25.04.2020 - 03:10 | Son Güncellenme:
SEYHAN AKINCI
Korona günleri belki de en çok ölen insanların adlarını dahi duyabilme şansı vermediği ve onları “vaka” diye niteleyip ellerimizi kolonyalamaya devam ettiğimiz için bir distopyaya benziyor. Moore’un “Ütopya”sı ya da Orwell’ın distopyaları... Hepsi de bize seçeneğimizin kalmadığını sandığımız anlarda reddetme hakkımızı fısıldar. Bu ara fısıldadıklarına kulak verdiklerimden biri de ütopik ve distopik öğeleri barındıran podcast dizisi “Karanlık Bölge.” 2010’larla birlikte türünün ilk örneği kabul edebileceğimiz ve 2012’den beri devam eden “Welcome to Night Vale” başta olmak üzere kurgusal podcast serileri yükselişini sürdürüyor. “Karanlık Bölge” de bu alanda ülkemizde üretilmiş iddialı bir podcast dizisi.
Politikacılar küresel iklim krizi konusunda ikna olmuş ve dünya çevre bilincinin hakim olduğu bir “ideal” yaşama kavuşmuştur. Fakat tahrip edilen bazı bölgeler artık başka amaçlar için kullanılır tıpkı gündüzleri 60 derece sıcaklığa ulaşan hayatın gece yaşandığı rehabilitasyon merkezi “Karanlık Bölge” gibi. Yönetmenliğini dizinin aynı zamanda başrol oyuncusu olan ve Kuzey karakterine ses veren Tansu Biçer’in, kurgusunu “Karanlık Bölge”ye teftişe gönderilen dedektif Yaz’a hayat veren Tülin Özen’in yaptığı dizi birçok şeyi sorgulatıyor. Biz de “Karanlık Bölge”nin Yaz’ı Tülin Özen’e podcast dizi deneyimini ve elbette nasıl gidiyor karantina diye sorduk. PodBee Medya’nın ilk podcast dizisi “Karanlık Bölge”yi Spotify, Apple Podcasts ve Google Podcasts platformlarında dinleyebilirsiniz.
- “Karanlık Bölge” akıllara hemen şu soruyu getiriyor korona günlerine denk gelmesi tesadüf mü? Yoksa proje bu aşamada hızlandı mı?
Biz bu işi yapmaya karar verdiğimizde kasım ayıydı. Kayıtları yaptığımız tarih şubat ortalarıydı ve ilk aklımıza gelen yayın tarihi martın son haftası ya da 1 Nisan’dı ve 1 Nisan’da da çıkmış oldu. Yani koronayla, ne olumlu ne de olumsuz anlamda bir bağlantısı yok.
- “Karanlık Bölge” distopik bir anlatım ama dinlerken bir yandan da yaşadıklarımızın distopyaya ne kadar benzediğini düşünüp ürperiyor insan. Siz ne düşünüyorsunuz?
Aslında distopik değil ütopik bir hikaye... O hepimizin ilk aklına gelen, geçireceğimizden içten içe emin olduğumuz ama “fark etmiyor gibi yaparsak gelmez” diye kendimizi de kandırdığımız, sizin sorunuzdaki “distopik” sürecin biraz sonrasına denk geliyor bu hikaye. Artık insanlar yaptıklarının sonucundan dersler çıkarmaya başlamış ve birbirlerini suçlamak yerine çevre adına değişmeye, gelişmeye ve hırslarından kurtulmaya çalışıyor. Ayrıca ben distopik hikayeler duyunca ürperme sürecinden bir an önce kurtulup harekete geçmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ve evet yapabiliriz.
- Dizinin hem kurgusu size ait hem de başrollerde sizi dinliyoruz! Bu nasıl bir deneyimdi?
Harika... Görseli olmayan bir hikayenin kurgusunu sadece sesler üzerinden yapmak zor bir iş. Herkesin oyunlarını seçmek, aldıkları nefesin, her nidanın sorumluluğuna sahip çıkmaya çalışmak. Tonlamalar ve ritim üzerinden bir karakter devamlılığı sağlamak, eğlenceliydi. Oyunculuk kısmı ise her zamanki gibi! Sadece kostüm, saç ve makyaj mesaisi yapmamak gibi bir rahatlığı var.
- “Karanlık Bölge”yi bir radyo tiyatrosundan ya da oyunundan ayıran nedir?
Yani kayıt şekli daha değişik diyebilirim ama dinleyen için farkı şu; daha çok mekan sesleriyle iç içe olacakları, konuşmaları net ve temiz değil daha gerçek ortamında gibi duyacakları bir hikayeyi takip edecekler. Yani daha çok sinemaya yakın bir algısı var ve radyodan değil istedikleri an ulaşabilecekleri yerlerden takip ediyor olacaklar. Aslında normal olarak değişen koşullardan kaynaklı bir fark var, yoksa hayalimiz ikisinde de aynı; dinleyene kendilerinin hayal kurdukları bir hikaye sunmak.
- Seslendirdiğiniz karakter dedektif Yaz, insanların değişebileceğine inanmıyor. Tülin Özen bu düşüncenin neresinde?
Ben inanıyorum, en azından kendim ve etrafımda sevdiğim bütün insanlar için çabam değişebilmemiz. Kendimi değiştirmeye, geliştirmeye çalışırken, “Yok ya, bu insanlar değişmez” demek ya kendini çok önemsemek ya da etrafındaki birkaç “seçili” dışındakileri küçümsemek olur. Şunu tabii ki anlayabiliyorum; insanoğlunun karakterinde belli zaaflar ve bencillikler var. Evet var, ama durumlar karşısında kendimizi koyduğumuz yer ve bakış açımız eğitilebilir. Yani en temelde bazı şeyler değişmiyorsa bile etrafımızda yarattığımız etkimiz ve dünyayı kabulleniş ya da sahip çıkma biçimimiz kesinlikle değişir. Ha iki tweet’le ve üç emojiyle değişmez evet ama güzel ve gerçek bir çalışmayla değişir.
- Bu süreçte tiyatroların da ayakta kalması oldukça zor hale geldi. Siz tiyatroların geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Maddi olarak çok sarsıldı tabii ki hem küçük, hem büyük ölçekli tiyatrolar. Tiyatro dediğimiz sanat dalı, diğerleri gibi, çok daha büyük salgınlar ve savaşlar da görmüş. Hepsinden çıktıysa bundan da çıkacaktır. Ekonomik olarak da herhalde Kültür Bakanlığı’mızın bir düşüncesi vardır bu konuyla ilgili. Ben mezun olup tiyatro yapmaya başladığım zamandan itibaren yaptığım gibi her türlü emek, heyecan ve desteğimle oralarda olacağım, bir sürü dostum da benimle beraber oralarda olacak zaten.
- Korona günlerinde pek çok distopya yazarına atıfta bulunuluyor. Sizin en sevdiğiniz distopik anlatım hangisi? Ve bugünlerde sıkça andığınız bir yazar, yönetmen vs var mı?
Yani Ursula K. Le Guin’in “Mülksüzler”i herhalde her koşulda söyleyeceğim bir kitap ama onun dışında hemen her distopya öyküsünü severim. Koronanın ilk günlerinden beri Saramago’lar, Kafka’lar hep aklımda... Bunları zaten biliyoruz diyenlere, belki kaçırmışlardır diye J. Hakan Dedeoğlu’nun “Bunu Biz İstedik İstanbul” adlı kitabını ve Afşin Kum’dan “Sıcak Kafa” ve “Kübra”yı tavsiye edebilirim.
- Korona sonrası yapmayı hayal ettiğiniz ilk şey nedir?
Bir denize doğru koşmak... En yakın Haliç gerçi ama ben içine girebileceğim bir denizi söylüyorum. Gerçi burada da bazı çocuklar Haliç’te suya giriyor. Bakalım belki onlar kadar korkusuz ve çılgın olurum karantina bittiğinde. “Değişim” demiştik sonuçta. Neden olmasın!
Korona günleri nasıl geçiyor?
Ne yazık ki bu süreçte çalışmak durumunda kalan ve bu hastalıkla birebir uğraşan hastalar ve yakınları için başa çıkılması gereken şeyler var. Onun dışında eğer ekonomik olarak dayanabiliyorsak şikayet etmek gibi bir durumumuz yok. Genelde de insanlar şikayet etmek yerine pozitif bir etki yaratmaya çalışıyor. Bense evde ve yalnız kalmak durumunda sorun yaşamayan biriydim, onun için şimdilik diğer insanlar için kaygılanmak dışında bir sıkıntım yok. Uyumsuz kıyafetler içinde; kitap, film, fotolarla uğraşma, saçma videolar editleme, spor, çekirdek-aile-içi telefonlar, evin içinde nedeni anlaşılmayan ve neyin çığlığı olduğu anlaşılmayan yüksek desibel sesler çıkarma, yerlerde yuvarlanma, koltukların tepesinde dengesiz yerlerde kulaklıkla uzun saatler geçirme, bir takım gerinme hareketleri yaparken podcast dinleme ve dinlediğim kayıtlara sesli müdahalelerde bulunma, o sırada yanımda olmayan dostlarla hayalimde konuşma, ara ara sesli kavga haline geçme, benim kazanmamla sonuçlanan inatlaşmalar, boş boş duvara bakma, sözleri korkunç ve tekrarının sonu gelmeyen şarkılar üretme gibi evde kalma şansına sahip ve işsiz her vatandaşımızın yaptığı şeyleri yapıyorum!