70 ila 50 sene evvelinin camiyi ambar yapma, kışla yapma olaylarını tekrarlamak ne tarihi açıklamaya ne de politika yapmaya yeter
Türkiye iki cihan harbinin birincisine savaşan güç olarak katıldı. Denebilir ki, Britanya İmparatorluğu bütün savaş boyunca esas olarak Türk imparatorluğu ile Süveyş’ten başlayarak Ortadoğu’nun her yerinde çarpıştı; müttefiklerimizden hiçbiriyle bu derece yoğun çarpışmamıştır. Çanakkale ise (Gallipoli) Britanya hükümetini de halkını da fevkalade sarsan bir savunmaydı. Bu nedenle savaşın suçlusu, onu başlatan Almanya ve Avusturya değil de adeta Türkiye olarak görüldü.
İmparatorluk bu savaşta ilk defa umumi seferberlik ilan etti. Askerlikten muaf tutulan medreseliler ve gayrimüslimler bile silah altına alındı. 1.5 milyon asker bu devletin gördüğü bir kalabalık değildi. Toplanan askere ne silah, ne kalacak yer, ne de tayın verilebildi. Medreseler, camiler, zaten harap halde olan vakıf eserler ve İstanbul halkı askeri barındırıp beslemekle görevlendirildi. Zaten 1912-13 kışında Balkan felaketini yaşayan Türkiye’nin İstanbul, Bursa ve Edirne gibi şehirleri perişan muhacir dalgalarını barındırmak zorunda kalmıştı. Camiler cami olmaktan çıktı. Başka ne yapılabilirdi ki?
Sinan’ın mescitlerinden bahseden Müslüman yok
1939’da Türkiye cihan harbine girme hatasını işlemedi. Ama savunma tedbirlerini aldı, almak zorundaydı. Gene 18 milyon tahmin edilen nüfusun 1 milyonu silah altına alındı. Askere alınan bu gençlerin iktisadi hayatta yarattığı eksiklik ve çöküntü malum. Dağları ve şehirleri asker kaçaklarının doldurmaması ve bunların karınlarını doyurmak için soygun yapmamaları insanlarımız için büyük fazilet, idare açısından da büyük başarıdır. Tabii ki birtakım camiler gene kışla olarak kullanıldı. Köylünün mili savunma için katırı öküzü toplandı, barındırılacak yer yoktu, nereyi buldularsa koydular. Bürokrasi o gün de bugün de ucuzcu, kolaycıdır.
Camiler haraptı ve vakıfları onun bunun elindeydi. Gülünç kiralarla orada oturanları kimse diline dolamıyor ve hatırlamak istemiyor. Oysa camiler ve eserler vakıflarının geliriyle yaşar. Tabii ki bütün vakıf eserler asırlık tahribatıyla hayatlarına devam etti. “Devlet camilere bakmıyor” dendi; caminin vakfına çöreklenip bugün dahi yaptıkları gibi Osmanlı’nın ördüğü kalın duvarı yer kazanmak için oyana kimse bir şey demedi, demiyor da... Türkiye zenginleşti, bazı hayırseverler ve hemşehriler bu eserlere el atmaya başladı. Ama vakıflar önemli bir genel müdürünü hatırlamak zorunda. Göreve orta halli geldi, orta halli gitti. Yusuf Beyazıt’ın zamanında vakıf mallara envanterle el atıldı, kiralar yükseltildi, artan gelirle restorasyon da artı. Az iş değildir.
Bizim Türk milleti sessizce ama kesin tavırla inandığını ve prensiplerini uygulamayı bilmez. Bütün Akdeniz toplumları gibi laf kabalığını, çene düşüklüğünü ve gösterişi tercih ederiz. Namaz kılmayan öğretmen namaz kılanı sevmiyorsa küçümseyici tavır sergileyip laf atar, öbürleri de aynı şeyi yapar ve memurla amir arasında da böyle çekişmeler olur. Tek parti devrinde tek partinin icabından olarak bu tip slogancılık çok makbuldü. Ama demokraside de öyle oldu, 1970-1980 arasında insanlar sokaklarda birbirini vurdu. Kasabanın laf atma kültürü önce gelir.
70 ila 50 sene evvelinin camiyi ambar yapma, kışla yapma olaylarını tekrarlamak ne tarihi açıklamaya yeter ne de politika yapmaya, üstelik yeterince delil de ileri sürülmüyor. Falan mahallelerdeki camilerin depo yapıldığı söyleniyor ama Menderes’in imar çalışmaları sırasında rölöveleri ve albümleri bile çıkarılmadan tarihe gömülen Mimar Sinan mescitlerinden, Beyazıt’ta yıkılan Kemankeş Kara Mustafa Paşa Camii ve medresesinden, Topkapı’daki Kara Ahmet Paşa’nın Mimar Sinan eseri zarif sebilinden (ki bence istisnai bir Rönesans tipi fontanaydı, inşaat makinelerini dayayıp yıkılışını gözümle gördüm) bahseden Müslüman yok. Bu memleketin tahribi şu veya bu grubun işi değildir. Toptan yaptığımız bir kepazeliktir.
Bu gibi envanterlerin çok ciddi olarak tespiti gerekir, ondan sonra tahrip edilen eserlerin araştırılması, fotoğraf ve belgelerin çıkartılması ve pek kimsenin yanaşacağını zannetmiyorum ama gerekli istimlak ve restitüsyon yani ihya safhasına geçilmesi lazımdır. Orada tabii bazılarının cebi yanabilir. Ama en çok maliyenin tazminatı gerekiyor, bunu programa alacak adamı alkışlamak isteriz.
Süleymaniye’nin etrafı hâlâ ulusal kepazelik halinde
Muhteşem Süleymaniye’nin etrafı hâlâ ulusal kepazelik halinde. 1930’larda Biyoloji Enstitüsü’nün yapılışını tenkit ettilerdi, etmekle kaldılar. Neyse ki mimar merhum Ekrem Hakkı Ayverdi bir fazilet örneği gösterip Başbakan Adnan Menderes’e bu eserinden dolayı sıkıntı duyduğunu söyledi, üst kısımlarının tıraş edilmesini istedi ve yaptırdı. Peki, camiin ön tarafındaki çoğu kaçak olduğu anlaşılan çirkin briket binalar ve Haliç’e kadar uzanan bütün dokuyu berbat eden dokulaşma ne olacak?
Piyale Paşa Camii’nin etrafındaki kötü binaları yıkmaya kalktığında Başbakan’a yapılan tenkit ve hücumları hatırlıyoruz, yıktırmak istediğinde aldırmadı ve yıktırdı.
Bu kadar belediyenin ve vatandaşın da aynı cesareti göstermesi gerekmez mi? Bunlardan pek söz eden yok. Kampanya açacaksanız daha ciddi olun.
Venedik Sarayı’nın hikayesi
1797 yılında 1 Mayıs’ta Napolyon Bonapart İtalya fethinin ilk büyük ganimetini topladı. Fransız maliyesinin kasalarına giren yüksek meblağın dışında, Venedik’in San Marco’sunu süsleyen ünlü atlar birçok eserle birlikte Fransa’ya gidiyordu. “Haydan gelen huya gider” demeyelim ama bu dört atı Venedikliler 593 yıl önce 1204 yağmasında şehrimizin Hipodrom’undan çalmışlardı. Bir müddet sonra Fransa bunları geri vermek zorunda kalacaktır.
Repubblica Serenissima kara talihine gömüldü, tam 11 asırdır Adriyatik’e ve Doğu Akdeniz’e kılıçtan çok ticaretle hükmeden akıllı Venedik Cumhuriyeti sona ermişti. Kaybettiği güzellikler içinde bugün İstanbul’da Tomtom Kaptan Sokağı’ndaki Venedik Sarayı da vardı. İstanbul’un en güzel elçilik sarayı Fransa sefaretine geçti.
Devran değişti, Napolyon parlak zaferlerinin sonunu Moskova’da gördü. Ardından 1815 Viyana Kongresi’nde Avusturya dışbakanı Prens Metternich Venedik’i ustalıkla Napolyon’un Avusturya adını verdiği imparatorluğa kattı. Tabii İstanbul’daki Venedik Sarayı da Avusturyalıların oldu. Adı bu kadar geçen Avusturya’nın İstanbul’daki elçiliğini başka yerde aramayın; Avusturya büyükelçileri Venedik Sarayı’na yerleştiler. Sezar’ın hakkını Sezar’a verelim; binayı ve içindeki tablo ve büstleri hatta Venedik balyosunun (elçi) tahtıveranını gözleri gibi korudular.
Mütarekenin meşum günlerinde belki de haklı tek olay vardı; şehre çıkan bir İtalyan birliği doğrudan Venedik Sarayı’na gitti ve Avusturya-Macaristan sefiri Marki Pallawicini’yi (aslında soylu bir İtalyan ailesindendi) binadan memurları ve evrakı ile birlikte çıkarıp binayı sahiplendi.
Bugün yüzü gülen bina İtalyan büyükelçilerinin İstanbul’daki ikametgâhı; şu andaki ev sahibi de Venedikli bir aileden gelen büyükelçi Scarante... Avusturyalıları sorarsanız, Devlet-i Aliyye’nin Yeniköy’de tahsis ettiği ve Balyanlara inşa ettirilen İtalyan neo-Rönesans üslubundaki eski yazlık büyükelçi ikametgahını başkonsolosluk olarak kullanıyorlar. Tarih bazen her şeyi yerli yerine oturtur.