öneriler, İnönü’nün de desteği ile hükümet tarafından kabul edildi. Bu çerçevede kısa süreli eğitim veren Eğitmen Kursları ve Köy Öğretmen Okulları açıldı. Bu okullar, Köy Enstitülerinin öncüsüydü.
1938’de Milli Eğitim Bakanlığı’na Hasan Ali Yücel getirildi. Eğitimde büyük hamle işte şimdi başlıyordu. 1939’daki 1. Eğitim Şurası’nda Yücel, ismini koymadan Köy Enstitülerini anlattı: “Köylerimizde nasıl öğretmen gereksinimi varsa demirci, inşaatçı, kooperatifçi gerekensinimi de vardır. Geleceğin öğretmenleri, klasik öğretmenler gibi yalnızca abece öğretmekle kalmayacaklar, köyde geçerli ek bir meslek edinecekler, çocuklara, köylülere bu mesleği öğretecekler.”
Tonguç, bu hayalin ismini de koymuştu. Bu okullar yalnızca öğretmen ve köye yararlı bireyler yetiştirmekle kalmayıp köylerin sorunları için çalışmalar yapan kurumlar olacağı için isimleri “Köy Enstitüsü” olacaktı. 17 Nisan 1940’ta çıkarılan kanunla Köy Enstitüleri resmen kuruldu.
Türkiye’nin NATO’ya girişi
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO), İkinci Dünya Savaşı’nın ardından özellikle Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikalarından duyulan endişenin de bir sonucu olarak 1949 yılında kurulur. İlk üyeler; ABD, İngiltere, Kanada, Fransa, İtalya, Hollanda, Norveç, Portekiz, Lüksemburg, İzlanda, Danimarka ve Belçika’dır. Bu ülkeleri bir araya getiren Sovyet tehdidi, Türkiye’nin de NATO’yla yakınlaşmasına yol açar. Türkiye’nin 1950 yılındaki ilk başvurusu reddedilirken, üyelik yolunda en önemli dönemeç Kore Savaşı olur. Kore’ye asker göndermesinin de etkisiyle Türkiye, NATO’ya 18 Şubat 1952’de resmen üye olur. Türkiye, 1952’den bugüne geçen süreçte NATO harekatlarına en fazla katkı veren ilk beş müttefik ülke arasında yer alıyor.
Türk siyasetinde bir dönüm noktası: DP
Türkiye, 1924 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası ile başlayan “çok partili” sistem denemeleri yapmış ama bir türlü kalıcı ve başarılı bir çok partili siyasal hayata geçilememişti. Bunun için 1946 yılında Demokrat Parti’nin (DP) kuruluşu beklenecekti. DP, CHP içinde 1945 yılında gündeme gelen Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na yönelik muhalif seslerden doğmu;, Adnan Menderes, Celâl Bayar, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’ın siyasi tarihimize “Dörtlü Takrir” diye geçecek olan önergesi ile somut bir hale bürünmüştü. Bu isimlerin CHP’den istifası veya ihracıyla sonuçlanan önergenin ardından 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti kurulmuştu.
DP, kuruluşundan dört yıl sonra, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde ezici bir çoğunlukla iktidara gelerek CHP’nin tek parti iktidarını sona erdirdi. Türk siyasi hayatının en önemli dönüm noktalarından olan bu seçimin ardından Menderes başbakanlık, Bayar da cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu.
Cumhuriyet’in ilk darbesi ve ikinci anayasası
Demokrat Parti iktidarı, özellikle 1957’den itibaren otoriterleşme eğilimine girmiş, antidemokratik bazı girişimler, ana muhalefet CHP’nin olduğu kadar toplumsal muhalefetin de tepkisine neden olmuştu. Ülkede siyasal tansiyonun giderek arttığı bu dönem, 27 Mayıs 1960 günü bir askeri darbeyle sonuçlandı. Emir-komuta zinciri dışında, düşük rütbeli subaylar tarafından organize edilen darbe sonucunda DP, iktidardan düşürüldü ve askerlerden oluşan Milli Birlik Komitesi yönetime el koydu. Darbenin ardından yapılan yargılamalar da Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın idamlarıyla sonuçlandı.
Darbenin ardından hazırlanan ve 9 Temmuz 1961’de referandum sonucunda kabul edilen anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci anayasası olacaktı. “Demokratik bir anayasa” olarak yorumlanan 1961 Anayasası için, yaklaşık 20 yıl sonra “Türkiye’ye bol geldiği” söylenecek, bir darbenin ardından gelen anayasa, başka bir darbeyle tarihe karışacaktı.
Şiddetli yıllar: Türkiye’de 68 kuşağı
60’lı yılların sonları ve 70’li yıllar, tarihe, Türkiye’de sokakların çok hareketli olduğu yıllar olarak kaydedildi. Dünyada “68 Kuşağı” olarak bilinen öğrenci/gençlik olaylarının Türkiye’ye yansıması oldukça şiddetliydi. Bu döneme ABD karşıtı gösteriler ve sağ-sol çatışmaları damgasını vuruyordu.
Bu yıllarda Türkiye’de akla kazınan kişiler; Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan gibi isimler oldu.
60’lı yılların sonunda 6. Filo Protestoları, 1969’da ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Commer’in aracının ODTÜ’de yakılması, 1969’da “Kanlı Pazar”, 1971’de İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’un öldürülmesi ve 1972’de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarını engellemek için Hava Radar Mevzii Komutanlığı’nda görevli üç yabancıyı kaçıran Mahir Çayan ve dokuz arkadaşının Kızıldere’de öldürülmesi bu dönemin önemli olayları arasında sayılabilir.
Ordu bu kez ‘uyardı’: 12 Mart Muhtırası
12 Mart 1971’de bu kez ordu, ülke yönetimine el koymanın kıyısından dönerek muhtıra ile Süleyman Demirel hükümetini devirdi.
Muhtıra, dönemin oldukça gergin ve şiddetli siyasi ortamında gelmişti. Bu ortamda askeri bir müdahalenin ayak sesleri duyuluyordu. Ancak bu sesler tek bir “kanal”dan çıkmıyordu. Ordu içerisinde “sol bir cunta” arayışı da vardı. Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ile Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur da hareketi destekliyordu fakat sonra bu gruptan ayrıldılar. İstihbari bilgilerin sızması ve başta Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç olmak üzere cuntaya destek vermeyen askerlerin aldığı önlemler sonucunda hareket başarısız oldu.
“Sol cunta”yı saf dışı bırakan Tağmaç, ipleri eline almıştı. 11 Mart’ta Tağmaç ile Kara Kuvvetleri Komutanı Gürler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri Komutanı Batur bir muhtıra hazırladı. 12 Mart’ta saatler 13.00’ü gösterdiğinde muhtıra, radyodan okunmaya başladı. Radyodaki ses, “parlamento ve hükümetin, ülkeyi anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluk içine soktuğunu” söylüyor, “mevcut anarşik durumu giderecek, kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin teşkilinin zaruri” olduğunu belirtiyordu. Mesaj netti: “Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri, idareyi üzerine almaya kararlıdır.” Muhtıranın okunmasından 4 saat 18 dakika sonra Demirel, istifasını sundu. 26 Mart’ta Nihat Erim’in başbakanlığında, çoğunluğu parlamento dışından bakanlarla “partiler üstü” bir hükümet kuruldu. Ancak bu hükümet uzun soluklu olmayacaktı.
‘Ayşe’nin tatili’ barış getirdi
Türkiye, Yunanistan ve İngiltere ile Kıbrıs Türkleri ve Rumlar arasında 1959’da imzalanan anlaşmalarla Kıbrıs Cumhuriyet’i kurulmuştu. Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nda iki halka eşit siyasi hak ve statü verilse de Rum tarafı, Kıbrıs Türklerinin Ada’daki varlıklarını sonlandırmak ve Ada’nın Yunanistan’a bağlanmasını sağlamak için faaliyet yürüyordu. 15 Temmuz 1974’te Rum lider Makarios’a Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamayı amaçlayan bir darbe yapıldı. Türkiye, buna karşılık diplomatik yolları denedi ama sonuç alamadı. Bunun üzerine iktidardaki CHP-MSP Koalisyonu 20 Temmuz 1974’te Kıbrıs Barış Harekatı’nın başlaması kararını aldı. Türkiye’nin müdahalesinin ardından çözüm için masaya oturuldu. Görüşmelerden sonuç alınamayınca 14 Ağustos’ta “Ayşe tatile çıksın” parolasıyla Kıbrıs Barış Harekatı’nın ikinci aşamasına geçildi. 16 Ağustos’ta ateşkes ilan edilen harekatla Ada’ya barış getirildi.
Etkisi bitmeyen darbe: 12 Eylül
12 Mart Muhtırası’ndan dokuz yıl sonra, 12 Eylül 1980’de radyo ve televizyonlarda yine bir bildiri okunuyordu. Ses, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’e aitti. Evren, ordunun “demokrasiyi sağlam temeller üzerine oturtmak, kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek için yönetime el koyduğunu” söylüyordu. İktidarda yine Süleyman Demirel hükümeti vardı. Demirel, 1977 yılında, darbe yapacağını düşünerek Kara Kuvvetleri Komutanı Namık Kemal Ersun’u emekliye sevk etmiş ve şimdi Ersun’un emekliliği ile önünün açılmasını sağladığı Evren tarafından devrilmişti. Evren, darbeden sonra devlet başkanlığı görevini üzerine aldı. 1982’de düzenlenen referandum sonucunda kabul edilen anayasadaki geçici maddeyle de cumhurbaşkanı oldu. Türkiye, bu darbenin en kalıcı sonucu olan 1982 Anayasası’nı Cumhuriyet’in 100. yılında da tartışmaya devam ediyor.