27.03.2023 - 05:39 | Son Güncellenme:
Yıkımların ardından mimar ve akademisyenlere sorduk: Nerede hata yaptık? Deprem gerçeğiyle nasıl yaşarız? Bundan sonra hangi adımları atmalıyız?
“İstanbul deprem olmadan depremden kurtulamaz…” Ahmet Turan Köksal, Dr. Mimar
İçi sulu, çürük bir domates, yer yer ıslak yüzeyini kaplayan incecik kabuğundaki bakteriler, kendilerine kutu kutu kaplar yapmışlar. İşte arada sırada domatesin o ince kabuğu kıpraştığında, içinde bulundukları kutular çöküyor ve altında kalıp eziliyorlar. Evet, o bakteri boyutunda evrimleşmiş canlılar, kendilerini kainatın bilinen en zeki varlıkları olarak görüyorlar. Ayrıca o domatesin de sahibi gibi davranıyorlar, zira ne tarlayı ne de başka domatesleri bilmiyorlar. Domates alegorisi (ki buna metafor denmez) orijinal olsun diye yapılmamıştır. Gerçekten öyle ve hatta tam hesaplayıp oranlarsak dünyanın yer kabuğu bir domatesin kabuğundan daha ince ve insan da bakteriden daha ufak. Ve insan aslında ne o kadar zeki ne dünyanın hakimi ne de sahibi… Dünya genelinde 20 katrilyon karınca var ve toplam ağırlıkları tüm memelilerin ve yabani kuşların toplam ağırlıklarından daha fazla. Ve deprem olduğunda toprağın altında yuvaları olduğu halde karıncalar genelde ölmüyorlar. Kısaca ne kadar gelişmiş olsalar da dünyanın hakimi hiçbir zaman insanlar olmayacak galiba. Neyse… 6 Şubat depreminden sonra şehirler, herhangi bir ordunun bombalamasından daha fazla zarar gördü. Deprem olduğundan beri, evde “üşüdük” ya da “susadık” diyemiyoruz. Düşün düşün, üzül üzül, düzeltemediğimiz aşamadığımız tedbirsizlikleri, bencillikleri ve hataları aklımızda sıraladığımızdan, tarifsiz bir huzursuzluk içindeyiz. Bir de üzerine, onların çektiği acıyı kavrayamadığımızın suçluluğu içindeyiz. İstanbul’dakilerse ayrıca sağa sola borçlu gibiler. Kapıyı çalacak alacaklı mı, haciz memuru mu ya da hesaplarınıza el koyulduğunu gösterir resmi belge ibraz eden postacı mı? Ne zaman olacağını bilmediğimiz deprem korkusundan, bir türlü huzura kavuşamıyoruz. Televizyonda bir sürü yerbilimci çoğunlukla birbirleriyle çelişen ifadeler veriyorlar. Ortak noktaları “bittik tükendik” minvalinde. Olumsuz konuşmakta haklılar da ama biri diyor ki İstanbul depremi iki parçalı kırılır, ilk deprem 7 şiddetinden az olur, diğeri diyor ki tek parça kırılır 8’e yaklaşır. “Büyüklük” ve “şiddet” kavramları birbirine giriyor. Şiddeti 9’u geçer diyen bile var. Kime inanacağımızı şaşırdık.
Peki neden rahata eremiyoruz? Zira içine girdiğimiz betonarme kutuya güvenemiyoruz. Çünkü betonarmenin kendisi ağır. Asıl taşınması zor olan, kutunun içindeki bizler ve eşya değil, betonarmenin kendisi. Kolon, kiriş ve döşemeler, içinde demir donatı olan kaya gibiler ve başımızın üstündeyken altında rahatça uyuyoruz, yaşıyoruz. Aslında oldukça plastik ve sağlam olması beklenen bu yapım yönteminin aşamalarına bakalım: Güvende hissetmek için arazinin inşaat başlamadan önce test edildiğinden şüphemiz olabilir. Müteahhit siyasi bir ayak oyunuyla tapusunu yok paraya aldığı tarım arazisini imara açtırmışsa. Sonda açılmış olsun ama alınan numuneler laboratuvarda test edilmemişse ya da birinden alınan sonuçlar diğerlerine kopyala yapıştır şeklinde çoğaltılmışsa ya da eldeki test raporunu ufak tefek değişikliklerle sizin müteahhide yutturmuşlarsa… Mimar doğru dürüst taşıyıcı sistem bilgisine sahip değilse, perde kolon yapmayı düşünmemişse… İnşaat mühendisi, eldeki değerleri betonarme hesabı için kırık yazılımda ürettiyse, değerleri yanlış verdiyse… Çıkan taşıyıcı kesitlerini kontrol etmeyen müteahhit ya da şantiye şefi varsa, tüm işi kalıpçıya bırakıp gittiyse, kullanılan demirde uyanıklık yapıldıysa, nervürlü/nervürsüz karışık kullandıysa, şantiyede aylarca durduğu için demir zaten çok paslıysa, pas payını doğru vermedilerse, demirleri doğru dürüst tel ile bağlamadılarsa, beton döküldüğü zaman kalıp içinde demirler oynadıysa; eskiden elle karılırdı, bazen adam az olur, bazen kürekle karılır, göz kararı koyulan çimento, kireç az gelir, hazır gelmişse beton agregası, kumu, çakılı, dozajı uygun değilse, deniz kumu midye kabuğundan geçilmiyorsa, beton mikserinden numune alınmadıysa, o laboratuvara götürülmek yerine hazır rapor imzalanmışsa, kalıba dökülen beton için titreşim yaratıp boşluklar doldurulmamışsa, kalıp söküldüğünde kolonda kirişte bir sürü boşluk varsa, sonra orası sıva ile doldurulmuşsa… Beton dökülürken hava döküme uygun olmayacak kadar çok sıcak ya da çok soğuksa, beton dökümünden sonra nemlenme sağlanmamışsa, gerekenden daha erken kalıp sökülmüşse, temelde yalıtım yapılmamışsa, inşaata ara verilip aylarca beklendiği için korunmayan beton çürümüşse… Binada boru geçsin diye kirişi kolonu delmişlerse, araba galerisi ya da market yapmak için kolon kesilmişse, kısa kolon problemi varsa ve yumuşak kat hesabı yapılmamışsa, millet kafasına göre taşıyıcı olan olmayan duvarları yıktıysa, binada kanalizasyon kaçağı olduysa ve taşıyıcı elemanlar o asitli akıntıya maruz kalmışsa… Bu liste uzar gider. O kadar çok bilinmeyenli denklem ki. Zincirin en zayıf halkası tüm zincirin sağlamlığını belirliyor. Kentsel dönüşüm görmüş yıkılıp yapılan iki bina için kat maliklerinin zorlaması ile denetim işi üzerimde kalmıştı. Beton dökülmesini durdurdum birkaç kez ve bana nasıl davranıldığını bir ben bilirim. Betonarme bina inşaatı çok çok zor bir meseledir. Köpek kulübesini dahi betonarmeden dökmeye alışmış bir milletiz. Mimarlık eğitimi (eskiden) zordu ama sıfır eğitimle, önüne gelen inşaatçı, müteahhit oluveriyor; ne bir eğitim, ne bir tecrübe gereği var. Bu kifayetsizler ayrıca o kadar çok betonarme seviyor ki, Türkiye'de 6000 kadar beton mikseri var. Nüfusa göre böyle bir oran başka ülkede yok. Hafriyat kamyonu sayısını tahmin edemiyoruz bile. Ha bu arada, trafikteki hafriyat kamyonu ve beton mikserleri sadece 2018 yılında 253 can aldı. “İstanbul depremden nasıl kurtulur?” sorusunun cevabını verirken zorlanıyoruz. Dile getiremiyoruz çünkü. Aslında cevap çok basit: “Deprem olmadan kurtulamaz.” İstanbul’da ne olacağını bilmek, simüle etmek ve hesaplamak olanaksız. Hiç Güngören’de sokak arasında dolaştınız mı? Yüzlerce metre bitişik nizam, sağlıksız, her birinde ortalama 10-15 ailenin yaşadığı tıklım tıklım betonarme bina dolu. Avcılar’da 99 depreminden sonra yenilenmesi gereken kaç binanın hiçbir şey yapılmadan kullanılmaya devam ettiğini biliyor muyuz? Otomobil alırken garip bir tabir var “Hatası ve değişeni var mı?” Yahu araba bu, nasıl hata yapsın, kullanan sürtmüştür ancak. Neyse, ufak bir çizik olsa, üzerine boya yapılmış olsa, mikron ölçen aletlerle bakıyorlar, anlıyorlar, yorum yapıyorlar. Bense onlarla aynı kafada değilim. Kaporta çizilmişse paslanmasın diye boyarsın, bunun nesi kötü? Tamam, herkes kabul etmiş, bana saçma gelmesi kimseyi ilgilendirmiyor, herkes birbirini gaza getirmiş, kurallar yeniden yazılmış, piyasa böyleymiş, çok önemliymiş. Unutmuyorum, bir otomobilim vardı ve satıyordum, noterin önünde arabanın üzerindeki tozu elini ağzına götürüp temizleyip her parçasına defalarca o aletle baktı alıcı. “Neden arabayı yaladın bu kadar?” diyemedim. Hiç yorum yapmadım, kendince kani oldu ve sonra notere geçtik. Otomobil alırken kılın kırk yarılması garibime gitmişken, yan memura konut alımı için vekalet hazırlatan birine, “Almak için ezbere vekalet veriyorsunuz ama binanın sağlamlığına baktırdınız mı?” diye sordum lafın arasında. Baktırmamışlar. O muhitteki bodrum kat bile değerlenirmişmiş. Nasıl mimarmışım? Mektepliymişim ama ticaretten hiç anlamıyormuşmuşum. Kısaca beni işgüzar ve felaket tellalı olarak suçladılar…
“Kırılgan kentlerle idare etmeyi bırakmalıyız.” M. Batu Kepekcioğlu, Dr. Mimar
1999 Marmara depreminde resmi can kaybı 18.000 civarı, benim bu yazıyı kaleme aldığım tarihte ise Kahramanmaraş merkezli Güneydoğu depreminde açıklanan rakam 40.000 civarında. Bu rakamlar geçen 24 senede vergilerin, afet yasalarının, kentsel dönüşümün, yönetmeliklerin, denetimin, cezaların ne kadar uygulanıp ne kadar uygulanmadığını apaçık gösteriyor. Bütün bunların uygulanması gerekiyor çünkü depremle mücadelede en temel strateji yıkılmayacak binalar ve kentler yapmak olmalı. Ama biz bunları yapmadık; şimdi ne yapmalıyız, derseniz, acilen mevcut yapı stoğunda kamusal, özel, tüzel demeden zayıf binaları tespit ettikten sonra yıkmalı, güçlendirilebilecek olanları ise güçlendirmeliyiz. Vatandaşların finansal kaynağı yoksa, yerel veya merkezi yönetimden talep etmeli, bu da olmuyorsa uzun vadelidüşük faizli borçlanma gibi yollarla binaların yenilenmesi için modeller geliştirilmeli. En son çare ise deprem olmasını beklemeden daha dayanıklı kentlere taşınmak. Çünkü yaşadığımız bina sağlam olsa bile bütün kent yıkıldığında vatandaş olarak çözemeyeceğimiz sorunlar bizi bekliyor olacak. O yüzden en yakın zamanda elimizdeki kırılgan kentlerle idare etmeyi bırakıp kentlerimizi deprem de dahil olmak üzere seller, küresel ısınma, kıtlık, susuzluk, orman yangına dayanıklı hale getirmek için yatırım yapmaya başlamalıyız; yoksa ne olacağını yakın zamanda Hatay başta olmak üzere 10 ilde çok acı bir şekilde gördük.
“Toplumsal kırıma karşı başka bir kolektif inşa olasılığı…” (1) T. Gül Köksal, Doç. Dr., Mimar-Koruma Uzmanı
Kültür Meclisi’nin web sitesinde yayımlanacak olan “İnsanı, ürettiği kültürel değerlerle birlikte yok eden kırımın bize söyledikleri” başlıklı yazıda -olguların adını koymanın politik bağlamını da gözeten bir yaklaşımladepremin etkilediği bölgelerdeki kırıma işaret ederken, müşterek birikimlerimize, ortak değerlerimize yönelik olası tehditlere ağırlık verdim ve halihazırdaki akut durum sürerken orta-uzun vadede yapabileceklerimizin yöntemini dönüştürmemiz gerektiğini ileri sürdüm (2). Bu yazıda da aynı minvalde şu ana kadar yapılan mesleki çabalar üzerinden kısa bir değerlendirme yapacağım. Depremin bu denli ağır hasar yarattığı illerde biz mimar, plancı, mühendis meslek insanlarına düşen sorumluluklara bakarsak kabaca: Mevcut kayıpları belgelemek, acil yaşam alanlarını nitelikli bir şekilde tesis edebilmek, kaybedilen haklara yönelik mücadele etmek ve yaşamın yeniden yeşermesi sürecine katkı verecek politikalar ve eylemler gerçekleştirmek gibi birbiriyle de çakışan iki ana aks gözüküyor. Bunların ilkine yönelik bazı çalışmalar sürüyor. Şöyle ki, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın hasar tespit çalışmaları bir yandan devam ederken TMMOB üyeleri de sahada katkı koymaya çalışıyor. Bir yandan da bu tespitlere dair itirazların olacağı ön görüsüyle Türkiye Barolar Birliği (TBB) bazı hazırlıklara başladı. 1999 depremi sonrasında hazırlanan “Depremzedeler İçin Hukuk Rehberi”ni, değişen mevzuat ve uygulamalar doğrultusunda yeniden değerlendirerek güncelledi (3). TMMOB ve TBB arasındaki iş birliği ile bir koordinasyon kurulu oluşturuldu (4). Önümüzdeki günlerde sahada bu itirazları yapmak isteyenleri yönlendirecek ve destek olacak daha çok ekibe ihtiyaç olacak. Çünkü yıkımın bu denli yüksek olduğu bir yerde hak kayıplarının karşılanması uzun soluklu bir mücadeleyi gerektiriyor. Hak ihlallerinin giderilmesine yönelik hukuki başka yönlendirici belgeler de hazırlandı (5). Bu belgeleri kullanılabilir şablon dilekçeler haline getirmek, yurttaşların kullanımına sokmak gibi işler ileriki günlerin sorumluluğu sanırım. Acil yaşam alanlarının inşası ise hayli meşakkatli bir konu. Bu konuda TMMOB’ye bağlı odaların açıklamaları oldu. TMMOB, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ve AFAD ile birlikte çalışma önerisinde bulunuldu (6). Bu ne kadar sağlanır belli değil, ancak Şehir Plancıları Odası’nın grafiklerle tarif ettiği yönlendirici belgeler çok değerli (7). Asrın afeti, asrın felaketi yerine asrın ihmalini yaşadığımızı gösteren grafik anlatım yaşanan durumu gayet güzel ifade ediyor (8). Bunların sahada karşılık bulmasını sağlamak ayrı bir mücadele istiyor. Acil yaşam alanlarının tasarımına yönelik Mimarlar Odası Ankara Şubesi ve ODTÜ Mimarlık Acil Tasarım Stüdyosu gibi mimarların bazı girişimleri var. Tasarım kadar, inşa, uygulama gibi aşamaları olan bu girişimlerin orta-uzun vadede gündemde kalması önemli. Bölgede öncelikli sorunlardan biri olan tuvaletatık ilişkisi gibi konular hızla çözüm bekliyor. Bu tür işlerin süreç ve aşamalarının takibi gibi, geçmiş dönemdeki bu tür çalışmaların deneyim aktarımı bizlere yön verecek. “Yaşamın yeniden yeşermesi sürecine katkı verecek politikalar ve eylemler gerçekleştirmek” olarak kabaca tariflediğim ikinci başlığı ise çok daha uzun soluklu bir süreç olarak görüyorum. Bunun için de bireysel fikir ve eylemlerimiz kadar örgütlü süreçler önemli. Başta burada adını saydığım ve diğer mesleki örgütlerin açık kapılarından girerek, elimizdeki imkanları birlikte geliştirmek önümüzü açacaktır. Bölgede halen süren depremin Türkiye’nin başka illerinde de olabileceğinin farkındayız. Kültür Meclisi’ndeki yazıda işaret ettiğim için orta-uzun vadedeki dönüşüm bizim ve kurduğumuz yapıların da dönüşümü ile daha güçlü olabilecektir. Hepimizin yolu açık olsun…
Kaynaklar:
1- Metindeki tüm web kaynaklarına erişim tarihi: 22 Şubat 2023.
2- T. Gül Köksal, “İnsanı, Ürettiği Kültürel Değerlerle Birlikte Yok Eden Kırımın Bize Söyledikleri”, Kültür Meclisi, 22 Şubat 2023, https://kulturmeclisi.com
3- https://d.barobirlik.org.tr/2023/ DepremzedelerIcinHukukRehberi/
5- https://ihm.bilkent.edu.tr/deprem-bilgi-notu/
8- https://www.spo.org.tr/detay. php?sube=0&tip=2&kod=12204
“Afete hazırlıklı çevreler inşa edebilmek için dersler...” Murat Soygeniş, Prof. Dr., FAIA
Uzmanlar Doğu Anadolu Fay Hattı (DAF) üzerinde olabilecek deprem konusunda çeşitli birimleri uyarmışlar ancak bu uyarılar gerektiği kadar önemsenmemişti. 6 Şubat depreminin getirdiği felaketin kaderin değil doğal afetin bir sonucu olduğu konusunu yönetimler öğrenmeli, yıkımı en aza indirmek üzere ders çıkarmalıdırlar. Bu amaç doğrultusunda gerekli araçlar doğa davranışının anlaşılması, bilimsel verilerin izlenmesi için planların yapılması ve dürüstlük ve tüm paydaşların iyi niyetle yaklaşımından ibarettir. Türkiye’deki depremlerin tarihsel süreci incelendiğinde hemen hemen her güçlü deprem sonrasında yıkımların ve çok sayıda can kayıplarının olduğu görülmektedir. Yüksek riskli bölgeler tektonik plakalar arasındaki fay hatları boyunca yer alan yerleşim yerleridir. 1999 yılında kuzeybatı Türkiye’de Marmara Bölgesi’nde çok kapsamlı yıkımlara neden olan Marmara Depremi’nde 17.000’den fazla kişi ölmüştü. Bu deprem yaklaşık 200 kilometre uzunluğunda olan yüksek yoğunluklu endüstriyel bölgeleri ve konut alanlarını etkilemişti. Bilim insanları 1900’lerin ortalarında henüz bu bölge yoğunluğu yüksek değilken detaylı raporlar hazırlamışlar, siyasi otoriteleri fay hattı üzerinde ve yakınında konut ve endüstriyel bölgelerin gelişmesinin olası tehlikeleri hakkında uyarmışlardı. Bilimsel raporlar izlenmemiş, bunun sonucunda Marmara Bölgesi iyi planlanmadan, Kuzey Anadolu Fay Hattı (KAF) üzerinde yayılarak ve yoğunluğu giderek artarak Türkiye’nin en yoğun endüstri alanlarını ve konut yerleşimlerini barındıran bölgesi haline gelmiştir. (1) Bugün yaşanan depremin yıkıcılığı benzerdir. En fazla zarar gören 11 il yaklaşık 500 kilometrelik bir hat boyunca, Doğu Anadolu Fay Hattı üzerinde ve yakınında uzanmaktadır. Boston’dan Philadelphia’ya veya New York’tan Washington’a ya da Paris’ten Amsterdam’a uzanan bir hat kadardır bu boy. Türk kentleri 1950’ler sonrasında artan nüfus ve yoğunluk nedeniyle hızlı bir endüstrileşme ve kentleşme süreci yaşamıştır. Kentlerde yaşayan nüfusun çoğunluğu az katlı, tek kullanıcılı geleneksel konut ve yaşam şekillerini terk etmek zorunda kalmış, bunun yerine daha yüksek yoğunluklu çok kullanıcılı apartman konut tipine geçilmiştir. Genellikle dört ila on katlı olabilen bu çok kullanıcılı yapılar taşıyıcı sistemi betonarme, taşıyıcı olmayan iç ve dış duvarları tuğla ya da briket kullanılarak inşa edilmiştir. Çeşitli kaynakların belirttiğine göre konut yapılarının %60’ı ve hatta daha fazlası imar izni olmadan veya yönetmeliklere uygun olmadan yapılmıştır. Yapılı çevre deprem yönetmeliklerine, zemin koşullarına ve etütlerine uygun olarak yapılsaydı, fay hatlarında yerleşime izin verilmeseydi, inşaat sektörünün yozlaşmış inşaat süreçleri ve zayıf kontrol mekanizması terk edilebilseydi depremlerin daha az zarar verici olacağı çok açıkça görülebilir. 1999 depremi sonrasında kapsamlı akademik ve mesleki araştırmalar, depreme maruz alanlarda olması gereken mimari ve taşıyıcı sistem tasarımlarına yönelik projeler ortaya konmuş ve bu konuda farkındalığın artmasına çalışılmıştır. (2) Devletin yetkili birimleri deprem yönetmeliklerini revize etmiş, afet öncesi ve sonrası riskleri azaltmak üzere yönetim planları yayınlamışlardır. Tüm bu çabalar doğal afetleri kontrol altına almada ve halkı bu afetlere karşı korumada önem taşıyan iyi niyetli vaatler olarak ortaya konmuştur. Maalesef 2018 yılı seçimlerine az bir süre kala, yetkililer ‘imar barışı’ ismi altında, kaçak olarak ve imar yönetmelikleriyle uyumsuz olarak inşa edilmiş yapılara meşrulaştırma yolunu açan bir imar af programı açıklamışlardır. Para cezası ödenmesi karşılığında uygunsuz yapıların affedilmesi çok sert eleştirilere sahne olmuştur. Afet riski altındaki yapıları deprem, sel ve toprak kayması gibi doğal afetlere karşı korumayı hedefleyerek ortaya konan önemli diğer bir planlama aracı 2012 yılında yürürlüğe giren kentsel dönüşüm programıdır. Riskli bölgelerde yaşayanları depreme ve diğer doğal afetlere dayanıklı yapılara kavuşturma amacı taşıyan kentsel dönüşüm konseptinin önceleri umut verici olduğu düşünülmüştür. Net olarak tanımlanmamış yapısı nedeniyle kentsel dönüşüm umudu da bir felakete dönüşmüştür. Kazançlarını arttırma peşinde koşan müteahhitlerle haklarını kaptırmamak için çırpınan apartman sahipleri bu tanımsız ve zorlu süreçle karşı karşıya kalmışlardır. Bu depremde yıkılan konutların satış aşamasındaki reklam kampanyalarında ‘deprem yönetmeliklerine göre inşa edildi’, ‘cennetten bir köşe’ gibi ifadeler yer alıyordu. Daire satın alanlar ‘modern görünüşlü çekici cepheler’ ve ‘prestijli’ marka mutfak fayanslarından etkilenmiş olmalıydılar. Yazıktır ki bu tür pazarlama teknikleri alıcılara cazip geliyordu. Sonunda deprem bedelini ödetti. Afete hazırlıklı çevreler oluşturmada bu çevrenin oluşumunda rol alan tüm disiplinler arasındaki koordinasyon bütünsel ve bilimsel bir yaklaşımı destekleyecektir. Ana rol karar verici merkezi ve yerel yönetimlerin elindedir. Mevcut deprem ve imar yönetmelikleri tüm paydaşlar yağmadan ve yozlaşmadan uzak çalıştıkları takdirde yeterli olacaktır. Afete hazırlıklı çevrelere ulaşan uzun yol çok paydaşın uyumlu ve dürüst çalışmayı başarabilmesinden geçmekte, ancak o takdirde ufukta daha az can kaybının ve yıkımın olduğu bir Türkiye görünmekte.
Notlar:
1- Çeşitli kaynaklar Türk yerbilimci İhsan Ketin’in 1948’de Kuzey Anadolu Fay Hattı ve bu bölgenin sorunlarına yönelik detaylı bir rapor hazırladığını belirtmektedir. İhsan Ketin’in KAF ile ilgili çeşitli araştırma yazıları yayınlanmıştır: Ketin, İ., ‘Kuzey Anadolu Fayı Hakkında’, Maden Tetkik ve Arama Dergisi, Cilt 72 Sayı 72, 1-27, 1969.
2- “Modüler Konut” yazarın kendi mimarlık ofisi S+ ARCHITECTURE bünyesinde sosyal sorumluluk girişimi olarak hazırlanan bir az katlı konut projesidir. Göçmen sorunu ve doğal afet öncesinde/sonrasında minimal konut gereksinimine bir cevap olarak geliştirilmiştir. Düşük maliyet ile üretilebilecek modüler birimler yaşama alışkanlıklarına uygun seçenekler sunmakta ve depreme açık alanlar için uyumlu olmaktadır.
3- Bu yazı oluşturulurken Murat Soygeniş tarafından yazılan ve AIA Architect dergisinde 28 Şubat 2023 tarihinde çevrimiçi olarak yayınlanan “Lessons for building a disaster-prepared living environment” yazısından yararlanılmıştır.
“Bütün kurumların belirlenmiş görevlerini yerine getirmesi ve bunu daha iyi bir dünyada yaşamak için ‘toplumsal mutabakat’a dönüştürmesi gerekiyor.”
Nevzat Sayın, Mimar
İyi bir yapısal sonuç elde etmenin aşamalarını, en kısaltılmış haliyle; doğru bir tasarım anlayışı, konunun gerektirdiği bütün disiplinlerin katılımıyla ayrıntıları gelişmiş bir proje oluşturulması, gerekli kurumlardan alınan onaylar, nitelikli bir yapım ekibi, kapsamlı ve dikkatli bir denetim olarak sıralayabiliriz. Yapısal sonuç şehir, bölge, yerleşke ya da tek yapı olduğunda neredeyse her zaman hep aynı kurallar geçerlidir ve bu kurallardan herhangi biri aksadığında iyi bir sonuç elde etmek imkansız olur. Hangi nedenle olursa olsun bu konudaki aksaklıkların açıklanabilir nedenleri, mazaretleri kabul edilemez şeylerdir. Aksaklıkları açıklamak için bulduğumuz bahaneler bir süre sonra bir tür “negatif kurallar manzumesi”ne dönüşerek düpedüz yanlış olan şeylerin doğruymuş gibi görünmesinin altyapısını oluşturur ve birlikte yaşama kuralları zedelenmiş coğrafyalarda bu “negatif kurallar” belirler sonuçları. Türkiye 1950’den sonraki politikalar nedeniyle kırsal kesimden kentlere doğru büyük bir göç dalgası yaşadı ve sonraki yıllarda bu dalga giderek büyüdü. Kırsal kesimden iki tip insan gelmişti; her istediğini yapacak kadar çok parası olan toprak ağaları ve hiçbir istediğini yapamayacak kadar yoksul olan tarım işçileriydi bu gelenler. Başka bir iş yapamayacakları için toprak ağaları paralarını inşaata yatırdı, tarım işçileri de inşaatlarda çalışmaya başladı. Bu niteliksiz sermaye ve kol gücü başka hiçbir iş kolunda bir araya geleme(z)di. “Taşı, toprağı altın” benzetmeleriyle bu göç kışkırtılarak büyütüldü ve başa çıkılamaz büyüklükte bir soruna dönüşmüş oldu. Başlangıçta, hiçbir koruma kararı olmadığı için yıkılan geleneksel yapıların yerine de olsa mimar, mühendis gibi profesyoneller tarafından doğru dürüst projelendirilerek inşa edilen apartmanlar ve diğer taraftan da kırsal kesimden gelenlerin göçleriyle artan barınma ihtiyacı için yapılan gecekondular oluştu. Artan gecekondular bir zaman sonra “kaçak yapı”lara dönüştü. Çünkü siyasi iktidarlar kendi varlıklarını koruyabilmek ve sürdürebilmek için imar aflarını kullanmaya başladılar ve kaçak yapılar yıkılmadıkları gibi yasal konuma getirilerek sahipleri her imar affında bir öncekinden çok daha büyük inşaat hakları elde ettiler. Bütün bu tuhaflıklara rağmen 70’lerin sonuna kadar yapılanların kötülüğü yapısal olarak da yerleşke olarak da -iyimser bir bakışla- kabul edilebilirlik sınırlarında sayılabilirdi. 1980’le başlayan kötülük hiçbir iyimserlik bırakmayacak kadar büyümüş, başa çıkılamaz olmuş, “iş bitirici” bir insan tipi belirmişti. Şehir planları ve yeni yerleşke alanlarına ilişkin bütüncül politikalar üretmek, bu politikalar çerçevesindeki uygulamaları yönlendirmek ve ilgili devlet bankalarının finansal desteğiyle uygulamalar yaparak her şeye rağmen yürütülmeye çalışılan kentsel alanlardaki imar hareketleri kontrol edil(e)meyen bir azgınlığa ulaştı. Bu azgınlık arsa sahiplerinin, ev satın almak isteyenlerin, müteahhitlerin, mimar ve mühendislerin, yatırımcıların ve ilgili devlet kurumlarının katılımlarıyla “örgütlü toplumsal bir suç ortaklığı”na kadar geldi dayandı. Neredeyse herkes suç ortağına dönüştürüldüğü için konuşacak kimse kalmamıştı. Bu kötülük nasıl örgütlendi? İmar aflarıyla yasallaşan kaçak yapılar “yapanın yanına kar” kalınca bu suç giderek yaygınlaştı. Yasal olmayan işleri yaparken mimar ve mühendisler tarafından hazırlanmış, yetkili kurumlar tarafından onaylanmış projelere ve inşaatın denetimini yapacak meslek adamlarına da artık gerek kalmamıştı. Bu yasa dışı yapılar ve onların denetlenemeyen maliyetleri genel olarak yapılıp edilenler için bir ölçüt olmaya başladı ve bu durum mimarlık ve mühendislik hizmetlerini pahalı ve giderek gereksiz bulan yaygın, toplumsal bir görüşün oluşmasını sağladı. Mimar ve mühendisler sorun çıkaran adamlara dönüştürüldü. İktidardakiler, politik nedenlerle düşman bellediği meslek örgütlerinin proje onay yetkisini iptal etti. Böylelikle yapılan projeler asgari niteliklerden yoksun, yapı üretimi için gerekli teknik dokümanlar olmaktan çıkıp, usulen hazırlanan evraklara dönüşerek yapılanların meslek adamları tarafından verilmiş garantileri olmaktan uzaklaştılar. Susturulmuş üniversitelerde mimarlık okullarının sayısı arttırılıp, nitelikleri bozularak mesleki temel özelliklerinden alabildiğine uzaklaştırıldı ve henüz okulu yeni bitirmiş bir mimara her tür yapıyı projelendirme yetkisi verilerek meslek adamı niteliği yerle bir edildi. Politik baskılar nedeniyle sessizleştirilmiş akademya tamamen sustu. Yapı denetim ofislerine bırakılan mesleki kontrollükler bu okullardan çıkan ve neye bakacağını bile bilmeyen mimarlar ve mühendisler tarafından yapılmaya çalışılınca hiçbir şey denetlenmemiş oldu ve yapılar ehliyetsiz müteahhitlerin insafına kaldı. Para kazanmaktan başka bir derdi olmayan bu küçük kapitalistler insaflı olamazlardı. İmar afları söylentilerinin dolaşmaya başladığı seçim öncesi evrelerde inşaatlar alabildiğine arttı ve alabildiğine denetimsizleşti. Hep daha çok yapabilmek için imar kuralları karmaşık, anlaşılmaz, iş bitirici adamlar tarafından alabildiğine büyük inşaat alanları kazanılacak hale getirildi. Bu durum merkezi ve yerel otoritelerce desteklendi. Bütün bunlar olurken kent topraklarında arsa maliyetleri alabildiğine arttı ve artan arsa maliyetleri “satılabilir inşaat alanları”ndaki artışın gerekçesine dönüştürüldü. Bu durum barınma ihtiyacının çözümlerini üretmek üzere var olan kamu kuruluşlarını en büyük arsa spekülatörlerine dönüştürdü. Ve “suç”un resmileşmesi perçinlendi. Bütün bunlara karşı çıkmaya çalışan meslek odalarındaki basiretli yöneticiler; ne yapılması gerektiği konusunda iyi yetişmiş akademisyen ve uygulamacı mimar/mühendisler; doğru iş üretmeye aday yapımcılar, eleştirilerini sürdüren aydınlar bütün bu tuhaflıklar karşısında sadece küçük bir azınlık olarak kaldı. Türkiye’nin en etkin “sanayisi” inşaat sektörü oldu. Üstelik en sanayileşmemiş haliyle. Yanlış politikalar nedeniyle herkesin üniversite mezunu olması için meslek okulları olağan liselere dönüştürülüp, meslek okullarından yetişen nitelikli ara adamlar da olmayınca iyi iş yapacak kimse kalmadı ve iş çığırından çıkmış oldu. Çığırından çıkan bu durum “yaygın toplumsal suç ortaklığı”na şöyle ya da böyle katılanları ülkenin en büyük suç örgütü üyelerine dönüştürdü, durumdan faydalananların sayısını arttırarak bu suçu ifşa edip, itiraz edecek insanların sayısını alabildiğine azalttı ve onları herkesin gözünde “mahallenin delisi” haline getirdi. Neredeyse tamamıyla deprem bölgesi olan ve sonuçları çok acıklı felaketler yaşamış bir ülkenin bu konularda uzman olan bilim adamlarının yıllardır bu konulara dikkat çekmelerine; sosyal, politik, teknik ve doğal tahribatların olası boyutlarını defalarca hatırlatmalarına rağmen tamamen politik nedenlerle hiçbir önlem alınmadı. İşte bu koşullarda yapılan yapılar, yerleşkeler ve kentler günlük yaşamın zorlaştırıcı koşullarıyla boğuşulan yerler olmalarının yanı sıra, doğal afetler karşısında da son derece “kırılgan” bölgeler olmaktan kurtulamadılar ve kırıldılar. Tahribat çok büyük oldu. Nerede olsa bu yaşanacaktı. Yaşandı ve işin kötüsü yine olsa yine yaşanacak. İyileştirme için yapılacak şey çok basit: Bütün kurumların belirlenmiş görevlerini yerine getirmesi ve bunu daha iyi bir dünyada yaşamak için “toplumsal mutabakat”a dönüştürmesi gerekiyor. Tek koşulu var bu iyileştirmenin; hayatın şimdi olduğundan daha iyi bir şey olacağına inanmak ve bunun için elimizden geleni yapmak. Bu konularda uzman görüşlerine yer verilse, akademi bağımsız düşünce üretebilen kurumlar olarak görülse; mimar ve mühendislerin eğitimi, yetki ve sorumlulukları sınırlandırılarak açıkça tanımlansa; ara adam yetiştiren okullar etkin hale getirilse; meslek odaları ve denetim etkinleştirilse yeter. Ne kadar basit değil mi? Zaten olması gereken bu ama ne yazık ki ol(a)mayan da bu. Hemen yarın düzeltmelere ve iyileştirmelere başlasak bile en iyimser bakışla 20 yıllık bir süreye ihtiyacımız var ve ne yazık ki kendi varlığını sürdürmekten başka bir derdi olmayan cahil, kötücül iktidarlar olduğu sürece bu hiç olmayacak.
“Dönüşümlü felaket: Çürümüşlükten çürümüşlüğe, kırılganlıktan kırılganlığa... Pelin Tan, Prof. Dr., Sosyolog/Sanat Tarihçi
“Bu durumu, tüm bu birbirine karışan ve değişen geniş ölçeklerdeki güçlere maruz kaldığımız bir tür kaos olarak düşünebiliriz ve bedenlerimizin bu gerçekliğe savrulma şeklini kavrayamayız.” - Fukuşima felaketi hakkında Sabu Kosho Dönüşümlü felaket, hiç bitmeyen sürekli kendini derinleştikçe tekrarlayan, devlet ve kapitalizmin çürümüş ve yozlaşmış birlikteliğini olağanüstü hal ile meşrulaştıran bir toplumsal rejimdir. Bu toplumsal rejim, en ufak yerel bir mekansal ölçekte gerçekleşmiş, önlenebilir bir felaketin emsalsiz önlenemeyen etkilerini sürdüren mekanizmalarını korur. Gerçek zamanda gerçekleşmiş felaketin öncesi ve sonrası var olan çürümüş ve yozlaşmış yönetişim biçimine geniş bir zamana yayılmış bir şekilde hizmet eder. Son yıllarda, arşiv çalışması ile birlikte güncel dönüşümlerle araştırdığım Lice depremini 1975’ten bu yana geçirdiği dönüşümlerle tekrarlayan bir dönüşümlü felaket olarak örneklendirebilirim. 1975 yılında gerçekleşen Lice depremi hem barınma hem devletin politikaları hem de uluslararası yardımların etkisi bağlamında Türkiye deprem arşivinde önemli bir örnektir. Lice depreminden sonra, 7269 sayılı kamulaştırma kararı ile 2,5 km²’lik alana farklı ölçeklerde hazırlanmış imar planları ile oluşturulan parsellere 52m²’lik 1672 adet prefabrik yapılar inşa edilmiştir (Keleş, 2019, s.15). Günümüzde, depremzede ailelerin bir sonraki nesli hala deprem sonrası inşa edilmiş konteyner (yarı betornarme) evlerde yaşamaktadır. Hak ve tapu sahipliği belirsiz olan ve yerine ev yapılamayan prefabrik evlerde oturan Liceli Kürt aileler, 1980 ve 1990 yıllarının sosyo-siyasi baskısını da yaşayarak evlerini farklı betonarme ve ahşap eklemeler ile dönüştürmüşlerdir. Lice depreminden bu yana prefabrik konutların yer aldığı mahalleler, toplumsal ve siyasi baskılar, şiddet, toplumsal sınıfın farklılaşmasından etkilenmiştir. Bu bağlamda, Lice deprem konutları tarihi, dar bir sosyo-mekansal ölçek olsa da, Türkiye’deki deprem felaketi sonrası mekansal haklar ve barınma, kentsel adalet hakkında bize bilgi vermektedir (Tan,2022 – Tan, 2023). Neil Smith’in 2005 Ağustosunda gerçekleşen Katrina Kasırgası afeti üzerine “Doğal afet diye bir şey yoktur” (There’s no such thing as a natural disaster) makalesi afetlerin doğal koşulların sonucundan ziyade etkisine hazırlıklı olmamanın yöntemsel bir hazırlıksızlık ve ırk, sınıf gibi farklı kırılganlıklara sahip insan topluluklarının görece etkilenmelerinin de öngörülmesi gerektiği üzerinde duruyor: “Doğal diye bir şeyin olmadığı çevre coğrafyacıları arasında genel kabul görmektedir. Bir felaketin her aşamasında ve yönünde (nedenleri, savunmasızlığı, hazırlıklılığı, sonuçları ve müdahale ve yeniden inşa) felaketin sınırları ve kimin yaşayıp kimin öleceği arasındaki fark az ya da çok bir sosyal hesaptır.” Smith’e göre afet sonrası barınma odaklı toplumsalın inşasında toplumsal baskı, ayrıştırma ve sömürüyü daha keskin hale getiriyor. Birçok afet sonrasında deneyimlediğimiz olağanüstü hal, yeni afet yasalarının çıkarılması, sigorta şirketlerinin etkinliği, yeni altyapı ihaleleri... gibi birçok postafet durumları yeni tür toplumsal sömürü, ayrıştırma ve rant biçimlerine yol açabiliyor. Dönüşümlü felaket olarak adlandırdığım bu süreç yıllar sürerek gelecekteki başka bir felaketin altyapısını hazırlıyor. 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Kanunu’nun işlevi İstanbul, Van depremleri sonrası, özellikle kentsel dönüşüm projelerinin geniş alanların kamulaştırmasını meşrulaştırmıştır. Yıllardır deprem üzerine entografik çalışmalar yürütmüş olan sosyal bilimciler Ebru Kayaalp ve Onur Arslan çalışmalarında Afet Yasası’nın inşaat piyasasındaki uygulama avantajını açıklayarak aslında son deprem ile birlikte yaşadığımız felaketin ipuçlarını vermekteler: “Bu sarsıntılarda çok fazla kayıp yaşanmasının temel nedenlerinden biri Van depreminden sonra hazırlanan, kamuoyunda Afet Yasası olarak bilinen 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’dur. Bu yasa hem içeriğiyle hem de uygulama biçimiyle depreme hazırlık politikalarının inşaat sermayesinin inisiyatifine bırakılmasının hukuki altyapısını oluşturdu. Bunu birbiriyle ilintili iki yoldan yaptı: Bir yandan riskli alan ilanı konusunda devlete istisnai yetkiler tanırken, diğer yandan özellikle riskli konutların tespitini ve yenilenmesini sadece ‘piyasa aktörlerinin’ çözebileceği bir probleme dönüştürdü”. Kentsel dönüşümü meşrulaştıran koruma ve dönüşüm yasaları ile başlayan bu süreç yasaların meşrulaştırılmasından öte; devletin düzenleyici olarak rolünden çekilerek iskan düzenleme ağını inşaat sektörü ve şirket aktörlerine bırakmasıyla sonuçlanır. Kent plancı Tayfun Kahraman, bu durumun kent içinde hukukun adaleti ve sosyal adaletin zayıflatılmasına yol açtığını belirtir (Kahraman, 2013, s.17). Afet yasası ve risk ilişkisinde devletin rolüne dair Kahraman’ın da hem doktora tezinde ve birçok yazısında belirttiği gibi: “Risk ve devletin kentsel risklerle mücadelesi olarak yansıyan, riskli alanların yeniden iskaanını getiren düzenlemelerin, örtük gerekçeleri de sürekli bu nedenler etrafında dolanmaktadır. Devletin kentsel mekaanın içerdiği risklerin bertaraf edilmesi üzerine gerçekleşen kentsel dönüşüm örneklerinin sonuçları, bu tespiti kanıtlamaktadır. Başka bir örneği ise Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı ile birlikte meclis gündemine taşınan Orman Kanunu’nun 2. Maddesi (b) fıkrasında tanımlanan orman vasfını kaybetmiş alanların satışı oluşturmaktır. Bu kanun tasarısı ile riskli alanların gerektiğinde kamulaştırılıp dönüşümlerinin gerçekleştirileceği ifade edilirken, diğer bir tasarı ile tamamı kaçak olarak yapılaşmış ve mühendislik hizmeti almadığı için riskli bulunan yapıların bulunduğu alanların satışı gerçekleştirilmektedir. Riskin ortadan kaldırılması için satışları öncesinde dönüşümün sağlanması gereken bu alanlar satışa konu edilirken, özel mülkiyete konu olan alanların dönüşüme tabi olması tasarının gerçek amacına ilişkin büyük bir soru işareti oluşturmaktadır” (Kahraman, 2013 s.45). Anarşist yazar/aktivist Sabu Kosho, Japonya’daki Fukuşima nükleer çevresel felaketinin toplumsallık, devlet katmanlarının yolsuzluk, çürümüşlük ve felaket sonrası örülen alternatif dayanışma ağları ile ilişkilerini irdelediği Radiation and Revolution kitabında; felaket, harabe, yıkım ve kapitalizm kavramlarını bir arada değerlendiriyor. Bu bağlamda, Kosho için Fukuşima felaketinin anlamı şöyle: “Felaket dünyanın her yerindeki insanlar için gerçek bir deneyimdir. Katastropy (Catastrophe) (bir felaket ile sonuçlanan olay), çağdaş kapitalizmin ve devletlerin işleyiş tarzı tarafından giderek daha fazla sahiplenilen; toplumsal ve çevresel süreçlerin sinerjik bozulmasıdır. Kıyamet, yozlaşmış dünyayla yüzleşmemiz ve onun radikal değişimini tasavvur etmemiz için metafizik, yaratıcı bir duygulanım aracıdır. Radikal değişim. Bunlar, Fukushima felaketinin tekil adının bugün bizim için ima ettiği şeyin kavramsal bileşenleri olarak kabul edilir." (Kosho, 2021, s.4). Bu tür felaketler, krizler, ulusal ve küresel ölçekte yönetişim ve kar elde etme koşullarını belirlemeye devam edecektir. Bu durumlarda, Kosho’ya göre üç eylem ilkesi belirlenebilir; ilki, yaşamı korumak, ikincisi ise çatışmayı azimle karşılamak ve üçüncüsü, ikisini birbirine bağlamak için özerklik: “Felaket ve krizlerin geleceğine dair biraz umut varsa, o da kıyamet benzeri durumlarla yüzleşirken bu üç girişimin özellikle geliştirilip birbirini güçlendirebilmesidir.” (Kosho, 2022, s.5). Deprem sonrası Düzce Umut Evleri ve İstanbul Mahalleler Birliği’ne destekleri ile 1999 depremi gibi bir felaket sonrasında umut mekanlarını müşterekleşme pratikleri ile tesis etmek deneyimine sahip 1 Umut Derneği gönüllüleri; depremin olduğu ilk 6 Şubat 2023 günü yola çıkarak Hatay/Kırıkhan’a gittiler; depremzedelere ve bölgede çalışma yapan arama kurtarma ekiplerine lojistik destek verdiler ve çadır imal edip dağıttılar. 1 Umut Derneği benzeri, küçük çaplı fakat kırılganlık deneyimleri ile ortaklaşan dayanışma gramerine sahip, farklı bilgi ve eylem biçimlerini gönüllüleyen esnek ve dirençli yapılar olan İnşaat İşçileri Sendikası (İnşaat-İş) ve IMECE İnisiyatifi Derneği gibi oluşumlar, ivedi bir şekilde örgütlenerek Antakya merkez, Antep/Adıyaman köylerinde depremin ilk gününden itibaren depremzedeleri arama kurtarma, acil ihtiyaç karşılama ve barınma ihtiyaçlarına dönük çalıştılar ve hala çalışmaktalar. Toplumsal mimarlık ve barınma desteğine odaklanan Herkes İçin Mimarlık Derneği ise, dayanıklı kerpiç ve doğal malzeme ile hazırlanmış esnek afet sonrası geçici barınma konutları önerileri ile Maraş’talar. Barınmanın ihtiyaç ve hak olduğu günümüzde; ucuz, dayanıklı ve altyapısı örgütlü barınma konutlarını ortaklaşa tasarlamak hala eşikte barınmanın en önemli meselesi. 1 Umut Derneği kurucularından Erbay Yucak’ın dayanışmacı birliktelik deneyimini odağına aldığımız 2011 yılındaki söyleşimizde, İstanbul ve afet yasası üzerine şöyle demektedir: “Bu deprem olacak. Bunda kamusal sorumluluğun tarif edilmesi gerekiyor. Parası olanın kendi çözümünü ürettiği bir yönteme, bu kadar kesif bir sınıfsallığa dayanmayan bir ortak aklı daha aşağıdan ve toplumun içinden icat edebilmekti amaç. Elbette kamuya da sorumluluğunu hatırlatabilmekti. Deprem davaları esnasında iddia ettiğimiz de buydu. Sınırlı sayıda olsa bile birkaç olayda kamunun bunu bilebileceğini ortaya koyduk. Elbette kamu depremin zamanını bilmeyecektir, ama depremin olacağını bilir ve dolayısıyla da önlem almak zorundadır. Birkaç örnekte bu eğilim mahkeme kararlarına da yansıdı ve biz bunun genel bir eğilim olabilmesi için bir platform oluşturduk. Ama deprem konuşmaları 2001’de bir anda bitti. Çünkü insanların tüketim alışkanlıkları değişiyordu.” (Yucak/Çavdar/Tan, 2013, s.201-202). Felaketlerin süreklileşerek dönüşümlü bir şekilde kıyamete doğru gitmesini önlemek; Kosho’nun önerdiği gibi yaşamı korumak, hakları adına çatışmak ve yüzleşmek ve tüm bunlar arasında ilişkilendirmeyi özerk bir şekilde yapmayı gerektiriyor. Çürümüşlüğe karşı kırılganlıkların ortaklaşıp kuvvetleneceği bir toplumsal yapı.
Kaynaklar:
1-Kosho, S. 2021 Radiation and Revolution, Duke University Press.
2-Keleş Doğan, H. 2019 Konteyner Mimarlığı: Lice'de Bir Yerleşme Pratiği Olarak Deprem Konutları, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Danışman:Prof.Dr.Pelin TAN, Mimarlık Fakültesi, Mardin Artuklu Üniversitesi, Mardin.
3-Tan, P. 2023 “The Architecture of Entanglement Ontology", Swamps and the New Imagination, MIT Press & Sternberg Press, Cambridge & Berlin, Editör: Gediminas & Nomeda Urbanos.
4-Tan, P. 2020 "Surpassing Disaster: territories, entanglements, methods.", Mediating the Spatiality of Conflicts, TU Delft Faculty of Architecture and the Built Environment. BK Books.
5-Smith, N. 2006 “There’s No Such Thing as a Natural Disaster”, https://projects.iq.harvard.edu/files/retreat/files/ smith_2006_theres_no_such_thing.pdf (21.02.2023).
6-6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Kanunu: https://www.mevzuat.gov.tr/ mevzuatmetin/1.5.6306.pdf (son giriş 21.02.2023)
7-Kayaalp, E. & Arslan, O. 16 Şubat 2023: “Afet Yasası, İnşaat Sektörü ve Depreme Hazırlık”, https://birikimdergisi.com/guncel/11258/afet-yasasiinsaat-sektoru-ve-depreme-hazirlik (22.02.2023).
8-Kayaalp, E. & Arslan, O., 2022. Earth in practice: Uncertainty, expertise and the expected Istanbul earthquake. Environment and Planning E: Nature and Space, 5(3), pp.1579-1596.
9-Kahraman, T. 2013 “Kent hukukunun yeni yüzü: Düzenleyici devletten seçkinleştirici devlete”, İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali, Editör: Ayşe Çavdar & Pelin Tan, Kentsel Dizisi, SEL, İstanbul.
10-Peterson M. & Kosho, S. 2022 The Catastrophe Revealed: On Radiation and Revolution, Sayı 131, E-flux Journal, New York. https://www.e-flux.com/journal/131/501328/ the-catastrophe-revealed-on-radiation-and-revolution (22.02.2023)
11-Yücak, E., 2013 “İstisnalar Şehrinde Muhalefet”, Erbay Yücak/Ayşe Çavdar / Pelin Tan (2011), İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali, Editör: Ayşe Çavdar & Pelin Tan, Kentsel Dizisi, SEL, İstanbul.
12-https://www.birumut.org/
13-https://youtu.be/KGw7PruaSRk Turkey Earthquake, Lice, September, 1975.
14-Bir Deprem ve Yeni Lice - https://youtu.be/KGw7PruaSRk , Yönetmen Behlül Dal, 1975.
15-İlave ve Revizyon İmar Planı Araştırma Raporu, İller Bankası Anonim Şirketi Mekânsal Planlama Dairesi Başkanlığı, 2014, Lice/Diyarbakır.