Bu yazı Hülya Avşar için yazılmıştırSarıkız'ın AnılarıHülya Avşar’ı günahım kadar sevmem. Nedeni de benden daha genç, daha güzel ve en önemlisi daha akıllı olmasıdır. Yıllar önce Fevzi Tuna’nın yönettiği bir fotoroman çekiminde tanışmıştık. İki kardeşi mi oynuyorduk, yoksa aynı adamı seven iki kadını mı hatırlamıyorum. Olaylı güzellik yarışmasından yeni çıkmıştı. O, meslek olarak sinemayı seçmişti; ünlü olmak istiyordu, ben ise hasbelkader bulaştığım bu işten bir an önce kurtulmaya bakıyordum. Asıl işim kamera arkasıydı çünkü. Bu fotoromanı da, alacağım yerli bir arabanın eksik kalan parası için kabul etmiştim. Çekimler için Boğaz’da bir yalı kiralanmıştı. Denize bakan bir odayı da bize kostüm değiştirmemiz için vermişlerdi. O günlerden aklımda kalan, yüzünde birkaç sivilce ve karnındaki yara izine rağmen
son derece güzel bir kızın fotoğrafıdır. Ama Hürriyet gazetesinin o zamanki sahibi Erol Simavi benim gibi düşünmediği için Avşar’ı istememiş, onun yerine Hülya Yiğitalp’i oynatmıştı başka bir fotoromanda. Sanırım Hülya o günlerde kararını verdi, hayattan intikamını alacaktı. Gelebileceği en iyi yere gelecekti. Para kazanacaktı, sosyeteye girecekti ve gelen teklifleri o geri çevirecekti. Sonuçta bütün bunlar gerçekleşti. Ve bir gün yeniden yollarımız kesişti. Bu kez Ulusal’ın çektiği bir filmde oynuyordu, ben de yapım koordinatörü olarak setteydim. İnanılmaz bir iş disipliniyle çalışıyordu. Onun oynadığı sahnelerde yönetmen Ümit Efekan’a iş düşmüyordu. Akşam saat 7.00’den sonra tek kare resmini çekemezdiniz. "Yüzüm yorulur, ben bununla para kazanıyorum" derdi. İşi biliyordu. Ben de işimi biliyordum ama Türker İnanoğlu’nun kamera arkasındakilere ilişkin tavrı -biraz acımasızca - benim ilk pişmanlıklarımın başladığı anlardır. Kamera önünde ol, ünlü ol, vazgeçilmez ol. Oysa annem beni yetiştirirken "Bilgini ve beynini kullanacağın bir mesleğin olmalı, fiziğini asla kullanmamalısın" demişti. Bugüne kadar yaptığım tüm işlerde de böyle oldu. Bir de "Para önemli değildir" demişti. "Ne senin kazanacağın, ne de karşındaki insanın parası..." Ben de aynen öyle yaptım. Gelen sinema vs. tekliflerine hayır deyip akademilerde sebatla okudum. Ayağında don olmayan sevgililer ve kocalar buldum. Romantizm olsun diye. Hülya ve annesi farklı düşünüyor olacak ki, o daha mantıklı ilişkiler kurdu. Mesela benim gibi kocaya iyi günde, kötü günde palavralarına kanıp 3.20 BMW’ler vermedi. "Manikür de neymiş, benim annem yaptırıyor mu ki sen yaptırasın" diyen adamı yanından bile geçirmedi. Yani aklını kullandı. Şimdi yavaş yavaş anlıyorsunuzdur kızı niye kıskandığımı. Ben papatyalar arasında yayılacağım erkekler arayadurayım, Hülya medyatik ve varlıklı olanlarını tercih etti. İyi de etti. Şimdi geldiğimiz noktada o iyi bir iş, yakışıklı ve onu dolandırmayan bir koca, dünyalar güzeli bir çocuk ve önemli bir paranın sahibi. Bana sorarsanız, bütün bunlardan daha değerli bir şeyin de sahibi: "Kendini yetiştirmiş birinin taşıdığı gururun..." Sosyete olup olamadığına gelince; insanın döllendiği "rahmin" bu kadar önemli olmadığını bilenlerdenim. Zarafeti keşfetmişseniz iş bitmiştir zaten.
Bir de; arada sırada şu proflarla kavga etmese, güzelliği konusunda takdiri bizlere bıraksa, konuşurken ellerini kollarını fazla oynatmasa, kocasıyla ilgili dedikodularda beyanat verirken kendi yaşadıklarını unutmasa; bulunduğu noktada Hülya; gerçekten aklı ve yeteneği kullanmanın sembolüdür.
NOT: Bana gelince, annemin bana kullanmamı önerdiği organın yanlış bir organ olduğunun -artık - bilincinde, zor geçecek bir son dönemin eşiğindeyim.
NOT: Moralinizi bozmayın, iyi babalar çoğunlukta. Ankara’nın soğuk kış sabahlarında, camları yıldız yıldız buz tutmuş odada uyandığınızda, önce burnunuza mis gibi kızarmış ekmek kokusu gelir. Sobada yanan kömür çıtırtılarına, anneanne-dedenin alçak sesli sohbetleri karışır "Hayırdır Lütfiye bir rüya gördüm...." Siz de gerinerek kalkarsınız yataktan, sevildiğinizden emin, biraz da şımararak.
CUMARTESİ