Dedikoduyu duymuşsunuzdur. Koronavirüsün bir biyolojik silah olduğu söylentisinden bahsediyorum. Kimine göre Çin ABD’ye, kimine göre ise ABD Çin’e karşı bu virüsü geliştirdi ve yaydı. Tabii bu “dedikoduyu yayanlar” salgının bir biyolojik savaş olduğuna ilişkin tweet atan Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü ve Hindistan Parlamentosu Sözcüsü olunca, iş ciddiye bindi.
Bu bir biyolojik silah mıdır değil midir, onu ancak tarih yani zaman gösterir. Biz şimdi biyolojik savaş yöntemi tarihte nasıl kullanılmış, ona bakalım. Zira bu silahların varlığı, bir komplo teorisi değil. İnsanoğlu savaşmaya başladığından bu yana bizimle varlar ve gitgide de yaygınlaşıyorlar.
En eski silah
Tarihçilere göre biyolojik silahların gücünü ilk fark edenler, Hititler. Mısırlılara ait bir tablete göre, Hititler MÖ 1274’te Kadeş Savaşı’nda vebalı hastaları casus olarak Mısır’a gönderip çok sayıda Mısırlının hayatını kaybetmesini sağlamışlar. Büyük İskender de Perslere karşı savaşırken (MÖ 332) İran ordusunun üzerine ölmekte olan hastalıklı insanları göndermiş. Milattan öncesine dair bir başka örnek de MÖ 190’da Kartacalı General Hannibal’ın Bergamalı düşman gemilerini alt etmek için yılan zehri kullanması.
Gelelim biraz daha yakın zamanlara... Moğol hükümdarı Cengiz Han, 13. yüzyıl başında Çin, Kırım ve Viyana kalelerini almak için vebadan ölmüş insanların cesetlerini mancınıkla fırlatıp, mikrobun o bölgelerde yayılmasını sağlamış.
Belki sizi en çok şaşırtacak olan, 14. yüzyılda Avrupa’yı kırıp geçiren o meşhur veba salgınının bir biyolojik savaş olduğunu öğrenmek olacak. Şöyle ki: 1346 yılında veba salgını Kırım bölgesinde yayılmaya başladığında Tatarlar, Cenevizlilerin bulunduğu (Ukrayna’daki) Kefe’yi kuşatmışlar. Vebadan ölen Cenevizlileri de mancınıklarla şehre atıp, salgını iyice yaymışlar. Bunun üzerine gemilere binip kaçan Cenevizliler, hastalığı Avrupa’ya taşımışlar. İşte 1346-1353 yılları arasında 475 milyonluk dünyada 100 milyon kişinin canını alan veba salgınının aslı bu.
Yakın geçmiş
En bilinen örnek ise belki de Kızılderililer. Amerikalı tarihçi Carl Waldman “Atlas of the North American Indian” adlı eserinde anlatıyor: 1756-1763 yıllarında İngiltere ve Fransa arasında (Kuzey Amerika’yı fethetmek üzere) yapılan Yedi Yıl Savaşları sırasında, İngilizler çiçek virüsü bulaştırılmış battaniyeleri Kızılderililere dağıtmışlar. Binlerce Kızılderili hayatını kaybetmiş, böylece İngilizlere karşı mücadele etmeleri engellenmiş.
Birçok tarihçiye göre bu metot daha sonra Amerikan İç Savaşı’nda da kullanılmış. Çiçek ve sarıhumma bulaştırılmış elbiseler, Kızılderililerin soylarını tüketmek için Amerikan ordusu tarafından bilinçli bir şekilde kullanılmış.
***
Gelelim bugünlere. 20. yüzyılda biyolojik silahın ilk kullanımı Almanya’da görülmüş. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlar düşman ülkelerin atlarına ve sığırlarına gizlice şarbon ve ruam hastalıklarını bulaştırmışlar. İkinci Dünya Savaşı öncesinde de Paris ve Londra metrolarında bakteri yaydıklarına dair raporlar var.
Sonra eli Japonya almış. İkinci Dünya Savaşı sırasında Çin’de 1000’den fazla şehirde kuyu sularına kolera ve tifüs bulaştırmışlar. Özellikle Mançurya bölgesine uçaklarla vebalı pirelerle dolu pirinç torbaları atmışlar. Bu pirinci yiyen hayvanlar ve insanlar da vebaya yakalanmış.
Terör yöntemi
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Soğuk Savaş yıllarında da benzer girişimler görülünce, önce 1969’da ABD Başkanı Nixon tarihi bir karar almış ve biyolojik silahların geliştirilmesini durdurduğunu açıklamış. Akabinde de 1972’de 79 ülke “Biyolojik Silahlar Anlaşması”nı imzalamış. 75’te yürürlüğe giren sözleşme, bu silahların geliştirilmesini, üretimini ve kullanımını yasaklıyor. Bugün de 179 ülke anlaşmaya taraf.
O zamandan beri de devletler açıktan bu yönteme başvuramıyor. Dahası, bu tip vakalarda terör örgütleri öne çıkıyor. Bunun en bilinen örneği, 20 Mart 1995’te Japonya’nın başkenti Tokyo’da çeşitli metro istasyonlarına eş zamanlı yapılan sarin gazı saldırısı. 19 kişinin ölümüne, 6 bin kişinin de yaralanmasına sebep olan bu saldırıyı radikal dinci Aum Shinrikyo adlı terör örgütü yapmıştı. Bir diğer örnek de 11 Eylül sonrası büyükelçilikler gibi kurumlara gönderilen şarbon içerikli paketler.
***
2004’te London School of Economics’te master yaparken “biyolojik savaş” üzerine ders aldığım Prof. Christopher Coker, bu konunun dünyadaki en iyi uzmanlarından. “Savaşçı Olmadan Savaşmak” kitabında, küreselleşmenin “araçsal şiddeti” bitirdiğini, onun yerini “dışavurumcu şiddetin” (expressive violence) aldığını yazıyor. Bundan kastı da devletlerin artık doğrudan şiddete karışmadığı. Onun yerine karşı tarafta korku, endişe ve aşağılanma hisleri yayarak savaştıkları. Bunu da iletişim ve biyolojik silah üzerinden yaptıkları.
Buna da “devlet terörü” diyebiliriz pek tabii. Peki korona bu kategoride mi, değil mi? Biz nasıl bugün veba salgınının aslını biliyorsak, onun cevabını da gelecek nesiller bilecek, yazacak...