03.02.2023 - 00:00 | Son Güncellenme:
NİHAN YARKENT İNCE-Ahmet Güneştekin’in Gavur Mahallesi sergisine sonunda gidebildim. Yerinden edilenlerin yolculuğu, Ege’nin iki yakasında yaşananların çığlığı gibi. Mübadil Kayığı’ndaki bavulları görünce dedemi düşündüm. Hiç konuşulmayanlar, çok derinlerde kalan acıların yansıması. Neler yaşandı, ne fırtınalar koptu. Dedem Mustafa Yarkent, Rumca konuşurdu. Anlam veremezdim, küçüktüm. Geldiğinde, tek başına İzmir’de kalmış bir çocuktu. Akrabaları var ama ailesi sanki hiç olmamış gibi. Girit’ten koparılıp buralara tutunmuş. Ne fotoğraf ne bir iz. Sadece “Birlikte Girit’e gidelim” sözü var bende, ama birlikte gidemedik. Üniversiteye yeni girdiğimde, dedem artık hayatta yoktu. Annesini babasını oralarda bırakmış, hiç lafını etmemişti. Bizim evimizde hiç konuşulmazdı. O suskunluğun nedeninin, üzüntülerin başa çıkılamazlığından olduğunu çok sonraları anladım. Dedemin öyküsü gibi ne öyküler, ne hayatlar var. Özetle kimse evinden, ailesinden, anılarından ayrı düşürülmesin. Ahmet Güneştekin’e saygım, sevgim daha da arttı. Kendisiyle sergiyi konuştuk. Selam olsun Gavur Mahallesi’nin çocuklarına..
*Gavur Mahallesi, bir taraftan geçmişle yüzleşme, bir taraftan ‘Bak bu yanlışlar var bari sen yapma’ diyor. Sizi bu serginin ana temasına iten nedenler nelerdi?
Her sergi benim için bir hafıza çalışması, alternatif tarih yazım alanı. Kendisini başlangıç noktası olarak belirleyen anlatımların dışlayıcı olduğunu ve kapsayıcı bir bakışla çalışmam gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle yüzleşme birleştirici bir temaya dönüşüyor. Geçmişle yüzleşmek, diğer taraftan yalnızca hesap vermek veya onun sorumluluğunu üstlenmek değil, aynı zamanda geçmişteki şiddeti mümkün kılan koşulları da incelemek anlamına geliyor. Mübadele yüzleşmediğimiz konularımızdan biri. Bu alandaki çalışmalarımın, sanatsal üretimlerimin yaptığı hafızayı başka alanlarla da ilişkilendirmek, başka bir tarih bilinci oluşturmak, toplumsal olarak da bireysel olarak da şiddet dolu bir mirasın geçmişini taşımak zor, işlemesi de oldukça güç. O yüzden ürettiğim işlerle kimsenin yerine konuşmaya kalkışmadan, pozitif bir alan açmaya katkım olması için çalışıyorum.
İnsanlığın ortak sorunu
*Mülteci kavramına karşı o kadar önyargı var ki. Bu önyargı duvarına karşı sanatsal yaratımların rolü nasıl olmalı?
Duvarlar örmekten mülteciler üzerindeki pazarlığa kadar birçok ayrımcı uygulamaya tanık olduğumuz bir dönemde yaşıyoruz. Küresel mülteci ve göçmen dalgalarıyla birlikte daha görünür hale gelen bazı ayrımcı uygulamaların insanlık dışı olduğunu düşünüyorum ve Gavur Mahallesi’nde çalıştığım kavramlara da bu açıdan yaklaşıyorum. Göç ve beraberinde getirdiği sorunlar belirli bir coğrafyanın sorunu değil, insanlığın ortak sorunudur. Bu ortak acıyı anlatan sanatsal pratikler, insanca yaşama hakkını da öne çıkarmalı. Kendini ifade edemeyen toplulukların hayalleri ve acıları üzerinde çalıştığınızın bilincinde olmalısınız. Son yıllarda dünya mültecilere karşı daha az hoşgörülü hale geldi. Artık hiçbir göçmene yer kalmadığını düşüncesi hâkim. Mülteci krizleri için izlenen pek çok politika, Cenevre Sözleşmesi’ne aykırı olduğu gibi, insan hakları ve insani değerleri de yok sayıyor. Her koşulda insani değerlerin herkes için geçerli olduğu ilkesini benimsemeliyiz. Sanatçılar olarak da kültürel kökenlerin çok ötesine bakmamız gerekiyor.
*İzmir ve mübadele. Yakın çevremizin, büyüklerimizin anlattığı inanılmaz gerçekler var. Bu açıdan serginin İzmir’de açılışı sizin iç dünyanızda neyi ifade ediyor?
Bu coğrafya mübadelenin, insan değiş tokuşunun mekânı, tarihsel bir geçiş yolu. Neredeyse bir asır sonra, dünyanın çeşitli bölgelerinden gelen göçmenler için Avrupa’ya geçiş güzergâhı. Bazı tarihsel sürekliliklere de işaret ediyor. Gâvur Mahallesi’nde bunları okumaya çalıştım. Göç nesneleriyle ilgili çalışmalarımda, iki milyona yakın insanın evleriyle, geçmişleriyle bağlarını koparan ve onları hayatlarını yeniden inşa etmeye zorlayan mübadelenin mirasına yıkıntıların ötesinden nasıl bakabileceğimizi tartışmak istedim.
Mübadelenin altında yatan düşünceye, buna dayalı politikaların nasıl üretildiğine baktım. İç dünyamda bu sergiyi, göçün koşullandırdığı estetik anlayışa dayalı sergilerden farklı kılan, tek bir göç temasından ziyade göç kültürü etrafında şekillenmiş olmasıydı. Yerleştirme ve video işlerle, göç deneyimlerini açıklamaya çalışmadan, bunun yerine çağdaş kültürü karakterize eden göç hareketlerinin eşit derecede duyusal izlerine atıfta bulunmaya çalıştım. Bu tür izlerle karşılaşmak çok farklı estetik deneyimler sunabilir. Hareketli görüntülerle hafızanı alanına, hatırlama ve unutma eylemi üzerinden girmek daha olasıdır. Hafıza ve onu ister istemez gizleyen ya da onunla çelişen unutma perdesi, göç deneyiminin estetiğindeki izler için bir kod gibidir. İzlediğiniz bir başkasının geçmişi veya hiç hatırlamadığınız bir geçmişten gelen anılar hakkında olabilir, daha tutarlı bir sosyal dokuya katkınız olması ancak onları geliştirmenize bağlıdır. Sergilediğim işlerin iç dünyamda bu çabaya yönelik bir duygusu olduğunu düşünüyorum.
Urla’ya sanat platformu
*Coğrafya kaderimiz mi?
Herakleitos, insanın karakterinin onun kaderi olduğunu söylemişti. İnsanın kişisel kaderinden söz ediyor, evrensel ama dışsal nitelikli bir talih veya kader olgusunun değil, bireyin kendi karakterinin şekillendirdiği bir kader. İnsanın yaşamla ve dünyayla ilgili sorumluluğunu kendisine veren bu tip bir ahlak anlayışı bana daha yakın geliyor. Bir insanın verdiği her karar, yaptığı her seçim karakterine göre şekilleniyor. Bir anlamda insan karakteri ile kendi coğrafyasını oluşturuyor.
*Güneştekin Vakfı’nın ilk sergi projesi Gavur Mahallesi oldu. Bu sergi aynı zamanda sizi bir anlamda İzmirli yaptı. Urla’ya yerleşiyorsunuz. Bu kararı nasıl aldınız?
2021 yazında Bodrum’da açılan Kutsal Ağaçlar sergisiyle eş zamanlı olarak bu bölgeye yerleşme fikrim şekillenmeye başlamıştı. Çalışmalarımın malzeme kullanımı ve anlatım araçları açısından bölgenin kültürel tarihselliğiyle ortaklaştığını seziyordum. Kullandığım malzeme ve iş yapma biçimimle başlayan bu örtüşmenin beni nereye götüreceğini görmek istedim. Bu yaklaşımla çalışma isteğim vakıfla ilgili gelişmelerle bir araya geldi. Urla’da yapımı devam eden ve Güneştekin Vakfı’na bağlı olarak çalışacak sanat rafinerisinin bu yıl tam olarak faaliyete geçmesini planlıyoruz. Yılın büyük bölümünde İstanbul’da kalıp işlerimi oradan yöneteceğim ama bir ayağım hep burada olacak.
*Urla Art Refinery’de neler olacak? Sizin için bir çalışma alanı mı yoksa çok daha farklı bir düşünceniz mi var?
Elbette üreteceğim ve çalışmalarımı sergileyeceğim bir alan olacak ama rafinerinin kuruluş amacı aynı zamanda Güneştekin Vakfı’nın hedeflerini hayata geçirmek. Vakıf, kültür ve sanatın insanlar için vazgeçilmez olduğu düşüncesiyle kuruldu. Bu nedenle sanata erişimin yaygınlaşması için çalışacak. Sanatçılarla ortak projeler üretmeyi esas alan bir yapı kuruyoruz. Sanatçı rezidanslarındaki sisteme biraz benziyor. Çağdaş sanatçılar için bir platform olmayı hedeflerken, aynı zamanda yeni sanatçılar için üretim alanı yaratarak onlara kendi yollarını bulmada yardımcı olmayı amaçlıyoruz.
Gavur Mahallesi bir başlangıçtı. Vakıf, sergiyle ilgili kapsamlı bir de kitap yayınladı. Urla’daki rafineri, vakfın tüm bu çalışmalarının devamını sağlayacak bir sanat platformu olarak çalışacak. Sadece yurtiçinde değil yurtdışında da birçok kurumla işbirliği içinde proje üretmeyi ve farklı disiplinlerde sanatsal üretimleri desteklemeyi amaçlıyoruz. Tüm bu çalışmalar hem vakfın kurumsal hafızasını oluşturmak hem de sanat eğitimine ulaşamayanların yaşadıkları eşitsizliğe karşı bir fırsat yaratmak için tasarlandı.
*Yakın gelecekteki hedefleriniz neler?
Moskova Sanat Müzesi’nin önümüzdeki yıl açacağı sergi dışında yurtdışı sergi planları üzerinde de düşünce aşamasındayız. Bunlarla birlikte Venedik Bienali’nin gelecek yıl açılacak edisyonu için de çalışmalarımıza başladık. Güneştekin Vakfı ve İzmir Büyükşehir Belediyesi işbirlğinde ve küratörlüğünü Şener Özmen’in üstlendiği sergiyi, 5 Mart’a kadar İzmir Kültürpark Atlas Pavyonu’nda ziyaret edebilirsiniz.