EkonomiParanın üzerindeki portreler...

Paranın üzerindeki portreler...

03.10.2008 - 17:15 | Son Güncellenme:

Kadınların yazı yazmasının ayıp sayıldığı bir dönemde yazan Fatma Aliye Hanım ve diğerleri...

Paranın üzerindeki portreler...

Para Reformu çerçevesinde 1 Ocak 2009’da tedavüle girecek Türk Lirası banknotlarının ön yüzünde Atatürk
portreleri bulunurken, arka yüzlerinde Türk bilim, sanat, edebiyat ve müzik tarihinin önde gelen isimlerinin portrelerine yer verildi.
5 TL’nin arka yüzünde bilim tarihçisi Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, 10 TL’nin arka yüzünde matematikçi Ord. Prof. Dr. Cahit Arf, 20 TL’nin arka yüzünde Mimar Kemaleddin, 50 TL’nin arka yüzünde edebiyatçı, felsefeci Fatma Aliye Hanım, 100 TL’nin arka yüzünde bestekar Itri, 200 TL’nin arka yüzünde de Yunus Emre portreleri bulunacak.

Haberin Devamı

Merkez Bankası, halen tedavülde olan Yeni Türk Lirası banknotlarda, arka yüzlerinde potre kullanmamıştı. 1 YTL’nin arka yüzünde Atatürk Barajı, 5 YTL’nin arka yüzünde Anıtkabir, 10 YTL’nin arka yüzünde Piri Reis’in Dünya Haritası, 20 YTL’nin arka yüzünde Efes Antik Kenti, 50 YTL’nin arka yüzünde Kapadokya, 100 YTL’nin arka yüzünde ise İshak Paşa Sarayı figürlerine yer vermişti.

FATMA ALİYE HANIM

A.A muhabirinin derlediği bilgilere göre, Türk edebiyatının ilk kadın romancısı olarak bilinen Fatma Aliye Hanım (1862 - 1936), tarihçi ve devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa’nın iki kızından büyük olanı. Fransızca ve Arapça dersleri alan, matematik, hukuk, Arap tarihi ve felsefesi üzerine eğitim gören Fatma Aliye Hanım, 1879’da Faik Paşa ile evlendi. İleri düzeyde Fransızca bilen Fatma Aliye Hanım, tarih bilgisini babasından edindi.

Haberin Devamı

Edebi yaşantısına 1889’da George Ohnet’in Volonte adlı romanını Meram adıyla çevirerek başladı. Bu romanı "Bir Hanım" imzasıyla çevirdi. Daha sonra yapıtlarında "Mütercime-i Meram" takma adını kullandı. 1892 yılında ilk romanı
olan Muhadarat’ı yazdı. Bu romanında bir kadının ilk aşkını unutamayacağı inancını çürütmeye çalıştı. Romanlarında çoğunlukla duygusal aşk temalarını işledi.
İslam felsefesi konusunda özel bir eğitim aldı; döneminin en önemli isimlerinden biri olarak eserleri Almanca, İngilizce ve Arapça’ya tercüme edildi. Arap, Amerikan ve İngiliz gazetelerinde, Fatma Aliye Hanım hakkında çok sayıda yazı yayımlandı.
1897 Türk - Yunan Savaşı’nda yaralılara yardım etmek amacıyla Tercüman - ı Hakikat’te yazdığı makaleler aracılığıyla çok miktarda yardım malzemesi temin eden Fatma Aliye Hanım, 1908 yılında kurulan Cemiyet - i İmdadiye adlı yardım derneğinin kurucusuydu. Söz konusu dernek, bilinen ilk Türk resmi kadın derneği olma özelliğine de sahip. Fransız yazar Emile Julyar’ın "Doğu ve Batı Kadınları" adlı kitabını Fransız gazetelerine yazdığı bir mektupla eleştiren
Fatma Aliye Hanım, bu tavrıyla Paris’te büyük yankı uyandırdı.

Yaşadığı dönemde, Türk kadınlarının yazı yazması ayıp sayıldığı için, önceleri takma adlar kullanan Fatma Aliye Hanım’ın en önemli romanı olan "Hayal ve Hakikat", Ahmet Mithat Efendi ile birlikte yazdığı bir eserdi. 1891 yılında
yayımlanan bu romandan sonra uzun süre mektuplaşan Ahmet Mithat Efendi ve Fatma Aliye Hanım’ın mektupları Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlandı.

Haberin Devamı

İlk eserlerinde Fransız romantiklerinin etkisinde kalan Fatma Aliye Hanım, "Udi" adlı romanında (1899) babasının görevi üzerine gittiği Halep’te yaşamına tanık olduğu bir kadın udiyi anlattı. Fatma Aliye Hanım’ın "Hayal ve Hakikat"inin günümüz Türkçe’sine aktarılmış biçimi, Ağustos 2002’de yayımlandı.
1914 yılında yazdığı "Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı" son yapıtıdır. Bu romanında Meşrutiyet sonrası siyasal yaşamı ortaya koymayı amaçlayan Fatma Aliye, 13 Temmuz 1936 tarihinde İstanbul’da vefat etti.

-MİMAR KEMALEDDİN BEY-
Ahmet Kemaleddin Bey, 1870 yılında, İstanbul’un Acıbadem semtinde dünyaya
geldi. İlköğretimine 1875 yılında, İbrahim Ağa Mektebi’nde başladı.
Ortaöğrenimine, 1881 yılında Girit’te devam eden Kemalettin Bey, 1882 yılında
ailesiyle birlikte İstanbul’a döndü. Yüksek eğitimini 1887–1891 yılları
arasında Hendese-i Mülkiye’de tamamlayan Kemaleddin Bey, sanata yatkınlığı
nedeniyle daha çok resim ve mimarlık derslerine özen gösterdi ve diplomasını
aldıktan sonra hiçbir zaman mühendislikle uğraşmadı. 1895’te mimarlık eğitimini
ilerletmek için devlet tarafından Berlin’e gönderildi. Almanya’daki eğitim
yaşamı, mimarın üzerindeki Alman kültürel etkisini pekiştirdi. Berlin’de
Charlottenburg Technische Hochschule’de iki yıl mimarlık eğitimi gördükten sonra,
iki buçuk yıl da Berlin’de mimarlık bürolarında çalıştı.
Yurda döner dönmez Hendese-i Mülkiye’deki görevine yeniden başladı.
1901’de Harbiye Nezareti Ebniye-i Askeriye mimarlığına ek görevle atandı.
Kemalettin Bey’in mimarlık açısından en verimli dönemi, 1909–1919
arasındaki 10 yıllık dönemde oldu. 1909 yılında Evkaf Nezaretinin başına atanan
Kemalettin Bey’in Vakıflar’daki görevi, kentin önemli eski yapılarının büyük ya
da küçük kapsamlı onarımlarını yürütmekti. Bu görevdeki yoğun onarım çalışmaları,
kendisinin ulusal mimarlık anlayışını geliştirmesine zemin hazırladı. Vakıflar’ın
yaptırmayı düşündüğü bir dizi yeni yapı için Vakıflar bünyesindeki İnşaat ve
Tamirat Heyet-i Fenniyesi kadroları genişletildi; örgütün büyük bir mimarlık ve
inşaat bürosu biçiminde çalışması sağlandı. "Kemalettin Okulu" olarak da anılan
bu büro, ulusal mimarlık anlayışını ülkenin tüm yörelerinde uygulayan bir dizi
mimar, mühendis ve yapı ustasının yetişmesine olanak tanımış; böylece Evkaf
Nezareti, İnşaat ve Tamirat Heyet-i Fenniyesi, Birinci Ulusal Mimarlık akımının
odak noktasına dönüşmüştür.

Haberin Devamı


-MESCİD-İ AKSA’NIN ONARIMINDA ÇALIŞTI-
Kemalettin Bey, 1908 yılında kurulan Osmanlı Mimar ve Mühendis
Cemiyetinin kurucuları arasındadır. 1914 yılında Evkaf Nezaretindeki görevine ek
olarak İstanbul Şehremaneti Heyet-i Fenniye Müşavirliğine atandı. İşgal
döneminde, 1919 yılında Nezaretteki işine son verilen Kemalettin Bey, bu yıllarda
yalnızca Şehremanetinde ve özel atölyesinde çalışmalarını sürdürdü. 1919 yılında
İngiliz yönetimine geçen Kudüs’te Mescid-i Aksa’nın onarımı için Müftü tarafından
Kudüs’e çağrıldı. Çağrıyı kabul eden Kemalettin Bey, Mescid-i Aksa Camiinin
onarımında gösterdiği başarıdan dolayı, İngiliz Kraliyet Mimarlar Akademisine
(RIBA) şeref üyesi olarak seçildi. 1925’in yaz aylarında Ankara Palas’ın
yapımının tamamlanması için Kudüs’ten geri çağırıldı. 1925 yılında Evkaf
Müdüriyeti Umumiyesi İnşaat ve Tamirat Müdürlüğüne atanan Kemalettin Bey, Ankara
Palas’ın tamamlanması için çalışmalarını sürdürürken, başkentte
gerçekleştirilmesi düşünülen bir dizi başka yapıyı da tasarlamaya koyuldu.
1926 yılında Maarif Vekaletince kurulan Sanayi-i Nefise Encümeni
üyeliğine, daha sonra aynı kurulun başkanlığına getirildi. 1927 yılı içinde
mimarın en önemli uğraşı, Maarif Vekaleti adına tasarladığı Gazi İlk ve Orta
Muallim Mektebi oldu. 12 Temmuz 1927 günü, Ankara Palas şantiyesinde kaldığı
odada geçirdiği beyin kanaması sonucu 57 yaşında vefat etti. 17 Temmuz günü
İstanbul Karacaahmet’te yapılan büyük bir törenle toprağa verildi. Mezarı daha
sonra yol geçmesi dolayısıyla kaldırılınca, (kitabesiz olarak) Beyazıd Camii
mezarlığına taşındı.

Haberin Devamı

-YAPITLARI-
Ahmet Cevad Paşa Türbesi, Fatih-İstanbul (1901), Filibe Gar Binası,
Bulgaristan (1908), Kemer Hatun Camii, Beyoğlu-İstanbul (1911), İkinci, Üçüncü,
Beşinci Vakıf Hanları, İstanbul (1911 yılında tasarlanmış, bitiş tarihleri belli
değil), Bebek Camii, İstanbul (1913), Edirne Gar Binası (1914), İstanbul
Üniversitesi Kütüphanesi (1913), Dördüncü Vakıf Hanı, İstanbul (1926), Birinci
Vakıf Hanı, İstanbul (1918), Harikzedegan Kat Evleri, Laleli-İstanbul (1922),
Mescid-i Aksa ve Hazreti Ömer Camii Restorasyonu (1925), Mimar Kemalettin Okulu,
Ankara (1925 sonrası), Ankara Palas (1927), Ankara İkinci Vakıf Hanı (1927),
Devlet Demir Yolları Genel Müdürlüğü, Ankara (1928), Ankara Gazi İlk Muallim
Mektebi (1930), Sultan Ahmet, Fatih ve Ayasofya külliyeleri restorasyonu (tarihi
belli değil).

-ORD. PROF. DR. AYDIN SAYILI- Sayılı, 2 Mayıs 1913 tarihinde İstanbul’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini
Ankara’da tamamlayan Sayılı, lise eğitimini Ankara Erkek Lisesinde (Atatürk
Lisesi) tamamladı. Lise mezuniyet sınavını Mustafa Kemal Atatürk’ün de yer aldığı
sınav heyeti önünde başarıyla vererek mezun olmuştur. Sayılı, yaşamındaki bu
unutulmaz olayı "Atatürk’le Bir Sınav Anısı" başlığı altındaki bir yazısının
bir bölümünde şöyle anlatıyor:
"Atatürk benim sınavımdan çok memnun kalmış. Bu sebeple Milli Eğitim
Bakanına ’bu öğrenciyle ilgilenin’ şeklinde bir talimat vermiş. O zaman Milli
Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey, beni makamında kabul ederek bana sınavdaki
başarımdan ve Atatürk’ün takdirini kazanmış olmamdan dolayı bir tebrik mektubu
verdi ve yüksek öğrenimine ilişkin bir planının olup olmadığını sordu. Ben
kendisine su mühendisi olmak istediğimi söyledim. Fakat o bana daha geniş bir
kültür tabanı üzerine oturan bir alanı seçmenin daha uygun olacağını söyleyerek,
bana tarihçi olmamı önerdi ve bunda biraz ısrar etti.
O yıllarda bilim tarihi konusu önemlice bir kıpırdanma hareketine sahne
olmakta idi. Amerika’nın Harvard Üniversitesinde bilim tarihi alanı bu sıralarda
belirginlik kazanmakta ve bu çalışmaların odağını George Sarton adlı bir
profesörün faaliyetleri oluşturmakta idi. Bu faaliyetten bizim o zamanki Milli
Eğitim Bakanlığımızın ve yeni kurulmuş olan Türk Tarih Kurumunun seçkin
mensuplarının da haberi varmış. Bu itibarla konuyu biraz derinlemesine incelemek
de benim için mümkün oldu. Bu arada George Sarton’un çıkarmaya başladığı
Introduction to the History of Science (Bilim Tarihine Giriş) adlı kitabın
yayınlanmış olan birinci cildini Türk Tarih Kurumunun Kütüphanesinde gözden
geçirme fırsatını da buldum ve bilim tarihini meslek seçtiğim ve yarışma sınavını
kazandığım takdirde Sarton’un yanında öğrenimimi sürdürebileceğim de bana
söylendi. İşte bütün bunlar, benim bilim tarihini meslek olarak seçmemin yolunu
açmış oldu.
Böylelikle, Atatürk’ün sınavıma gelmesi benim hayatımın seyri üzerinde
büyük bir etki yapmış oldu. Atatürk hepimizin yaşamına yeni bir yön vermiş bir
kişidir. Fakat benimki daha kişisel ve özel türden bir etki oldu. Atatürk sınavı
işe karışmış olmasaydı su mühendisi olacaktım. Elbette ki o saha da çok önemli ve
yararlı bir mesleği temsil ediyor. Fakat ben bilim tarihini ve üniversite
hocalığı mesleğini seçmiş olmaktan çok memnunum. Bunda hiçbir zaman en küçük bir
şüphem de olmadı."

-BİLİM TARİHİ DALINDA VERİLEN İLK DOKTORA DERECESİ-
Sayılı, Maarif Vekaletinin (Milli Eğitim Bakanlığı) yurt dışına öğrenci
göndermek için açtığı sınavı kazanarak Harvard Üniversitesinde Bilim Tarihi
Bölümünde yüksek öğrenimini yapmak üzere Amerika Birleşik Devletleri’ne
gönderildi. Columbia ve Cornell gibi bazı üniversitelerde yaz öğrenimine de
katılarak, 1942 yılında Harvard Üniversitesinden doktora derecesi aldı. Tezinin
konusu "İslam Dünyasında Bilim Kurumları"dır. Bu doktora Harvard
Üniversitesinde ve bilindiği kadarıyla da dünyada bilim tarihi dalında verilen
ilk doktora derecesidir.
Aydın Sayılı, 1943 yılında, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe
Kürsüne "İlmi yardımcı" olarak tayin edildi. Askerlik görevi nedeniyle bir süre
akademik yaşamına ara verdikten sonra 1946 yılı sonunda adı geçen fakültenin
Felsefe Kürsüsüne "Bilim Tarihi Doçenti" olarak atandı. 1952 yılında "Bilim
Tarihi Profesörlüğü"ne yükseldi ve aynı yıl Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesinde kurulan Bilim Tarihi Kürsüsü’ne başkan olarak atandı.
1958 yılında Ordinaryüs Profesörlüğe yükseldi. 1974 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Felsefe Bölümü Başkanlığına seçilen Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, bu
görevini 1983 yılı başında yaş haddi nedeniyle emekli oluncaya dek kesintisiz
sürdürdü. Sayılı 1984 yılında kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
Atatürk Kültür Merkezine başkan olarak atandı. Sayılı, 16 Eylül 1993 tarihinde
yaş haddi nedeniyle emekli oldu.
Sayılı, 1947’de Türk Tarih Kurumunun tam üyeliğine seçilmiş, 1957’de
Uluslararası Bilim Tarihi Akademisinin muhabir üyesi, 1961’de aynı akademinin tam
üyesi olmuş ve 1962’de üç yıllık bir dönem için başkanlığını yapmıştır. Türk
Kütüphaneciler Derneğinin şeref üyesi olmuş, Türk Tarih Kurumu Ortaçağ Şubesinin
başkanı olarak da birkaç yıl hizmet etmiştir.
Sayılı, 15 Ekim 1993’te evinin önündeki sokakta geçirdiği kalp krizi
sonucu vefat etti. Cenazesi 18 Ekim 1993 tarihinde Ankara-Cebeci Asri
Mezarlığı’nda toprağa verildi.

-"TÜRK EİNSTEİN"-
Kendi adıyla anılan "Arf Sabiti", "Arf Halkaları" ve "Arf
Kapanışları" gibi terimleri bularak, matematik ve bilim dünyasına önemli
katkılarda bulunan ünlü matematikçi Ord. Prof. Dr. Cahit Arf, 11 Ekim 1910’da
Selanik’te dünyaya geldi. Arf, 1912 yılında henüz iki yaşındayken Balkan Savaşı
nedeniyle ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleşti.
İstanbul’da başlayan ilkokul öğrenimini İzmir’de devam ettiren Arf, Milli
Eğitim Bakanlığının verdiği bir bursla Paris’e giderek Ecole Normale
Superieure’dan mezun oldu.
Türkiye’ye döndükten sonra Galatasaray Lisesi’nde matematik öğretmenliği
yapmaya başlayan Arf, 1933 yılında İstanbul Üniversitesi Matematik Bölümüne
girdi. 1937 yılında Almanya’ya giderek, çalışmalarını Göttingen Üniversitesinde
devam ettiren Arf, doktora eğitimini 1938 yılında bu okulda tamamladı. Arf,
burada tanıştığı Alman matematikçi Helmut Hesse ile beraber Hesse-Arf Kuramı’nı
geliştirdi.
Daha sonra tekrar Türkiye’ye dönen Arf, bir süre İstanbul Üniversitesinde
görev aldıktan sonra, 1962 yılında, dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in
atamasıyla TÜBİTAK’ın kuruluş çalışmalarını başlattı. Arf, 1963 yılına kadar bu
kurumda kurucu ve yönetici olarak görev aldıktan sonra, Robert Kolej’in matematik
bölümünde çalışmaya başladı. 1964 ve 1966 yılları arasında çalışmalarını New
Jersey’deki Institude for Advanced Study’de sürdüren Arf, Türkiye’ye döndükten
sonra Ortadoğu Teknik Üniversitesinin Matematik Bölümünde çalıştı. 1980 yılında
emekli olana kadar buradaki görevini sürdürdü.
Matematik bilimine yaptığı büyük katkıları için hayatı boyunca çok sayıda
ödülle onurlandırılan Arf, Türkiye’de matematik biliminin bugünkü konumuna
gelmesinde çok önemli role sahip oldu. Cahit Arf, 26 Aralık 1997’de geçirdiği bir
kalp rahatsızlığı sonucu hayata veda etti.

-ITRİ-
Klasik türk müziğinin kurucusu İtri’nin 1630 ile 1640 yılları arasında
İstanbul’da doğduğu sanılıyor. Çeşitli kaynaklarda ölümü için 1711 ve 1712
tarihleri gösterilmektedir. Asıl adı Mustafa’dır. Itri, şiirlerinde kullandığı
mahlastır. Buhurizade Mustafa Efendi diye de anılmıştır. Çağının kaynakları, onun
Mevlevi olduğunda birleşirler. Mevlevi tekkelerinde okunmak üzere bir ayin ile
bir naat bestelemiş olması da bunun bir kanıtı olarak gösterilir. Itri beş
padişah dönemi gördü. Sultan IV. Mehmed zamanında tanındı. Huzurda düzenlenen
fasıllara hanende olarak katıldı, bestelediği yapıtlarla padişahlardan büyük
yakınlık gördü.
Itri, IV. Mehmed’le yakınlığının bir sonucu olarak, padişahtan, kendisine
esirciler kethüdalığı görevinin verilmesi dileğinde bulunmuş, bu dileği yerine
getirilmiştir. Itri uzun yıllar Enderun’da müzik öğretmenliği ve hanendelik
ettikten sonra, elli yaşına doğru emekli olarak saraydan ayrıldı. Meyvecilikle
çiçekçiliğe meraklı olduğu, kendi adıyla anılan İstanbul’un ünlü Mustabey
armudunu ilk kez onun yetiştirdiği de söylenir. Itırdan gelen Itri mahlası da,
çiçek merakına bağlanır. Divan şairlerinden Şeyhi’nin yazdığına göre, ölümünden
sonra "Mevlevihane Yenikapusu haricine" defnedilmiştir. Mezar taşı kayıptır.
Divan ve aşık tarzlarında şiirleri vardır. Naatlar, gazeller, tahmisler,
nazireler, tarih düşüren beytiler ve şarkılar dışında, hece ölçüsüyle türküler de
yazmıştır. Şiirlerini topladığı Divan’ı kayıptır. Şiirlerine şuara
tezkirelerinde, yazma şiir derlemelerinde rastlanır. Asıl önemi
besteciliğindedir. Yapıtlarıyla bir çığır açmış, Klasik Türk müziğinin kurucusu
olmuştur. Ondan önceki bestecilerde, bir ölçüde de olsa, Orta ve Yakındoğu
müziklerinin izleri sezilir. Bu etkiler onda bütünüyle silinmiş, Klasik Türk
müziği diye adlandırılan, Osmanlı-Türk üslubu en belirgin çizgileriyle ortaya
çıkmıştır. Klasik üsluba bağlı kalmış pek çok bestecide, az ya da çok, onun
etkisi vardır. Itri, Abdülkadir Meragi ve Hammamizade İsmail Dede Efendi’yle
birlikte, Türk müziğinin gelişimini yönlendiren üç önemli besteciden biri
olmuştur. Itri, Şeyhülislam Esad Efendi’nin belirttiğine göre, bini aşkın beste
yapmıştır. Bunların büyük bir çoğunluğu unutulmuş ya da kaybolmuştur; bugün ancak
kırk dolayında yapıtı bilinmektedir.

-YUNUS EMRE- Yaklaşık 700 yıldır Türk milleti tarafından dilden dile aktarılmış, türkü
ve ilahilere söz olmuş, yer yer atasözü misali dilden dile dolaşmış mısralarıyla
Yunus Emre, Türk kültür ve medeniyetinin oluşumuna büyük katkılar sağlamıştır.
Bazı kaynaklarda Anadolu’ya gelen Türk boylarından birine bağlı olup,
1238 dolaylarında doğduğu rivayet edilirse de bu kesin değildir; tıpkı 1320
dolaylarında Eskişehir’de öldüğü yolundaki rivayetlerde olduğu gibi. Batı
Anadolu’nun birkaç yöresinde "Yunus Emre" adını taşıyan yer vardır. "Bir garip
öldü diyeler, Üç gün sonra duyalar, Soğuk su ile yuyalar, Şöyle garip
bencileyin" diyen Yunus, belki de doğduğu ve yaşadığı topraklardan çok uzaklarda
bu dünyadan göçüp gittiğini anlatmak istemektedir.
Türkiye’nin pek çok yerinde Yunus Emre’nin mezarı olduğu iddia edilen pek
çok mezar ve türbe vardır.
Türk tasavvufunun dilde ve şiirde kurucusu olan Yunus Emre’nin
şiirlerinde ahlak, hikmet, din, aşk gibi konuların hemen hepsi tasavvuftan çıkar
ve tasavvuf görüşü çerçevesinde bir yere oturtulur. Yunus Emre, "gönül
kırmamak" konusuna ayrı bir önem verir ve "üstün bir değer" olarak şiirlerinde
bu konuyu özenle işler. Bu arada Yunus Emre’yi öne çıkaran bir başka önemli
özelliği de, şiirlerinde işlediği konuları ve telkinleri bizzat kendi hayatında
uygulamasıdır. Yunus, İslam’ın sabır, kanaat, hoşgörürlük, cömertlik, iyilik,
fazilet değerlerini benimsemeyi telkin eder.
Yunus Emre aynı zamanda bütün insanlığa hitap eden büyük şairlerdendir.
Bu anlamda Mevlana’nın bir benzeridir. Yunus’taki insanlık sevgisi, neredeyse
kendisiyle özdeşleşmiş "sevgi felsefesi"nin bir parçası ve hatta sonucudur.
Nitekim Yunus’un insan sevgisini ilahi sevgi ile nasıl bağdaştırdığını gösteren
en çarpıcı mısralarından birisi "Yaradılanı hoş gör / Yaradan’dan ötürü"dür.
Yunus Emre’ye göre insanlar, din, mezhep, ırk, millet, renk, mevki, sınıf farkı
gözetilmeksizin sevilmeyi hak etmektedirler. Madem ki insanoğlu ruh yönüyle
Allah’tan gelmektedir; öyleyse insanlar hiçbir şekilde birbirlerinden bu anlamda
ayrılamazlar.
Yunus Emre, hem Türk şiirinin kurucusu hem de milli birliğin önemli
tutkallarından birisi olarak gösterilir.